Unutursak ölürüz
Öğrencilik yıllarımda bir hocamdan duymuştum ilk kez, "hafıza-i beşer nisyan ile maluldür" sözünü. Rahmetli hocamız elinde tuttuğu kâğıt makasını şaklatarak eklerdi: "Ama arşiv asla unutmaz!"
Kâğıt makasını da ilk kez onda görmüştüm. Diğer makaslardan farkı, parmak giren yerlerinden birinin yuvarlak çıkıntısı olmaması, kesen kısmının da uzun olmasıydı. Hocamız seminer dersinin ilk günü kitapları, gazeteleri, dergileri nasıl kesip kartlara yapıştıracağımızı anlatıyordu. Tabii Google henüz yoktu ve bilimsel araştırma yapacak kişinin tek hazinesi kendi kartlarıydı. Ne kadar çok kart, o kadar iyi araştırma. Bu arada kitaplardan üç kopya satın almak (ikisi arkalı önlü kesmek için, diğeri kitaplığa koymak için...) gibi bir mali sorun da vardı. Bir kitap bile alacak parası olmayan biz öğrenci milleti için büyük bir zorluktu bu durum. Ayrıca çok zaman harcarsan makasla, makası tuttuğun elindeki başparmağın uyuşur, dikkat etmezsen bu uyuşukluk haftalarca geçmezdi.
Yani okuma-yazma öğrenmeden önce "scrolling" öğrenmiş sizin nesil için, bireysel bellek edinmenin ne kadar zor olduğunu anlatmak kolay değil. Makaslar, kartlar filan… Ama gerekli çünkü unutmakta sakınca olmadığını sandığımız birçok şeyi unutmamamız gerektiğini anlıyoruz yaşadıkça.
Kendisinden gayrı her şeyi hatırlayanlar
1908 darbesi hariç, başarıya ulaşmış veya akim kalmış bütün hükümet devirme hareketlerini yaşamış bir kişi olarak 15 Temmuz 2016 gününe kadar artık darbeleri unutabileceğimi sanıyordum.
Buraya döneceğiz ama önce bir iki satır Umberto Eco'nun Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi romanından söz edelim çünkü bir kurumsal bellek var; darbeler tarihi gibi. (Kurumsal bellek denince darbeler tarihini hatırlıyor olmamda nasıl bir ilişki var acaba?) Bir de kişisel bellek var. Borges ustaya göre, çiçek dürbünü gibi; çeviriyorsun yeni yeni çiçekler, farklı çehreler, değişik imgeler oluşuyor içinde (Hiç çiçek dürbünü gördünüz mü?). Kırık ayna parçaları. Aynada ne görürsün? Kendini ve arkadaki birkaç çehreyi… Sizin nesil buna "selfie" diyor.
Eco usta ise Yambo isimli Milanolu 60'larında bir eski kitap satıcısının öyküsünü anlatıyor. Yambo, bir bellek kaybına uğruyor; okuduğu her kitabı, her kitaptaki her kurguyu hatırlıyor ama kendisini hatırlamıyor. Okuduğu her şiiri ezbere söylüyor ama nerede doğdu, anası-babası kimdi, hangi okula gitti… Hiçbirisi yok artık belleğinde. Kendi adını bile bilmiyor. Geçmişini yeniden kazanmak için ailesinin köydeki evine taşınıyor; çatı arasında bulduğu sandıklardaki biriktirilmiş gazetelere, okul kitaplarına, çocukken topladığı çizgi romanlara, fotoğraf albümlerine, hatıra defterlerine bakarak geçmişi yeniden inşa ediyor. Hikâyenin tümünü anlatarak okurken alacağınız zevki kaçırmayayım ama Yambo sonunda, Mussolini'yi, Katolik okulundaki yıllarını, diş fırçalamanın nasıl bir his olduğunu, kayısı reçelinin tadını ya da onu sevip sevmediğini kare kare, tıpkı bir Tommiks, Teksas çizgi romanı gibi yeniden canlandırıyor... Canlandırıyor ama... Bunlar Yambo'yu yeniden ortaya çıkartıyor mu? Yoksa yeni bir Yambo mu oluşturuyor?
Biz ne yersek o muyuz? Ne yaşamışsak o muyuz?
