Birol Biçer: Batı'nın doğusu, Doğu'nun batısı: Balkanlar

Batının doğusu, Doğunun batısı: Balkanlar
Giriş Tarihi: 19.11.2019 15:40 Son Güncelleme: 19.11.2019 15:41
Balkanlar, barındırdığı kültürel, etnik ve dinî çeşitlilik aynı zamanda en büyük risk faktörünü teşkil eden yarımada her daim çalkantılı, her an patlamaya hazır, sürekli gergin ve sürprizlere açık.

Jeopolitik üzerine uzman bir akademisyen ve diplomat olan George Prevelakis kendi coğrafyası olan Balkanların fiziki yapısını şöyle tanımlıyor: "Trafiği zorlaştıran, kazaya meyyal, engebeli, sıkışık arazi." Bitmek tükenmek bilmeyen sürtüşmeler, uyuşmazlıklar, çatışmalarla dolu siyasi ve toplumsal tarihine baktığımızda bu tanımın Balkanları sosyolojik ve siyasi yönden de gayet iyi tarif ettiğini söyleyebiliriz. Barındırdığı kültürel, etnik ve dinî çeşitlilik aynı zamanda en büyük risk faktörünü teşkil eden yarımada her daim çalkantılı, her an patlamaya hazır, sürekli gergin ve sürprizlere açık. Tarihinin tüm dönemlerinde birbiri ardına Doğu ile Batı, Helenler ile Persler, Bizans ile Roma, Osmanlı ile Avrupa, Ortodoksluk ile Katoliklik, İslam ile Hristiyanlık, Sovyetler ile Batı bloku arasında bazen tampon, bazen sınır, bazen de kavuşma potası olan Balkanlar coğrafî ve demografik olarak küçük sayılabilir. Ancak toplumsal, uluslararası, jeopolitik ya da dinî açılardan etkisi boyutlarından kat kat büyük olan kilit bir faktör aynı zamanda. Dolayısıyla iyi tanınması, özen gösterilmesi ve biraz da çekinilmesi gereken bir dünya.

ETNİK, KÜLTÜREL, DİNÎ BİR SALATA KÂSESİ
Balkanlar olarak anılan yarımadanın başlıca coğrafi özelliği dağlık oluşu. Zaten bu yüzden ismini de içindeki bir dağ sırası olan Balkan Dağları'ndan alıyor. Bu karakteristiği coğrafyanın toplumsal temellerini de atmış adeta. Bu sayede Balkanlarda çok farklı dil, kültür, inanç ve gelenek gelişmiş ve daha da ötesi Osmanlı'nın farklılıkları barındıran siyasi sistemi sayesinde hem beraber yaşayabilmiş hem de günümüze kadar varlıklarını sürdürebilmişler. 12 ülkede 50 milyon nüfusun yaşadığı bölge bununla birlikte Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmayan bir etnik-kültürel çeşitliliği barındırıyor. Türkiye hariç Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Slovenya, Arnavutluk ve Kosova'dan oluşuyor bu küçük coğrafya. Bu 11 ülke çok sayıda dinî-etnik grubu ve bunların alt gruplarını barındırıyor. Yunanlılar, Arnavutlar, Romenler, Slav kategorisinde birleşen Sırp, Hırvat, Bulgar ve Slovenler, Makedonlar, Boşnaklar, Torbeşler, Romlar, Çingeneler, Katolik ve Ortodoks Hristiyanlar, Yahudiler, 19'uncu yüzyıla kadar Türk ismi ile anılan Müslümanlar gibi nice etnik-dinî topluluk. Bu nedenle bir salata ya da türlü olarak nitelendiriliyor. Karadağ asıllı Yugoslav siyasetçi ve teorisyen Milovan Đilas, binlerce yıl yabancı kültürler hâkimiyeti altında kalmasına ve yüzlerce yıl Doğu ile Batı arasında parçalanmasına rağmen Balkan toplumlarının kimliklerini koruma becerisini "kendilerine, millî olanla yabancı olan arasında, kendilerine mahsus olanla ait olmayan arasında kesin bir sentez oluşturan kendine özgü karakterler verebilmelerine" bağlar. Salatada tüm farklı unsurlar yan yana olsalar da birbirleriyle kaynaşmazlar, bu birlikteliğin bağlama harcı üzerlerini kaplayan bir sostur ve neticede karışık olarak mecburen bir arada ama kendileri olarak kalırlar.

