Nisan 2018 | Editör Yazısı
Modern dünyanın başımıza açtığı en büyük felaketlerden biri, bizden geriye bizi hatırlatan nesnelerin değil sanal objelerin kalacak olması… Sosyal medya profillerimizdeki fotoğraflarımızı biriktirerek evlerde sakladığımız albümleri azalttık. Artık maille bütün yazışmalarımızı yapıyor, kalem yerine klavye kullanıyoruz.
Eşyanın ruhu olduğuna inanmak bile aşağılanır bir şey oldu, belki de o yüzden artık kullanmaz olduk şu güzelim deyimleri: Eşyanın tabiatı, hissi kablel vuku…
Dünyayı anlamak onunla aranıza mesafeler koymayı gerektirir. Rebecca Solnit'in Kaybolma Kılavuzu'ndan şu cümleler: "Bazı şeylere ancak kayıp kaldıkları sürece sahip olabiliyoruz ve kayıp sandığımız bazı şeyler de aslında kayıp filan değiller, sadece uzaktalar."
Tam da bu sebepten dosya konularımızdan birini mektuba, diğerini ise yeni medya meselesine ayırdık. Biri eskide kalmış, diğeri geleceğimizi biçimlendirmeye kalkmış iki önemli konu…
Mektup sadece resmi yazışmaların nesnesi oldu 21'inci yüzyılda. Oysa tarihi, yazının bulunduğu çağlara kadar gidiyor mektubun. Bugün müzelik olduğuna bakmayın, yazdığımızın bir değerinin olduğunu anlamak ve anlatmak için bile ya çıktısını alıyoruz ya da ıslak imzalı olmasına öncelik veriyoruz. Ekranda ve internette dolaşan yazının uçucu olduğuna böylece kanaat getiriyoruz. Yeni medya ise önümüzdeki yıllar boyunca konuşacağımız bir diğer önemli konu.
Ne demişler; "En silik mürekkep bile, en güçlü hafızadan iyidir." Pulların, damgaların, hatırası olan mektupların, kendisi değil de similasyonu olan yüzlerin ve geçmişle gelecek arasında sallanan sarkacın, yani kocaman paradokslarımızın dünyasına hoş geldiniz…