Bir film var, benden içeri: Mevlâna’nın beyaz perdedeki serüveni

Güven Adıgüzel 21 Aralık 2019, Cumartesi
Türk sinemasının Mevlâna imgesiyle ilişkisi “öğretilerini anlatmak” kapsamında onu bir hoşgörü peygamberi olarak anlamak üzerinedir.

2006 yılında Pana Film ofisinde rahmetli Ömer Lütfi Mete ile o dönem üzerinde çalıştığı Mevlâna filmi hakkında yaptığımız sohbette, senaryoya sıkı çalıştığını ve neredeyse bitirmek üzere olduğunu söylemişti. Büyük bir prodüksiyondan söz ediyordu. Mete'nin ömrü vefa etmedi bu işe ve 13 koca yıl geçti üstünden. Kim bilir ne oldu o hayata geçmeyen senaryoya?

Mete'nin Mevlâna'yı özünden/ ruhundan koparmadan ve meselenin içini boşaltmadan ortaya sağlam içerikli bir iş çıkarabileceğini tahmin etmek zor değil. Bu sebeple hâlâ önemli aslında o metin. En azından Mevlâna hakkında çekilecek bir filmin ruhunun nasıl olması gerektiği hususunda ufuk açıcı ve ilham verici olabilir.

2006 yılından bugüne kadar birçok kez, Türkiye merkezli ya da dünya çapında büyük bir Mevlâna filminin çekileceği yönündeki haberlere rastladık basında. Oyuncu kadroları, prodüksiyon bütçeleri, destek veren markalar ve platoların kurulacağı yerler açıklansa da o film bir türlü çekilemedi nedense.

Son olarak Gladyatör'ün senaristi David Franzoni ile yapımcı Stephen Joel Brown, The Guardian'a verdikleri bir röportajda Batı sinemasında belli bir kalıba sokulan Müslüman karakterleri reddedecek ve onlara meydan okuyacak bir Mevlâna filmi çekmek istediklerini söyleseler de bu sözler derin bir boşlukta sallanmıştı, aynı diğerleri gibi. Şimdilik askıdaki yerini muhafaza ediyor bu proje.

Mevlâna, daha bilinen(!) adıyla söyleyecek olursak; Jalāl al-Dīn Rūmī. Elbette Rumi'ye ve felsefesine, onu New Age mistisizmine yakın bir mesafede konumlandıran batılıların ilgisi büyük. "İslam âlimi" yerine mistik sözlere sahip "bilge bir şair" olarak satın alınıyor çünkü imajı.

Hazmetmesi kolaylaştırılmış sözlerinden oluşan şiir kitabı milyonlarca kopya satabiliyor. Şüphesiz hakkında yapılacak bir sinema filminin bu anlamda küresel bir alıcısı da mevcut. Bu ilgiye paralel olarak nihayetinde Hollywood prodüksiyonuyla bir "hümanist bilge"nin hayatını izleyeceğimiz günlerin yakında olduğunu söyleyebiliriz.

Yeşilçam'dan bugüne; bizdeki Mevlâna
T
ürk sinemasının Mevlâna imgesiyle ilişkisi "öğretilerini anlatmak" kapsamında onu bir hoşgörü peygamberi olarak anlamak üzerinedir. Bu bağlamda öncelikle her daim kendi şablonu, ticari şeması, sabit kodları bulunan ve bu üçlü sacayağından vazgeçmek şöyle dursun, çekilen her filmde (seyirci sayısıyla birlikte) bunu şiddetle tahkim etmiş klasik bir Yeşilçam işleyişinden bahsetmemiz gerekecek.

Böyle bir düzlem içinde metafizik olanın, melodramdan bir farkının olmaması gayet normal aslında… Gri alanda asla söz almayarak, iyi-kötü netliğiyle kolay seyirciye oynayan ve birbirine benzer binlerce filmler üreten Yeşilçam sinemasında Mevlâna filmleri de yapılacaktı elbette.

Mevlâna'nın beyaz perdedeki hikâyesi siyah-beyaz dönemin kayıp filmi olarak bilinen, Hicri Akbaşlı'nın yönetmenliğindeki 1956 yapımı Âşıklar Kâbesi Mevlâna'yla başlamıştır. İlk Mevlâna'mız da Abdurrahman Palay'dır. Atıf Yılmaz'ın yönettiği 1973 yapımı Gönüller Sultanı Mevlâna da yine cesur bir deneme olarak kayıtlara geçer. Bu filmde Cüneyt Gökçer, Mevlâna rolüyle dikkate değer bir performans ortaya koymuştur.

