İsviçre çakısı gibi bir husumet
İslamofobi dediğimiz zaman aklımıza genelde Müslüman olmayan ülkelerde Müslüman gruplara karşı yapılan eylemler yahut düşmanca söylemler gelir ancak İslam düşmanlığı Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerde de gözlemleniyor. Bu konuyla alakalı literatür de yavaş yavaş oluşmaya başladı bile. Bunu Mısır'da, Tunus'ta, hatta Türkiye'de görüyoruz.
Batı'da ise İslam düşmanı grupların ve eylemlerin Doğu Almanya ya da İskandinav ülkeleri gibi yabancıların ve Müslümanların çok az bulunduğu bölgelerde daha güçlü olduğu görülüyor. Buradan hareketle İslam düşmanlığı olgusunun gerçeklerden ziyade ortada dolaşan hikâyeyle ilgili olduğunu, insanların gerçek hayatta edindiği tecrübelerden değil önyargılardan ileri geldiğini ve bu önyargıları besleyen bazı söylemlerden yükseldiğini söyleyebiliriz. Bu hikâye ve söylemler ana akım medya, yabancı karşıtı ırkçı gruplar ve maalesef giderek fazlalaşan merkez siyaset tarafından Avrupa'da yaygınlık kazanmaya devam ediyor.
Esasta bir paradigmadan ve Müslümanlara yönelik gerçeklikten uzak bir söylemden bahsediyoruz. Peki, bu söylem ve hikâyeler nereye dayanıyor? Avrupa medeniyetinin geçmişte beslendiği Antik Yunan, Hristiyanlık ve Aydınlanma kökenlerinden oluşan bir alt yapısı, bir bilinçaltı var. Bunun 68 hareketiyle birlikte Avrupa değerlerinden tamamen farklı, daha nihilist ve hazcı bir yöne doğru evrildiğini görüyoruz.
Gerek aydınlanma sonrası seküler Batı, gerekse daha evvel dönemlerdeki Hristiyan Batı, oldukça homojen, her dönemde farklı paradigmalar üzerinden uzlaşı sağlamış bir medeniyet. Fransız Devrimi'nden itibaren düşünürsek Avrupa'daki demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi söylem geleneği Avrupa içerisindeki anlaşmazlıkları yatıştırmak ve bastırmak için bir iç çözüm olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla bu söylemler Avrupa dışındaki unsurlara yönelik değil.
Seküler dünyanın dine verdiği tepkiler
Batı kendine aydınlanmacı, dışarıya oldukça yobaz ve taassupçu bir tutum içinde… Zaten Avrupa için özgürlük söylemi çok kolay çünkü herkes birbirine benzer. Farklılıklar sadece ayrıntılardadır. O uzlaşı içerisinde ufak şımarıklıklar kabul edilebilir ama temeldeki itirazlar hoş görülmez. Bu itiraz şu an Müslümanlardan geliyor. Başörtüsü takma, namaz kılma, okullarda yüzme dersine katılmama gibi ufak yaşam tarzı farklılıkları oldukça tepkiyle karşılanıyor. Bu yönüyle Avrupa'nın İslamofobik tepkileri, seküler bir dünyanın dine verdiği tepkiler.
Peki, özgürlüklerin beşiği olarak görülen medeniyette nasıl oluyor da Müslümanlara yönelik günümüzde gördüğümüz türden ayrımcılıklar yaşanıyor? Buna inanmak insanlara çok güç geliyor çünkü Batı medeniyeti sürekli olarak hoşgörü, eşitlik, özgür düşünce ve farklılıkların bir arada yaşamasını söylem ve algı olarak kendisine şiar edindiği, dışarıya da böyle lanse ettiği için insanlar Batı'yı bu anlatılan şekliyle benimsemiş durumda.
Şu an hâkim olan seküler ve aydınlanmacı dünya görüşünün merkezinde insan var ve insan aklı referans alınır. Dolayısıyla sadece İslam değil, diğer dinler de yabancı unsur durumunda fakat zaten Hristiyanlık ve Yahudilik Batı'da reform süreçleriyle birlikte belli bir forma dönüştürüldüğü için sorun arz etmiyorlar.
