Beyazperdenin göç hikayeleri
1950'lerde başladı her şey… Çok partili hayata geçen Türkiye'de pek çok şey değişiyordu. Hız verilen sanayi hamleleri, yatırımlar, büyük şehirlere ilgiyi artırıyordu. Kırsaldaki ekmek kavgası şehirlere taşınıyordu. Önce erkekler sonra kadınlar ve çocuklar gelmeye başladı. Aileler, sülaleler ve köyler derken şehirler nizamsız büyümeye başladı. Geleceği için milyonlarca kişi şehirlere göç etti. Günümüze kadar uzanan bu göçlerde pek çok başarı öyküsü de yaşandı muhakkak ama dramların sayısı daha fazlaydı şüphesiz.
En çok göçü de köyler verdi. Pek çok köy, korku filmi platosuna dönüştü. Hatıralar, gelenekler, evler, meyve ağaçları ve daha pek çok şey geride kaldı. Çocuklara daha iyi bir gelecek için çıkılan yolda gece gündüz, bedenlerin yıpranmasına ve zamanın geçişine aldırmadan çalışıldı; kadın, erkek, yaşlı, genç demeden. Mesai kavramının olmadığı çocukların bile işçiden sayıldığı bu zalim düzende, umuda ekmek banıldı çoğu kez. Dar, loş, pis, eskimiş bekâr odalarında kimse sigara dumanından fon yapıp kuru hayaller kurmak istemezdi ama geride para gönderilecek, ihtiyaç sahibi eş, bacı, ana, çocuk, baba vardı. Frankenstein'da somutlaşan bu yabancılaşma, sinematografik öyküler de sunuyordu şüphesiz. Ruhunu arayan insanoğlunun acıklı hikâyesi seyredilmeye değerdi.
Yeşilçam'ın göç hikâyeleri
Yeşilçam da es geçmedi gözü önündeki bu öyküleri. Kendini yeni keşfeden Türk sineması için bulunmaz bir fırsattı bu. II. Dünya Savaşı sonrası film ithalatının azalması, yeni Türk sinemacılarının ortaya çıkacak cesareti bulması, yerli filmler için uygun bir ortam hazırlanmıştı. Yeni Türkiye'nin yorgun toplumu sinemaya alışmış, onu bir kültür haline getirmişti. Ekonomik ve siyasal yapıdaki iyileşmeler, toplumdaki gelişmelerle yoğun bir teşrik-i mesai içinde olan sinemayı da etkiledi. Türk sineması pek çok türde filmler yapmaya başladı: Bilimkurgu, korku, dram, komedi, fantastik… Ama en çok kendi insanını anlattı komedi ve dram içinde.
Hem dramatik yapıya uygunluğu hem topluma dokunuşu, göç kavramını cazip kılmaktaydı. Diğer taraftan sinema seyircisi kendini ve acılarını perdede görmek istiyordu. İşte böyle başladı köylü urbası ile Haydarpaşa Tren Garı'nda yahut eski İstanbul Otogarı'nda inenlerin hikâyesi. Böyle başladı birçok film.
Bir mücadeledir göç filmleri. Şehirle ve şehrin kabadayıları, patronları, para babaları, züppe zenginleri, kendini beğenmiş güzelleri, ukala yakışıklıları, adam satan arkadaşları ile. Köyün açmamış goncaları ve yiğit delikanlılarının heba oluşu serilir gözler önüne. Kimi ders verir, şehrin insanı nasıl yuttuğuna dair; kimi bilgi, şehrin ve şürekâsının nasıl yenileceğine dair. Alın teri, bilek gücü gösterilir; namuslu olmanın faziletleri sıralanır; birlik olduktan sonra her engelin aşılabileceği öğretilir.
Gelecekleri uğruna göç edenlerin öykülerinde değişememe, değişime direnme de vardır. Yanlarında getirilen kültür, özümsenen değerler, kemikleşmiş alışkanlıklar, neon lambaların yandığı sokaklara taşınır. Asansörlü ve doğalgazlı evlere, düzayak sobalı evlerin muhabbeti uymaz. Son yılların tabiriyle "entegrasyon" sorunu vardır. Uyum sağlayamayanlar "Kezban"dır. Kezban, kendi olarak kabul görmez bu şehir yerinde. Ya değişmeyecek kaybolacak yahut değişerek yenecektir. İkinci şık seçilir çoğu kez. Şehir âdetleri uygulanır, medeniyetin topuklu ayakkabıları giyilir. Kedi yürüyüşleri, takım elbiseler, cakalar ve illa Avrupa'dan getirilen kumaşlarla örtülen bedenler… Saçlar örgülü değil permalı, tırnaklar ojeli, ayaklar pedikürlüdür.