Hicri Akbaşlı'nın Mevlâna filmi, Türk sinemasındaki ilk dinsel temalı film olmasıyla tarihsel bir değere de sahip. Filmin çekimleri sürerken, Refii Cevat Ulunay'ın Milliyet gazetesindeki köşesinde yazdıklarını bugünden bakarak okumak elzem:

"Başka memleketlerde böyle ruhani ve ilahi şahsiyetlerin kudsiyeti hiçbir zaman ihlal edilemez. Mesela bir Peygamberin şahsı ne sahneye çıkarılır ne de filme aksettirilir. Pek eski tarihte Amerikalılar, Ben Hur adlı film çevirdiler. Bu filmin mevzuu Hazret-i İsa'nın devrine aitti. Filmi çevirenler Hazret-i İsa'yı katiyen temsil etmediler. Bu Nebiy-yi Mürsel Roma kırbacı altında çölü geçen ve susuzluktan yanan bir mazluma bir çamçakla su veriyor. Fakat İsa görünmüyor, yalnız mübarek eli görünüyor. Cüzzamlılara, hastalara şifa verdiği zamanda Hazret-i İsa yalnız nur olarak görünüyor. Mikel Anj'ın Musa heykeli Hazret-i Musa'nın kuvvet ve kudretinin sembolüdür. Peygamberimiz Efendimiz: 'Ümmetin evliyası, Beni İsrail'in evliyası gibidir' buyurmuşlar. Bu itibarla bir (veli) olduğunda şüphe götürmeyen Mevlâna'nın nasıl olur da filmi çevrilir."

Kır düğünlerindeki semazenleri görecek kadar yaşamamış iyi ki Ulunay. Yeşilçam dönemine ait bu iki film de dönemin havasına uygun, daha belgeselvari bir anlatımı tercih eden, aksayan yönleri fazla, prodüksiyonları zayıf, tanıtıcı biyografi tarzında anılabilecek anlatılardır.

Hümanizmin temellerini atan şair
Yakın dönemdeki yapımlar arasında ilk olarak Kürşat Kızbaz'ın yazıp yönettiği, 2008 yapımı Mevlâna Celaleddin-i Rumi: Aşkın Dansı isimli yarı-belgesel diyebileceğimiz bir film dikkatleri çekiyor. Sinema duygusu çok güçlü olmayan, dış ses anlatımının baskın olduğu bir televizyon belgeseli havasında ilerleyen filmin, kronolojik ilk yarısı ilgiyi canlı tutmaya çalışırken, özellikle övgü röportajlarından oluşan ikinci yarısı ritmi fena hâlde düşürüyor. Üstelik filmin daha ilk dakikasında o karşılıksız ezber cümlelerin arka arkaya sıralanmasıyla, meselenin odağının nereye konulacağı hemen anlaşılıyor; "Hümanizmin temellerini atan kalp, insanları sürükleyen şair."

Yine 2008 yapımı Fransız yönetmen Jacques Deschamps tarafından çekilen Dinle Neyden (Listen from the Nay: Separations) ise, 1798 Osmanlı-Fransız savaşının yaklaştığı günlerde, İstanbul'da barış arayan bir avuç insanın çabalarıyla iki genç saray mensubu arasında yaşanan duygusal ilişkinin tanığı olan genç bir Mevlevi dervişinin mistik dünyasını anlatıyor. Konusu kısaca bu, peki Mevlâna bu filmin neresinde derseniz, el cevap; ruhunda.

Dekor, kostüm gibi teknik aşamaları alnının akıyla geçen film, oryantalist bir bakış açısıyla derdini masaya yatırıyor. Konusunu merkeze oturtamayan, dağınık bir şekilde ilerleyen ve meseleleri havada kalan filmin oyuncu yönetimi de oldukça zayıf. Andığımız bu filmler dışında birçok televizyon belgesel serisi, çizgi film ve animasyon gibi işler de yapıldı Mevlâna hakkında. Yine hoşgörü ve kendini bilme öğretilerini merkeze alan bilgilendirici, eğitici yapımlardı bunlar. Sinema estetiği çerçevesinde ele alınmaları zor elbette.

2006'da çektiği Beyza'nın Kadınları adlı polisiyesinde, hafiften dokunarak gösterdiği sema ayini ve semazenlerle konuya ilgisini belli eden Mustafa Altıoklar'ın yönetmenliğinde çekileceği söylenen Diyar-ı Aşk: Esans filmi için Antalya'da 300 bin metrekarelik dev bir alana, orijinaline uygun olarak 13'üncü yüzyıl Konya'sının kurulacağının açıklandığı bir tanıtım toplantısı düzenlenmişti. Altıoklar oldukça uçuk sayılacak 100 milyon dolarlık bir bütçeyle yola çıktıklarını beyan ederek şunları söylemişti:

"Hikâyemiz, bir yandan Batı'dan yüklenen Haçlı seferleri, diğer taraftan Doğu'dan akın akın gelmekte olan Moğol istilaları karşısında daha fazla dirlik ve düzeni koruyamayan merkezi otoritenin giderek güç kaybetmesiyle birlikte beyliklere parçalanmaya başlayan ve kaosa sürüklenen Anadolu Selçuklu Devleti'nin son yıllarında, 1242-1247 arasında yaşananları ve Mevlâna Celaleddin Rumi ekseninde gelişen reformist bir tasavvuf anlayışının temellenmesini anlatacaktır. Bu reformist tasavvuf anlayışının baş aktörlerinden biri olarak Mevlâna iyi bilinirken, tasavvufa ilgi duyanların bir kısmının bile derinlemesine bilmediği bir diğer baş aktör Şems-i Tebrizî'dir."