Mesela Avrupa'nın 19 ve 20'nci yüzyıllarda Yahudi sorunu vardı ve farklı reformlarla bertaraf edildi. Hristiyanlık da reform süreçlerinden sonra kolu kanadı kırılmış vaziyette. Avrupa'da İslam varlığı ise 1950'li yıllarda misafir işçi konumuyla göç eden ve 1980'lerden itibaren yerleşik hâle gelen Müslümanlarla görünür olmaya başladı. Batı, kendi homojen yapısı içinde onları çok algılayamadı.
Müslümanlar onlar için yabancı bir cisim
Bunun nedenine günümüzden bakacak olursak Batı medeniyeti dünyayı aydınlanmacı bir felsefeyle algıladığı için dinin ve Allah'ın referans gösterildiği bütün değerlere yabancı. Son dönemde Peygamberimize yönelik karikatürler sebebiyle çeşitli sıkıntılar yaşanıyor. Sokaktaki Avrupalı vatandaşın Müslümanların bu hassasiyetini anlaması güç çünkü onlarda bu hassasiyet yok. Dine ve Allah'a yönelik bütün bu sinir uçları Avrupa'da köreltildi.
Dolayısıyla tepkilerimiz onlara aşırı ve abartılı gelebiliyor. Onlara göre benzer karikatürler Hz. İsa için de çizilebilir. Bu yüzden Hem Avrupa entelijansiyası hem sokaktaki normal vatandaşın zihninde bunlar anlaşılmaz şeyler olarak yer ediyor. Israrla sordukları bir şey var: "Neden bu yüzyılda hâlâ bu Tanrı inancına, neden hâlâ ilahi bir referansa, bir dine atıfla hayat yaşanıyor?"
Bu düşüncesi ve yaşam tarzıyla Müslümanlar onlar için yabancı bir cisim çünkü Avrupa'da yaşayan Müslümanlar seküler paradigma içerisinde dinî olanı ilk kez gösteriyorlar. Gündelik hayatlarını yaşarken haram-helal kavramlarını da gündeme getirerek Avrupa için çok yabancı şeyler söylüyorlar.
Avrupa'da Müslümanlar şu an hem geçmişteki Yahudi sorununda olduğu gibi içerideki düşman hem de 11 Eylül meselelerindeki gibi de dışarıdaki düşman konumunda. Fakat bu sorunun sadece dinî değil, sosyo-ekonomik, siyasi ve tarihî boyutları da var. Ben Avrupa'da şunu gözlemliyorum; İslamofobi bir kültürel entegrasyon sorunundan güvenlik sorununa doğru evriliyor. Avrupa DAİŞ, el Kaide gibi dine referans veren örgütler üzerinden terör sorunuyla yeni yüzleşiyor.
Çok yönlü İslam düşmanlığı
Batı medeniyeti II. Dünya Savaşı'ndan itibaren bir konfor dönemindeydi ve bu konfor döneminde elbette barışçı ve eşitlikçi söylemleri sürdürmek kolaydı. Ancak çatışma ve meydan okuma anlarında bu tür söylemler rüştünü ispat eder. Avrupa'da terör ve radikalizme karşı ciddi bir refleks gelişiyor, güvenlikçi söylemler ve önlemler giderek artıyor. Bu önlemler sadece Müslümanlara değil, tüm topluma yönelik.
Pandemi sürecinde Avrupa hükümetlerinin alınan önlemleri halka kabul ettirmekte zorlandığını gördük çünkü Avrupa toplumu hayatlarının kısıtlanmasına değil, özgürlüğe alışkın. Dolayısıyla ağırlaşan güvenlikçi önlemlerle beraber onların hayatlarına da kısıtlayıcı ve gözlemleyici önlemler girmiş oluyor. Avrupa siyaseti bunu fatura edileceği yer olarak Müslümanları görüyor. Müslümanlar nefret objesi hâline getirilerek Avrupa'nın giderek artan güvenlikçi siyasetine bir günah keçisi olarak seçilmiş durumda. İşin siyasete bakan yönlerinden biri bu…
II. Dünya Savaşı'nın çocuklarından ve Batı medeniyetinin en büyük projelerinden biri olan AB, sadece ekonomik ve siyasi bir yapı değil; bir kimlik hareketi olarak da ortaya çıktı. Özellikle 1990'lı ve 2000'li yıllarda gençlere satılan ve benimsenen bu kimlik hareketi Alman ya da Fransız olmayı değil, Avrupalı olmayı ifade ediyordu. Sonra görüldü ki bu kimlik de artık yürümüyor ama bu söylemin ayakta tutulması lazım.
