Güneş ülke Anadolu
Eski Mısır'da Anadolu'ya "güneş bahçesi" derlerdi. Mısır'da yaşayan aydınlar, bilgiye ulaşmak, kendilerini geliştirmek için gemilere binip Anadolu'ya gelirlerdi. Torosların gölgesinde, gürül gürül akan suların yanı başında soluklanıp bu cennet ülkede bilgilerini ve ruhlarını tazeleyerek ülkelerine dönerlerdi.
Anadolu topraklarını dünyanın her yerinden farklı kılan bu muhteşem bilgi birikimi, insanındaki bu erdem, bu duygu yükü nereden gelir diye hep düşünmüşümdür. Dünyanın en vahşi orduları, Anadolu topraklarına gelince nasıl olur da burada güçlü ama insancıl devletler kurarlar? Nasıl olur da Anadolu, dünyanın en ileri düşüncelerini bin yıllar önce en saf haliyle benimser, sadelik içinde büyük kültürlere ev sahipliği yapar? Anadolu'nun bu hoşgörüsü, bilgeliği, insanca yaşama ve yaşatma içgüdüsü sahi nereden gelir?
Bir rastlantı mıdır, Nuh Peygamber'in Cudi Dağı'nın zirvesinde demirlemesi? Hz. İbrahim'in en büyük mucizelerini Urfa'da gerçekleştirmesi? Aynı yörede bulunan peygamber kabirleri, Ashab-ı Kehf'in sığındığı mağaranın burada bulunması? Ya kadim uygarlıkların en bilge insanlarının bu topraklarda yaşamaları? Bize asırlarca Yunan uygarlığı diye anlatılan Batı Anadolu medeniyetinin zirvedeki isimleri Homeros, Heredot, Tales, Pisagor ve hatta Hipokrat'ın topraklarımızda kök salmaları? Diyojen'in elinde feneriyle Karadeniz'in dalgalarına bakarak kurduğu derin felsefe… İsimlerini sayamadığımız eski dünyanın yüzlerce bilgininin topraklarımızdan dünyaya ışık saçmaları…
Nasıl ki bitkiler yaşayabilecekleri doğada çoğalırlarsa, uygarlıklar da kendilerine uygun coğrafyalarda gelişirler. Bu nedenle Anadolu coğrafyasında eski dünyanın en büyük medeniyetlerinin bulunması da tesadüf değildir. Anadolu, insanlık tarihi için büyük bir vahadır. Zulümden kaçan insanların kendilerini bulabilmek için koşup geldikleri bir soluklanma ülkesidir.
"Bin Tanrılı kent"
Anadolu topraklarında bilinen ilk büyük devlet Hititlerdi. İnsan kemiklerinden tepeler yapıp bununla övünen Mısır'ın vahşeti sürerken, Hititler Anadolu'da insancıl bir devlet anlayışı ile yaşıyorlardı. Hititlerin bence en büyük erdemi, fethettikleri topraklarda yaşayan halkların inançlarına karışmamalarıydı. Bu nedenle başkentleri Hattuşaş'a "Bin tanrılı kent" demişlerdi.
Asırlar sonra aynı topraklarda kök salan ve İslam'ın ışığı ile aydınlanan Selçuklular ve Osmanlılarda da inanç özgürlüğü her zaman çok önemli oldu. "Kim olursan ol gel" diyen Mevlâna, insanlık için, uygarlık için son noktayı koymuştu.
Hititler buğdayı güzel işler, çeşit çeşit ekmek yapar ve ekmeklerini fethettikleri yeni ülkelerdeki kültürler ışığında hem geliştirir hem de onlara ikram ederlerdi. Fırınlardan ve ocaklardan yükselen ekmek kokusu, bizi Hititlerden beri Anadolu geleneklerinin en köklüsüne götürür. "Ekmeğini paylaşmak" bizlere ta asırlar öncesinden kalan en güzel mirastır.
Bir dostum beni yıllar önce Konya'da Çatalhöyük kazılarına götürmüş ve eski Konyalıların duvarlara çizdikleri resimlere dikkat etmemi istemişti. Çatalhöyük'te en ilkel evlerin, mağaraların duvarlarında bin yıllar ötesinden bugüne ulaşan desenlerin kilim ve halılarla bugüne ulaşabilmesine şaşırmıştım. Sonra uzun uzun düşündüm. Bu toprakların kuşkusuz dünden gelen bir kültürü vardı, her gelen üzerine yeni bir şeyler eklemiş böylece Anadolu kültürü oluşmuştu. Bir dönem mozaikleriyle ünlü Zeugma, yani günümüzün Gaziantep'inde ben hâlâ hünerli ellerin bu sanat eserlerine yatkın olduğunu düşünürüm. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Mesela, Denizli eski çağların en büyük dokuma ustalarının toplandığı bölgeydi. Bugün de Denizli dokuma, kumaş konusunda üstün yetenekli ustalarla doludur. Hitit kabartmalarında gördüğümüz bağlama çalan insan figürleri, Anadolu'nun bağlama geleneğinin başlangıcıdır. Urartu uygarlığının maden işçiliğinde geldiği nokta, Kapalıçarşı ustalarının ellerinde altın ve gümüş mücevherlere dönüşüp dünyayı kendine hayran bırakır.