Her şey para içindi
Para ve namusun mücadelesine indirgenir her şey; filmsel ifade ile zengin kız, fakir oğlan hikâyesine. Burada zenginlik ve fakirlik, oğlan ve kız arasında değişebilir. Göç sadece bir amaç değil yaşam biçimi halini de alır… İhtiyaç kadar kazanıp pirüpak yaşamak mı üzerinizde fazlalıklar olmadan; yoksa hâli vakti yerinde şatafat içinde her türlü nimetten faydalanmak mıdır evla olan? Tercih sizin. Bu keskin kutuplu çatışma türlü varyasyonları ile işlenir. Aynı öykü, farklı makyajla seyirciye sunulur.
Gecekondular da yer alır bu filmlerde. Zabıta savaşlarında bulursunuz kendinizi. Bir yapılır bir yıkılır evler boş alanlarda. Hiçbir şey meraya kondurulan evlere benzemez. Elektrik, su, yol dert olur. Evler küçük ve şekilsizdir. Dengesiz sıralanır şehir dışına. Vakti geldiğinde müteahhit sıraya sokar evleri hayırlısı ile cüzi bir miktar paraya ya da aba altından gösterilen sopaya. Apartmanlaşma, sonra kentsel dönüşüm çırpınışları yansır beyazperdeye… Adına "Gecekondu sineması" denir. Herkesin geleceği için göçtüğü, aslında distopik bir evren olan bu gecekondu gezegeninde yaşam var mı yok mu, yoksa hepsi bir simülasyon mu belli değildir ama acının gerçekliği vardır grafitisiz duvarlarda.
Bitmeyen Yol (Duygu Sağıroğlu, 1965), Ömer Lütfi Akad'ın Gelin (1973), Düğün (1973), Diyet (1974) üçlemesi, Taşı Toprağı Altın Şehir (Orhan Aksoy, 1978), Yosma (Orhan Elmas, 1984), Gülsüm Ana (Memduh Ün, 1982), Bir Küçük Bulut (Faruk Bulut, 1982), Düttürü Dünya (Zeki Ökten, 1988), Sultan (Kartal Tibet, 1978), Bir Yudum Sevgi (Atıf Yılmaz, 1984), Canım Kardeşim (Ertem Eğilmez, 1973) gibi önemli filmler iç göç olgusunu farklı boyutları ile işler.
Göç göç diye nicesine sarıldım
Türk sinemasında göç temalı filmlerde iç göçün yanında Türkiye'den Avrupa'ya siyasi ve ekonomik nedenlerle, yasal yahut yasadışı yollarla gerçekleşen dış göç ve göçmenlerin gittikleri ülkelerde ekonomik, kültürel, dilsel, yaşam biçimi ve uyum bağlamında karşılaştıkları sorunlar da yansıtılır. (İlbuğa, 2013) Türk sineması, dış göç olgusunu geç bir tarihte, 1970'li yılların başında gündemine alır. (Osmanoğlu, 2016) Bu filmlerde Almanya başta olmak üzere İsveç, İsviçre, İngiltere ve Norveç gibi refah düzeyi yüksek Avrupa ülkelerine yapılan göçlerin hikâyeleri anlatılır.
60'lı yıllarda ülkemizi ve Almanya'yı etkileyen başka bir göç hikâyesi başlar. Almanya ile 31 Ekim 1961'de imzalanan Türk İşgücü Anlaşması ile ilk olarak 2 bin 500 Türk, Almanya'ya göç eder. Yıllar içinde bu sayı katlanarak artar. Almanya'da sayısı 2 milyonu aşan, üçüncü neslin hayatına başladığı ve ses getirdiği Almancılar, dertleri, tasaları, zevkleri, sorunları ve getirdikleri yeniliklerle sinemamızda hatırı sayılır bir yer edinir.
Hülya Koçyiğit ve Rahmi Saltuk'un başrollerini paylaştığı Almanya Acı Vatan (1979), Almanya'nın aileleri nasıl dağıttığını anlatır. Özellikle kültürel farklılık ve uyum noktasında yaşanan sorunların sıklıkla yaşandığı ve bu yüzden ailelerin parçalandığı bir ülkedir Almanya. Film bu soruna dramatik şekilde parmak basar.