BİR TÜR LANET: BALKANİZASYON
Fransız coğrafyacı André Blanc Géographie des Balkans (Balkanların Coğrafyası) adlı eserinde bu yarımadayı "Bir bölgeden daha ziyade bir problem" olarak değerlendirir. Bunun neden böyle olduğunu tek bir terimle açıklamak mümkün aslında. Balkanizasyon (Balkanlaş/tır/ ma) Balkan coğrafyasında olan biten siyasi olayların siyaset ıstılahına kazandırdığı bir tabir Balkanizasyon. Bu terim demode olsa da içerik itibarıyla başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde büyük güçler tarafından hâlen sahnelenen bir senaryo. Bir bölge ya da ülkenin etnik unsurlar üzerinden çoğu zaman birbirine düşman küçük devletlere bölünmesi, parçalanması ve sürekli sürtüşme ortamına dönüştürülmesi durumunu anlatan "Balkanizasyon" tabiri Balkanların Osmanlı'dan koparılış sürecine dayanıyor ve Afrika'daki sömürgelerden Ortadoğu ve Asya'daki karışıklıklara kadar uygulanırlığını günümüzde de koruyor. Bir dönem emperyalist devletlerin, günümüzde ise büyük devletler ile küresel sermaye ve güç odaklarının "böl ve yönet" taktiği üzerinden sürdürdükleri bu senaryo I. Dünya Savaşı ve Mareşal Tito'nun ölümünden sonra Yugoslavya özelinde Balkanlarda iki büyük dalga olarak gerçekleşti ve bölgenin başlıca sorununu teşkil ediyor. Aynı senaryoyu yakın dönemde eski Sovyetler Birliği, Irak, Suriye, Libya, Hindistan, Keşmir, Etiyopya, Sudan'da da seyrettik.

Kristal küre dağılıp harç bozulunca
Balkanların büyük kısmının kaderini değiştiren ve bölgeyi bir çatışma ve bölünme odağına çeviren ve muhtemelen bir daha da istikrarın girişini neredeyse imkânsız kılan yakın tarih gelişmesi Yugoslavya devletinin çözülüşü oldu. Sosyalist bir federasyon olan Yugoslavya, Sovyetlerden ayrı bir yol tutturarak öz yönetim sosyalizmi uygulayan kendine özgü bir model geliştirmişti. Sırp ve Ortodoksların baskın olmasına ve uyguladığı baskı ortamına karşın bu sistem iyi kötü bölgedeki farklı etnik unsurların en azından çatışmasız yaşamasını sağlıyordu. Neticede sosyalist Yugoslav sistemi ulusalcı anlayışa dayanan karmaşık bir toplum mühendisliği uyguluyordu ve bu federe sistem geçici de olsa buradaki farklı etnik-dinî topluluklar Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Karadağlılar, Makedonlar, Boşnaklar ve Müslümanlar arasında (Bunlara bölgede yaşayan daha düşük nüfuslu İtalyan, Çek, Slovak, Arnavutları da eklemek gerek) bir istikrar oturtmuştu.

Mareşal Tito liderliğindeki bu model aksaklıklarına rağmen bu kadar farklı etnik ve dini unsur arasında bir denge unsuru, bir harç oluşturuyordu. Döneminde baskıcı tutumu nedeniyle çok eleştirilse de Tito'nun ölümünden kısa süre sonra 1990'ların başında Yugoslavya federasyonu dağıldıktan sonra bu harcın ne kadar etkili bir sigorta olduğu görülecekti. Etnik unsurların her birinin kendi kaderini çizmeye kalkmasından sonra 12 milyon nüfuslu bu federasyondan tam 7 devlet ve özerk bölge çıktı.

