OYNAMA, OYNAMA! SEN ARTİST MİSİN?
Bu "fenomen" olayı çıktığı günden beri, eskiii TRT'ci bir dostumun radyoculuk eğitimi derslerini hatırlarım. Ama bu hatıraya geçmeden önce, iletişimin, fenomenler tarafından berbat edilmeden önceki bazı esaslarından söz etmemiz gerekiyor…
Radyo, televizyondan ve hatta gazete-dergi yayıncılığından farklı olarak, muhatabın zihninde oluşturacağı "kelime-resimler" ile işliyor. Her kelime, daha doğrusu her ses, duyanın zihninde bir imaj, bir resim oluşturuyor. Bu kelime- ses-resim ilişkisi doğduğumuz andan itibaren bize o dili öğreten, bizimle birlikte o dili konuşan ve kısaca bizim "toplum" dediğimiz varlık tarafından belirleniyor. Dinler, toplumun bu bilgiyi Yaratıcı'dan aldığını öğretiyor bize. Seslerle kelimelerle onların işaret ettiği anlamlar arasındaki ilişki keyfi olduğuna, aralarında zorunlu bir ilişki bulunmadığına göre, bu ilişkinin nasıl ortaya çıktığına dair, dinlerin öğretisinden başka bir kuram da yok elimizde. Fransız düşünür, sosyolog, medya kuramcısı, Jean Baudrillard (1929- 2007) Simülakrlar ve Simülasyon kitabında bu konuda epey bir akıl yürütüyor; okunabilir.
Özetle, "ağaç" dediğim zaman aklınıza kökleri, dalları, yaprakları olan o koca şey geliyorsa bunun ne "a", "ne "yumuşak ge" ve ne de "ç" sesi ile oluşturduğum "ağaç" sesi ile bir ilgisi yok. Nitekim Türkçe bilmiyorsanız, milyon kere "ağaç" desem bile sizin bir ağacı gözünüzün önüne getirmek ve "Haaa, bu adam ağaçtan bahsediyor!" demeniz mümkün değil. İlla Türkiye'de, bu toplumun içinde yaşamış olmanız veya bu toplum adına bir öğretmenin size Türkçe öğretmesi gerekir ki, ağaç ile alakası olmaya a-ğ-a-ç sesi, size dallı budaklı, bahçenizdeki incecik fidanı veya 83 metre boyunda 11 metre çapında gövdesiyle Sekoya Ormanlarındaki General Sherman adındaki sedir ağacının resmi gözünüzün önüne gelsin!
Tonlama ve duygu aktarımı
Kelimeleri cisimlere bağladık da şimdi onları duygulara, heyecanlara nasıl bağlayacağız? İşte eskii radyocu eskii dostumun öğretisi bu noktada başlıyor. Derdi ki kendisi: Hislerin de adı vardır ve ad olan bu kelimeler seslendirilirken yapılan tonlama o kelimenin resmini beynimizde canlandırır. Şimdi bu paragrafın ikinci cümlesindeki iki "eski" kelimesine bakar mısın? Neden olması gerektiği gibi "eski" diye yazmamışım da bir "i" ilavesiyle "eskii" yazmışım? Konuşuyor olsa idik bu kelimeyi uzatarak söyleyecektim ve siz de bu uzatma vurgusunun yaptığı toplamadan, bu arkadaşla aramızdaki hukukun, ilişkinin çok uzun zaman önce kurulduğunu ve artık belki de bu ilişkinin devam etmediğini anlayacaktınız. Zihninizde "eski dost" veya "unutulmuş arkadaş" kavramları nasıl bir imaj çiziyorsa, öyle bir resim oluşacak ve "Haa! Demek ki Hakkı Öcal ile bu radyocu her kimse onun arkadaşlığı eskiye dayanıyor ama artık belki de görüşmüyorlar bile!" hissine kapılacaktınız.
Tonlama, bir ikinci boyuttur sese eklediğimiz. Mimikler, jestler, kaş göz oynatmalar, duraklar, iki cümle arasına konan boşluklar, belirli kelimeleri tekrar etmeler… Tonlama derken, başlıyor insanlar oynamaya; bırak oynamayı dans etmeye…
Evet, söylediğimiz sözün dinleyende bir duygu, bir düşünce oluşturması, örneğin acındırması, kızdırması, sevindirmesi, neşelendirmesi, korkutması, çekindirmesi için tonlama, mimik ve jest şart. Hatta bu işler için özel kelimelerimiz bile var; nasıl bir tonlama olacağı, nasıl bir jest ve mimikle söyleneceği de kurala bağlanmış kelimeler. Örneğin, "Vah, vah" kelimeleri sırıtarak söylenmez. Eğer söyleniyorsa bu acındırma değil, başka bir duygu oluşturmak içindir. Birinin kendisine acındırmak için yaptığı bir şey, söylediği bir söz ile alay ediyor olabilirsiniz, mesela.
Bu kurallarımız ortadadır ve biz bunları gerektiği ölçüde kullanarak sadece anlamları değiş tokuş etmekle kalmayız, aynı zamanda duygu ve düşüncelerimizi de görücüye çıkartırız. Dinleyen, beğenirse alır ve o hislere sahip olur; beğenmezse burnunu kıvırır, geçer gider.