Almancı deyince aklımıza Şener Şen'in meşhur kamyon sahnesi gelir. Ertem Eğilmez'in efsaneleşen Banker Bilo 'sundan (1980) bir sahnedir bu. Köyündeki garibanları Almanya'ya götürmek vaadiyle kandıran Maho, İstanbul'a girişte kamyon önünde hayali Alman görevlilerle konuşur. Herkes içerde titrer, Şener Şen oyunculuğunu konuşturur. Kâh bir Alman olur kâh kendisi kâh bir Alman köpeği. Hayallerinin satıldığından, kandırıldıklarından habersizdir köylüler. Almanya'ya gidemedikleri gibi paralarından da olurlar.
Bir diğer Almancı filmi Sarı Mercedes 'tir. İlyas Salman'ın Almanya'da çalışarak biriktirdiği tüm parayı yatırdığı Mercedes marka otomobille memleketine dönüşünü anlatır Sarı Mercedes
(1992). Almancıların kendilerini yok eden hırslarını ve maddiyata bağlılıklarını gördüğümüz filmde Bayram, kendi bayramını yaşayamaz bir türlü. Yönetmenliğini ve senaristliğini Tunç Okan'ın yaptığı film, Adalet Ağaoğlu'nun bir yol hikâyesini ele aldığı Fikrimin İnce Gülü eserinden beyaz perdeye uyarlanmıştır.
Kartal Tibet'in yönettiği Davaro 'da (1981) ise Almancı Memo'nun (Kemal Sunal) hikâyesine tanık oluruz. Almanya'da kazandığı para ile köyüne gelip sözlüsü Cano ile evlenme hayalleri kuran Memo için hiçbir şey o kadar kolay değildir. Mercedes-Almancı ilişkisine bu filmde de vurgu yapılır. Memo, modern Almanya'dan gelirken küçük ev aletleri getirmiştir. Annesi (Adile Naşit) küçük blender'da tarhana yapmaya kalkar. Almanya'da her buldukları küçük-büyük elektronik aletleri memleketlerine getiren Almancılar, pek çok teknolojik değişimin de öncüsü olmuştur.
Acı vatan
Kemal Sunal, Almancı rolünde birçok filmde karşımıza çıkar. Bu filmlerden biri de göç olgusunun toplumsal yansımalarını konu edinen Gurbetçi Şaban (1985) filmidir. Gurbetçi Şaban 'da, işçi olarak Almanya'ya giden Malatyalı Şaban'ın hikâyesi trajikomik şekilde anlatılır. Almanların Türklere bakışı ve dönemin Almanya'sından görüntüler oldukça dikkat çekicidir.
Âşık olduğunuz Alman bir kadını nasıl etkilemeye çalışırdınız? Polis kılığına girerek… Ali Ekber (Kemal Sunal) tam da bunu yapıyor Polizei (1988) filminde. Şerif Gören, Polizei 'da farklı bir bakış açısı ile Alman disiplinini, gurbetçilerin yaşantılarını gözler önüne serer.
Almancı göçmen filmlerinin en önemlilerinden biri de Duvara Karşı 'dır (2004). Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü alan Duvara Karşı , göçmen kızı Sibel'in ataerkil aile yapısı içinde yaşadığı sıkıntıları dile getirir.
Sinemamızda başarılı göç hikâyelerinden biri de Tunç Okan'ın yönetmenliğini, senarist ve yapımcılığını üstlendiği Otobüs (1974) filmidir. Film, Avrupa'nın bereketli topraklarına gitme teşebbüsünde bulunan dokuz köylünün hikâyesini anlatır. İstikamet İsveç'tir. Tunç Okan, Cumartesi Cumartesi
(1984) isimli ikinci filminde ise yönünü İsviçre'ye çevirir. İsviçreli ve Fransız oyuncuların rol aldığı Cumartesi Cumartesi , İsviçre'de yaşayan bir Türk çiftin cumartesi gününü mizahi bir üslupla ele alır.
Kalandar Soğuğu (2015) ile büyük başarı yakalayan Mustafa Kara'nın imzasını taşıyan Umut Adası (2007) ise güneş batmayan imparatorluğa doğru yelken açtırır Türk insanına. İngiltere'de yeni bir yaşam kurabilmek için umut yolculuğuna çıkan bir avuç insanın hikâyesidir Umut Adası.
Sinema için çok güçlü hikâyeler barındıran göçler, güzel senaryoların boy verebilmesi için uygun topraklardır. Göçlerin ve sonuçlarının gelecek nesillere aktarılması, tarihe not düşülmesi, gizlenmemesi gerekir. Türk Sineması da bu zengin malzemeden sık sık yararlanmış, toplumsal, siyasal ve kültürel değişimlere değinerek, göç kavramı üzerinden kimlik, mülkiyet ve din eleştirileri yapmıştır.