Kimlik söylemini nasıl ayakta tutarsınız? Bir öteki üzerinden... Batı'nın şarkiyatçı söylemlerini, kendini inşa etme süreçlerini incelediğinizde hep bir öteki üzerinden kendini var ettiğini görürsünüz. Şu an da Müslümanlar üzerinden yeni bir kimlik inşası için çalışılıyor. Dağılan Avrupa ruhu, beraberlik ve toplumsal yapı Müslümanlar üzerinden yeniden kuruluyor. "İşte bizim düşmanımız onlar, biz onlardan değiliz" denilerek adeta bir birlik arayışında Avrupa.
Sağdan-soldan gelen düşmanlık
Diğer bir taraftan Avrupa içerisinde giderek yükselen aşırı sağ hareketi var. Avrupa karşıtı olan yerel söylemler giderek güçleniyor. Bunun özellikle sosyo-ekonomik nedeni var ki Batı'da hâkim olan kapitalist, liberal, demokratik düzen ciddi bir kriz içerisinde. Liberal devlet insanlara güç, refah ve özgürlük vaat etmişti ama bu sözleri şu an tutamıyor. Orta sınıfların daha refah içerisinde yaşayacakları bir dönem düşünülüyordu fakat öyle olmadı. Zenginlerin giderek zenginleştiği, orta sınıfın fakirleştiği ve fakirlerin daha da fakirleştiği bir dünya var. İnsanlar artık bu eşitlikçi sözlerin sadece bir söylem olduğunu anlamış durumda.
Bu kriz siyasete de Avrupa'daki iktidarlara da yansıyor. Almanya gibi güçlü bir ülkede aykırı ve marjinal hareketler ana muhalefet partisi hâline geldi. Nazi söylemlerini gündeme getiren ırkçı parti, ana akım parti oldu. Yabancı karşıtı, ırkçı, içe kapanmacı söylemlerin ve kimlik üzerinden yapılan siyasetin oy getirdiğini gören merkez siyaset de bu söylemleri ödünç alıyor.
Irkçı görüşler sadece aşırı sağdan geliyor gibi bir algı var ama merkez siyasetten ve sol odaklardan da Müslümanlara yönelik baskı geldiğini görüyoruz. Kimse şunu sorgulamıyor: Neden eşitlikçi ve özgürlükçü söylemleri ağır basan feminist hareketler ve sol görüşlü hareketler Müslüman kadınlara destek vermiyor? Çünkü Batı'nın soldan sağa bütün hareketlerinin temelinde insan vardır; Tanrı yoktur.
Bunlar dünyevi bakış açılarıdır. Bu yüzden başını örten bir kadın "Allah böyle istediği için yapıyorum" derse bunu hiçbir sekürler anlamaz. Aynı kadın "Ben özgür bir kadınım ve canım istediği için başımı örtüyorum." dediğinde ise "Hayır, sen özgür değilsin. Aslında sen baskı altındasın. Ailen seni buna zorladı ama sen bunun farkında değilsin" gibi söylemler ortaya çıkıyor. Bu yüzden Müslüman kadınlar buradan da destek bulamıyorlar.
Artık beşinci kuşağa doğru gidiyoruz; bu kuşaklar dil ve eğitim olarak oraya adapte olmuş durumdalar ama bunlar yeterli bulunmuyor. Kıyafetinizle, dünya görüşünüzle, seçimlerinizle, gündelik hayat pratiğinizle kültürel adaptasyon adı altında bir asimilasyon isteniyor. Oradaki Müslümanlar Batı'nın ötekisi hâline getirilerek kimliksizleştirilmeye, dilsizleştirilmeye ve görünmez hâle getirilmeye çalışılıyor.