Fenomen denen zevat
Eskii dostumun bir lafını, getirip bu "fenomen" olayına bağlamak, onun radyoculuk eğitiminden bir dersi aktarmak için ettiğim şunca lafa bakın! "Attığın taş ürküttüğün kurbağaya değsin" derler ya! O hesap! Ders ya da taş şu: Bu fenomen şahısların videolarına bakıyor musunuz? Hepsinin ama hepsinin ortak özelliği bu tonlama çabasında aşırı, inanılmaz aşırı abartma çabası. Bu dostum, genç radyocu adaylarına, "Sesinizle oynayacaksınız; ama her tiyatrocuya ustaların verdiği ana ders sizin için de geçerli: oynayayım derken dansözlük yapmayacaksınız!"
Karl Jung'un her zaman ve koşulda doğru olduğuna inandığım bir sözü vardır: Bütün savaşlar, gereksiz genellemelerden çıkar. Gerçekten de lafa "Bütün filancalar..." diye başlayan biri, birilerini üzmeden, kızdırmadan, bir şey söylemeyecektir. Bu sebeple şu söyleyeceğimi de lütfen bu uyarı çerçevesinde değerlendiriniz: Fenomen denen zevatın hemen hepsi, bu tonlama işini, öyle gereksiz, öyle başka türlü de yapılabilir tarzda yaparlar
ki, sonunda hemen hepsinin dansözlük yaptığı sonucuna varırım. Alın birini; herhangi birini. Neyin fenomeni ise, fark etmez. Kadınlar için güzellik
ürünleri değerlendiren birisi, mesela (Bu "güzellik" de her ne demekse, artık?). Ya da televizyon veya gazetesindeki abuklukları sonucu işine son verilmiş ve o da sosyal medyada tutunmaya (ve gazetesinin ya da televizyonunun verdiğinden daha çok para kazanmaya) başlamış birisi olsun. Daha çok örnek vererek, dikkatinizi örneklere çekmeye çalışmayayım! Ama mesajım şu:
Kişiler yıllarını bu işe vererek yönetmenlik, editörlük, düzeltmenlik, yöneticilik payesini kazanmış bir kişinin denetim ve gözetiminden yoksun bir şekilde iletişim işine atıldıklarında içine düştükleri en büyük tuzak, hedef kitlelerinin dikkatini, beğenisini çekebilmek için onların duygu ve düşünceleri ile oynamak oluyor.
Şimdi herkes artist!
İletişimi kurumsal bir konumda yapıyorsanız, ne kadar şöhretli hale gelirseniz gelin - amiyane söyleyeceğim bağışlayın ama - tepenizde daima bir editör ve yönetmen bulunur ve onlar size hangi izleyici kitlesinin duygularıyla ne kadar oynayabileceğinizi veya oynamayacağınızı söylerler. "Elini konulu bu kadar sallama!" derler. "Kameraya doğru yürüme!" derler. "Yüzünü gözünü bu kadar çok oynatma!" derler. Yazıyorsan, bakarsın ki bir kelimeni silmiş, yerine öyle bir kelime yazmıştır ki editör, sen dürüstsen tabii, kendi kendine "Ya, bunu ben neden düşünemedim? Hay Allah!" dersin. Ama dürüstsen tabii…
Neden? Çünkü, kitle iletişimindeki birinci, ikinci ve üçüncü kural, "Tarafsız olacaksın, tarafsız olamıyorsan dengeli olacaksın; kimseyi kırmayacak ve incitmeyeceksin" tarzında özetlenir. Bunlar senin, tarafsız, yansız, adil, bir tarafa angaje olmamış olduğun anlamına gelir. Bir malı satarken, bir fikre taraftar toplarken, hatta ve hatta çayırlarda yapılan meydan güreşlerinde, güreşecek olan pehlivanları izleyicilere överek, özelliklerini söyleyerek tanıtan, güreş başlamadan önce dua okuyup güreşçileri alana süren kişinin bile (bu kişiye ne dilimizde teknik ifadesiyle dendiğini biliyor olmalısınız!) işi abartması, bu işin fedaisi, bu işin militanı haline gelmesi arzu edilmez. Neden? Çünkü, cazgırın bile işini itidalle yapması arzu edilir; onun bile itibarı, işini yapması ve bunu yaparken saygı görmesi için en önemli malı, mülkü, değerli varlığıdır.
Ama bakınız fenomenlerimize! Fenomen olmayı, hakikaten kelimenin tam anlamıyla, "olağanüstü bir olay" olmak sandığımız gibi, her biri onları izleyenlerin, dinleyenlerin, okuyanların hayretten ağızlarının açık kalması, bir duygudan bir diğerine sürüklemesi, ne diyeceklerini bilemez hale girmesi gerektiğini düşünüyorlar. Kimisi altın tozu katılmış kahve içiyor; kimisi kendine bilmem ne ödülü verilmesini reklam ediyor. Ama hepsi bunları ya yazısında ya kamera karşısında rol yaparak beceriyor.
Bedia Muvahhit, ünlü yönetmen Muhsin Ertuğrul'un çok fazla "rol kesen" artistlere "Oynama, oynama! Artist misin sen?" dediğini aktarırdı.
Şimdi herkes artist!