Işık ölümsüzdür
Rahmetli babamın Konya Taşkent doğumlu olması ve hâlâ pek çok akrabamın o bölgede yaşamasından olsa gerek Torosların benim için önemi büyüktür. Torosların zirvesinden Akdeniz'in sonsuzluğuna bakan Likyalıların hikâyesi de beni derinden etkiler. Likya, dünyanın ilk demokratik birliğini kuran ülkedir. Kadınlara erkeklerden daha çok hak vermeyi başarabilmiş bir toplumdur. Çok saygı duyduğum ve benim için hiçbir zaman eskimeyen dünya lideri George Washington, ABD'yi kurarken Likya uygarlığından esinlenmiştir. (Geçtiğimiz günlerde ABD'nin son dönemde dünyayı karıştıran zalim davranışlarını anlattığım yazımı, "ABD'nin kuruluş ayarlarına dönmesi gerekiyor" diye bitirirken de George Washington'u bir kez daha anmıştım.)
Likya uygarlığının beni etkileyen bir başka yönü ise, özgürlükleri için verdikleri savaştır. Çeşitli ülkelerin saldırılarına karşı koyan Likyalılar sonunda tutsak olmamak için kendilerini yakarak intihar ederler. Anadolu'yu yurt edinen Müslüman Türkler de tarih boyunca vatan aşkıyla hiçbir tehlikeden korkmaz, ölüme gülerek yürürler ancak iki uygarlık arasında büyük bir fark vardır. Müslüman Türkler, kanlarının son damlasına kadar savaşıp ölümü Allah'tan bekler ve şehit olurlar zira İslam'da şehitlik en yüksek mertebedir.
Selçuklular, geldikleri Orta Asya'nın kültürü ile bu topraklara yepyeni bir uygarlık getirmenin ötesinde Orta Çağ karanlığında dünyaya ışık olurlar. Anadolu kültürünün gelişmesinde Hoca Ahmet Yesevi'yi anmadan geçemeyiz. Kitlelerin anlayabileceği sade bir Türkçeyle İslam'ı anlatarak onun yayılmasına en büyük emeği veren Ahmet Yesevi, binlerce öğrencisini Anadolu'ya göndererek bu güzel dinin en güzel şekilde anlaşılmasını istemiş, Türklerin savaşlardan önce engin bir felsefe ile Anadolu'yu fethetmelerini sağlamıştır. Onu her zaman minnetle anmamız gerekir.
Mevlana'nın, Yunus'un, Hacı Bektaş'ın, Hacı Bayram Veli'nin, Taptuk Emre'nin, Şeyh Ali Semerkandî, Akşemsettin, Ebu'l Hasan Harakânî ve daha isimlerini sayamadığımız nice velilerin izinden giden Selçuklu ve Osmanlılar, Anadolu kültürünü dünden bugüne taşırlar.
Son dönemde tüm dünya zalimlerine karşı çıkan ve çoluk çocuk kendine sığınan herkese kapılarını açan Türkiye eski bir Anadolu geleneğini yaşatmaktadır. Asırlar önce Roma zulmünden kaçan Meryem Ana'yı (Ben onu hep acılı Orta Doğulu bir ana olarak görürüm) kucaklayan Anadolu insanıdır. Engizisyondan kaçan Yahudilere kapılarını açan yine Anadolu'dur. II. Dünya Savaşı'nda faşist yönetimlerden, Rusya'da Stalin'in zulmünden kaçanlara iş ve aş veren yine bu topraklardır.
Her zaman şunu söylerim; "Eğer biz geçmişimize sahip çıkmazsak gelir birileri alır sahiplenir." Yaşadığımız bu topraklar üzerinde kurulmuş tüm medeniyetler bizim medeniyetimizdir çünkü hiçbir şey yok olmaz, sadece şekil değiştirir. Işığı taşıyan eller değişir ama ışık ölümsüzdür.
Fatih Sultan Mehmet'in, Alaeddin Keykubat'ın, Alp Arslan'ın, Truva Kralı Hektor'un, Roma'ya karşı çıkan Kommagene Kralı Antiachos'un, Hitit Kralı Şuppililuma'nın ve nihayet Gazi Mustafa Kemal'in ışığının kaynağı aynı ışıktır.
O ışık Anadolu'dan yakılır ve tüm dünyayı aydınlatır. Yaşadığı toprakların hikmetini iyi kavrayamamış, bu bilinci gelecek kuşaklara devredememiş toplumların ayakta kalamayacaklarını her daim hatırda tutmak gerekir.
Sonsuz saygılarımla, sonsuza kadar sizlerle…