Müslümanlar ne yapıyor?
İnsanlar Müslümanları tanıdığı ya da İslam çok kötü bir din olduğu için nefret etmiyor. Onlara bir hikâye anlatılıyor ve onlar da inanıyor. Hayatlarında yaşadıkları kimliksel ve sosyo-ekonomik problemler sebebiyle duydukları öfkeyi Müslümanlara yönelttikleri için de bugün biz bunları yaşıyoruz. İslam düşmanlığı Avrupa'da bir İsviçre çakısı gibi işlev görüyor; Hem siyasette hem kültürde işe yarayan çok yönlü bir araç adeta.
Her şey algılar üzerinden yürür ve algıyı yöneten de medya ve siyasettir. Şu an da bu araçlarla Türk ve Müslüman düşmanlığı tetikleniyor. Müslüman sorunu artık Avrupa'da yavaş yavaş normalleşmeye başlıyor. Oldukça tehlikeli olan bu durum bize 19'uncu yüzyıldaki Yahudi sorununu hatırlatıyor. Avrupa'da bu sorun gaz odalarında insanların yakılmasına kadar gitti. Bu olaylar birden yaşanmadı. Müslümanlar da şu an benzer bir süreç içindeler. Çok dikkatle takip edilmesi gereken bir süreç içindeyiz.
İşin esas kısmı Müslümanların bunu nasıl karşıladığı… Maalesef biz bu sorunu birçok meselede olduğu gibi oldukça tepkisel karşılıyoruz. Müslüman dünyasının en büyük zaafı tepkisel olması ve gündem yaratamaması… Kendi meselesini tartışacak çevreyi ve zemini oluşturamaması… Gündem size ait değilse verdiğiniz hiçbir tepki de size ait değildir.
Başından beri kullandığımız İslamofobi kelimesi bile bize ait değil. Bu nedenle önce kavramlardan başlayarak kendi hikâyemizi kendimiz inşa etmeliyiz. Savunmacı ve tepkisel değil, stratejik ilerlememiz gerekiyor. Batı'da Müslümanlar "Her şeyin sorumlusu sizsiniz, suçlu sizsiniz" ithamını kabullenmiş durumdalar neredeyse. Bunu da kendi sorunlarına bakarak söylüyorlar: "Orta Doğu'yu kan götürüyor. Müslümanların hâline bak." diyorlar ve suçu üstleniyorlar. Aslında bu Batı'nın kendilerine baktığı bir bakış açısı.
Hâlbuki Orta Doğu'nun ve Müslümanların başına musallat olan sorunların sebebi Batı'nın kendisi olmakla birlikte kökenleri sömürge dönemine dayanıyor. Siz İslam'ın gerçekte ne olduğunu komşunuza anlatabilirsiniz ama bu Avrupa'daki siyaseti de medya yayınlarını da değiştirmez çünkü onlar zaten gerçeği biliyor.
Türkiye'nin Orta Doğu'da giderek artan bir gücü var. İslam dünyasında başat aktör olma yönüyle de Türkiye, İslam düşmanlığının baş hedeflerinden biri hâline geldi. İslam düşmanlığı kurumsal ırkçılıkla birlikte Avrupa'da Türk hareketlerinin Türk- Müslüman oluşumların tasfiyesiyle de güncel siyasette kendini göstermekte.
Macron İslamcı separatizmden bahsetti. Bu yeni söylem, yeni bir döneme geçtiğimizi gösteriyor. Avrupa'daki Müslümanların hizaya getirilmesi isteniyor. Bu sadece Avrupa'daki Müslümanlara yönelik bir proje değil. Macron şöyle bir şey söyledi: "İslam, dünyanın her yerinde bir kriz içerisinde." Bu proje diğer İslam ülkelerine de yönlendirilecektir. Suudi Arabistan'dan başladılar bile.