1980'lerde dünyanın doğası bozulmuş ürünlerden yapılan gıdalarla dolup taşmasına tepki olarak 2000'lerde organik yiyeceklere doğru hızlı yöneliş başlarken, bunun edebiyatını yapanların çok kullandığı bir ifade vardı: "Biz ne yersek oyuz!" Canan Karatayvari bu ifade ile anlatılmak istenen, cismani varlığımızı oluşturan moleküllerin nereden geldiği, nelerden oluştuğu, nelere dönüştüğü önemli; bir süre sonra ortaya göbeğinin etrafı üç parmak yağ tabakası ile çevrili bir gövde çıktığında, o gövdenin içindeki "ben" de şişko, tembel, oturduğu yerden kalkamayan, her şeye üşenen, yeni yerler keşfetme, dağ bayır gezme, işe bisikletle gidip gelme fikrine kapalı bir "şey" halini almış oluyor. Yani yediğimiz şeyler bizi bir süre sonra esir alıyor; eski benliğimiz gidiyor yerine yeni bir benlik geliyor. ("haram" yemenin insanın ruhunu da bozacağı inancı, böyle bir şey olsa gerek.)
Ne yersek oyuz şüphesiz ama biz sadece yediğimiz şey değiliz. Yambo'nun öyküsünü okurken göreceksiniz, onun geçmişte yaşadıklarını öğrendikçe nasıl yeniden benliğini bulmaya başladığını. Ben kitabı okurken Yambo'yu bulut gibi, sis gibi tasavvur ettim. Her bellek parçası gelip yerine oturduğunda, Yambo'nun bir kısmı daha cisimleşmiş oluyordu.
Bir tarihte çok ama çok çalışkan bir öğrencim vardı; canavar gibi bir gazeteci olacağı daha birinci sınıfta belliydi ama bir şey vardı: Bu genç, arkadaşlarının arasında, hatta benim odamda bülbüller gibi şakırken, sınıfta "Gık" bile diyemiyordu. Tanıdığım bir psikolog iki üç seansta, bu arkadaşın, ilkokul birinci sınıftayken yaptığı bir haylazlık sebebiyle öğretmeni tarafından bütün bir ders, sınıf kapısının yanındaki çöp kutusunun içinde ayakta durmakla cezalandırıldığını ortaya çıkartmıştı. İlkokuldaki bir haylazlığımız ve öğretmen hanımın verdiği bir ceza, bizi bugün kitle önünde konuşamaz hale getiriyor ve biz "bu" oluyoruz.
Gelelim 15 Temmuz'a
Aslında hiç gelmeyelim o meş'um tarihe! Ama gelmemiz lazım ve buraya kadar ettiğim lafların da mebdei ve müntehası budur. (İnsanı iki üç kere sözlüğe baktırtmayan yazı mı olurmuş?)
Başlangıç noktamız hatırlamaktır. Yani belleğin işlevi o. Şu meşhur sözü hatırlayalım: Unutmak bir noksanlıktır. İnsan hafızasının illeti, derdi, yani sıkıntısı unutmaktır.
Unutmaz isek, önlem alırız. "Başımıza gelenlerden korkmadığımız için bütün korktuklarımız başımıza geldi" demişti birisi. Başımıza gelenleri unutmaz ve bize verdikleri korkuyu, öfkeyi, gazabı hatırlar isek, ancak ve sadece hatırlar isek, önlem alabilir, tekrarına engel olabiliriz.
Örneğin, 27 Mayıs 1960'ı unuttuğumuz, başbakanımız ve iki bakanımızı nasıl haksız, kanunsuz ve açıkça cinayet olan bir şekilde idam ettiklerini hatırlamadığımız için bu felaketin nasılını, niçinini düşünmedik ve başımıza 12 Mart 1971 geldi. Biz yine işin özünü değil de şeklini, bu darbeden sonra parlamentonun işler vaziyette kalmasının biçimini hatırladığımız için 12 Eylül 1980 darbesi oldu. "İyi darbedir", "Solcuları astılar" "Askerler İmam-Hatip'leri çoğalttı, teşvik ettiler" gibi yine asıl hatırlanması gerekenleri değil de birtakım konuyla ilgisi olmayan şekillere takılıp kaldığımız için üç gün sonra darbenin temel niteliğini, insan haklarına, demokrasiye aykırı bir şey olduğunu unutuverdik; sonuç 28 Şubat 1997 oldu.
Bu kez unutmadık; bir askeri darbenin asli unsurlarını oluşturan asker sivil bürokratik vesayet sisteminin ortadan kaldırılması için gereken önlemler alındı ve bu kez daha vahim bir şey oldu; benim gibi birçok insan, bu ülkede 10 yılda bir darbe olduğu gerçeğini unutuverdik.
"Artık bu ülkede darbe olmaz" dedik. "Darbeler tarihte kaldı" dedik. Bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu kişiler artık bir İngiltere, bir Amerika olduğumuza dair ne ahkâmlar kestiler!