Ne olduysa bu film de bir anda durdu ve askıdaki projeler listesine eklendi. Ama konusu itibariyle, yani beş yıllık bir dönemi anlatma iddiası, zorlu bir anlatım yolculuğuna çıkıldığına işaret ediyordu.

Batı cephesinde bir beyaz Rumi
Mevlâna'yı sinemanın imkânlarını kullanarak dünyaya anlatma projesiyle ilgili şu an için en ciddi görünen ikilinin yani senarist David Franzoni ile yapımcı Stephen Joel Brown'un oyuncu seçimiyle alakalı görüşleri #RumiWasnt-White etiketi kullanılarak şiddetle protesto edilmişti hatırlayacağınız üzere.

Etnik aktörleri belirli rollerde (terörist vs.) düşünürken zorluk yaşamayan endüstrinin, söz konusu Mevlâna olunca -Afganistan'da doğmuş olmasını bir çırpıda atlayarak- bu role beyaz bir Amerikalıyı layık görmesi oldukça anlaşılır aslında. Rumi beyaz değildi evet. Leonardo Di Caprio'nun (Katolik-Beyaz-Batılı) Mevlâna rolüne yakıştırılması Franzoni'nin şu sözlerinde saklı galiba:

"Rumi aynen Shakespeare gibidir. Muazzam yeteneğe sahip bir karakterdir, içerisinde yaşadığı toplum için oldukça kıymetlidir ve yankıları günümüzde hâlen hissedilmektedir. Tam olarak şu anda bu projeyi gerçekleştirmek için çeşitli sebeplere sahibiz. Dünyanın şu anda Rumi'den bahsetmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum, kaldı ki Rumi ABD'de oldukça tanınmış bir kişidir. Bu projenin kendisine bir sima ve hikâye kazandıracağını düşünüyorum."

Yani anlayacağınız Batı cephesinde unutulanlar dışında yeni bir şey yok. Peki, Doğu cephesinden bir haber var mı derseniz; senaryosunu Hasan Fathi ve Farhad Tohidi'nin yazdığı, Hassan Fathi'nin yöneteceği Mest-i Aşk isimli Mevlâna filminin 2020'de vizyona çıkacağına dair bir haber var şimdilik. Mevlâna-Şems olarak projeye dâhil olan ödüllü İranlı oyuncular Parsa Pirouzfar- Shahab Hosseini ikilisine eşlik edecek popüler Türk oyuncularla kurulmuş bir kadro mevcut. Fathi, daha çok televizyon serileri yapan bir yönetmen, bu bağlamda ortalama bir film ortaya çıksa bile ilerisi için ümit verici olacaktır hiç şüphesiz.

Mevlâna hakkında anlatılan hikâyeler daha çok belgesel formatında ve yerden takribi 30 cm yüksekte yürüyen ruhani bir varlıktan söz edercesine yapılıyor maalesef. Aşk adında soyut bir kavrama yaslanarak gerçeklikten koparılan tarihsel bir kişiliğin esasına nüfuz etmek zorlaşıyor bu sebeple.

Dünyanın birçok ülkesinden Mevlâna imgesiyle kurulan bağın resmedildiği -anlamaya değil de sıklıkla övgüye yaslanan- belgesel türündeki bazı yapımlardan haberdar oluyoruz ve görünen o ki hepsi aynı sorunla malul. Mevlâna'yı ilahlaştırmadan; kâinatı aşkla tütsüleyen adam, hoşgörünün peygamberi, bilgeliğin şairi, hüznün aşığı gibi kısıtlayıcı/gölgeleyici betimlemelerden uzak bir şekilde ve bilhassa hikâyesini hümanizm gibi sakat bir kavram üzerinden görmeden, bihakkın bir sinema filmi yapmak zor görünüyor ama imkânsız değil.

Leonardo Di Caprio, Mevlâna olarak kırmızı halılarda arzı endam edebilir, buna zaten zihnen hazırız. Endüstrinin talep ettiği Rumi, kendi hikâyesine dâhil edebileceği ölçüde "zararsız" bir figür olarak perdeye çıkarılıp, sonrasında uzun uzun alkışlanacaktır.

Caprio filmin basın toplantısında; "Öğretileriyle kâinatı aşka boyayan bu sevgi aşığı bilge şairi canlandırmaktan fazlasıyla onur ve gurur duyuyorum, ayrıca şunu da eklemek isterim ki; IŞİD'in panzehiri Mevlâna'dır" diyecek olsa mesela, o bahsettiği zehirle oynadığı panzehiri ayırt edecek kadar serin zihinlere sahip miyiz sizce? Bence güzel soru, buradan başlayabiliriz galiba senaryomuza. Ömer Lütfi Mete'ye Allah'tan rahmet dilerim.

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.