Ah işte! Hafıza-i beşer! Unutma hastalığı ile malul olmasa, Yambo gibi kayısı reçelinin tadını ve onu sevip sevmediğimi hatırlıyor olsam, yani benliğimin bir parçası üç boyutlu, renkli sinemaskop görsel olmaktan çıkıp bulutumsu bir şey halini almamış olsa idi, bilecektim ki, vesayetin her türlüsüdür demokrasiye aykırı olan. "Bizi biz yapan belleğimizdir" demek bu demekti işte. Unutursan, senin gerçekliğini oluşturan resmin bir bölümü silinir ve yerini bir sis, bir bulut alır. Unuttuğun şey, senden bir bölümü alır götürür. Unutursan, ölürsün.
Biz hafızalarımızla biziz
Benim 15 Temmuz anım şudur: Bir bilişim hocası, uzaktan eğitim uzmanı profesör dostum ile bir Ramazan'ın son iftarında ailece beraber olduk. Kızlarından, oğullarından söz ettik. Eşlerimiz sohbet ettiler. Sonra bizim okulda yeni kurulan dersliklerdeki uzaktan eğitim sistemlerine bir bakması ve eksiklerimiz varsa bize göstermesi için mutabık kaldık. Bayram ertesi olamaz dedi çünkü kayınpederleri onlara geliyordu uzak Karadeniz ilinden. Bayram sonrası haftadan bir hafta sonra. Şu gün şu saatte, şurada buluşalım dedik. Buluşamadık çünkü o arada bir 15 Temmuz günü ve gecesi oldu. O gece Prof. Dr. İlhan Varank'ı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni vesayetçi darbeye karşı savunduğu sırada, diğer 16 kişiyle beraber, tertemiz alnından vurup şehit ettiler.
Bu anı, beni ben yapan şeylerden biri. Ben İlhan hocayı unutursam, sen Bayrampaşa'daki Çevik Kuvvet Müdürlüğü önünde öldürülen ve en genç şehit olarak tarihe geçen 15 yaşındaki işçi Halil İbrahim Yıldırım'ı unutursan, ne bileyim reklamcı Erol Olçok'un kurduğu reklam şirketindekiler köprüde halka açılan ateşle yan yana şehit düşen Erol Olçok ile oğlu Abdullah Tayyip'i unuturlarsa, 250 kişiyi tek tek saymayayım ama eğer bu kişilerden birisini hatırlayan bir tek kişi kalmazsa, işte o zaman darbe gerçekten olmuş ve biz bütünüyle ölmüş sayılırız çünkü bizi biz yapan belleğimizin hepsi silinmiş olur. Tam tersi olur ve 81 milyon tek tek bu şehitlerin hepsini onları şehadete götüren olayların seyrini, sebeplerini, nasıllarını, niçinlerini, mebdelerini ve müntehalarını, ortadaki ittisal noktasını bütünüyle belleklerine kazır ve her ihtimale karşı, nisyan hastalığına önlem olarak bir de arşivini tutar, müzelerini kurar, sergilerini açarsa, o zaman işte Yambo gibi "Ben kimim" derdine düşmeyiz.
Çünkü "hayatım" dediğimiz şey, kırık ayna parçalarının sergilendiği bir selfie müzesi ise bu kayıt parçacıklarında bir ben varım bir de arkamdaki, yanımdaki, sağımdaki solumdaki olaylar, çehreler, simgeler var. Bu ögeler, benim belleğimde var oldukları sürece benim gerçeğimdir. Burada "kimlik" kelimesini okuduğunuz anda zihninizde mavi veya pembe bir kart simgesi oluşuyor mu? Kimliğinizi düşündüğünüz anda da zihninizde birden çok selfie albümü beliriyor. Kimi ilkokulda edindiğiniz kimi ise ilk girdiğiniz işte kazandığınız kimliğiniz. Bu selfielerden bir kısmından kayısı reçelini sevip sevmediğinizi hatırlıyorsunuz; bir kısmından size hayatta nirengi noktası olan, sizin hayatınıza yön vermenizde deniz feneri görevi yapmış, yapmakta olan insanlar var.
İşte bu kişiler belleğinizden silinecek olursa siz de bir parça silinirsiniz.
Siz, ben, reklam şirketindekiler, diğer milyonlar, belleğimizle varız ve belleklerimizdekiler de hatırlandıkları sürece varlar.
Unutursak, asıl o zaman ölürler. Biz o hafızalarımızla biziz.