Bu dengenin hassasiyetini "Yugoslavya kristal bir küredir, bir parçalanırsa bir daha toparlanamaz" vecizesiyle açıklayan Tito'nun ne kadar haklı olduğu Yugoslavya'nın dağılmasından çok kısa bir süre sonra ortaya çıkacaktı. Yugoslavya harcının dağılmasıyla ülke iç savaşa sürüklenirken Sırpların bağımsızlık isteyen Hırvatlar, Boşnaklar ve Kosovalılara yönelik yıllarca süren saldırıları sonucunda Bosna'da gerçekleştirilen soykırım ve katliamlar başta olmak üzere bir dizi insanlık ayıbı ile kirlendi bu bölge. 8 bin 300'ü aşkın Boşnak'ın birkaç günde şehit edildiği Srebrenitsa Katliamı başta olmak üzere Boşnak, Hırvat ve Kosovalılara karşı birkaç yıl boyunca irili ufaklı onlarca katliam gerçekleştirildi.

AB'NİN BALKANLARLA KORKU DOLU FLÖRTÜ
Avrupa Birliği, Balkan ülkeleriyle uzun süredir ikircikli bir flört ilişkisi içinde. Bir yandan onu kucaklamak istiyor ama bir yandan da çekimserce mesafeli duruyor. Başta Almanya olmak üzere hem Balkanların çekiminden kendini alamıyor hem de ondan korkuyor. Bu ikili aşağı yukarı 20 yıldır birbirlerinin gözlerinin içine bakan ancak özellikle Avrupa'nın korkuları yüzünden bir türlü evliliğe cesaret edemeyen platonik âşıkları andırıyor.
Bu güvensiz, ikircikli ve uzatmalı ilişkinin neticeye varamamasının, Avrupa Birliği ülkelerini korkutmasının başlıca sebebi, Balkanların "Avrupa içinde bambaşka bir Avrupa" figürü oluşturması. Ancak bu "Avrupa içindeki öteki Avrupa" kimliği ne Balkanların eski komünist deneyiminden, ne demokrasi konusundaki acemiliğinden, ne şiddete yatkın oluşundan, ne de Avrupa'nın fakiri olmasından kaynaklanıyor.
Bu sebeplerin hepsinin bu korkuda az çok rolü var ancak AB'yi asıl korkutan, çekimserliğe iten sebep cazibesine kapıldığı bu güzelin köklü geçmişi. Daha açıkça söylersek; Balkanların beş asırlık uzun, köklü bir Osmanlı yani Müslüman Türk geçmişine, etkisine, deneyimine sahip oluşu ve 200 yıldır ne kadar hırçınlıkla çırpınsa da bu mirasın etkisinden çıkamaması.

BEYİN GÖÇÜ İLE BOŞALAN BİR COĞRAFYA
Balkan ülkelerinin bir numaralı ihracatı basketbol oyuncularıdır desek yalan sayılmaz. Özellikle Sırp, Hırvat, Sloven, Makedon ve Yunan oyuncular yabancı kulüplerin gözdeleri arasında. Bununla birlikte ülkelerinde sosyalist dönemlerden kalma güçlü bir spor geleneği ve altyapısı olduğu için bu ülkelerin basket ligleri boşalmıyor.
Avrupa'ya göre daha elverişsiz ekonomik imkânlar, daha az yatırım ve daha çok işsizlik, daha çok toplumsal çatışma ve daha düşük hukuki standartlarla karşı karşıya olan Balkan ülkelerinin basketbolculardan daha fazla ihraç ettiği şeyse yetişmiş beyinler. Bölge uzun süredir büyük bir beyin göçüyle karşı karşıya ve bunun neticesinde bütün sektörlerde kalifiye eleman sıkıntısı giderek büyüyor.
Her yıl on binlerce Balkan genci ülkelerini terk ederek ekonomik ve mesleki kurtuluşu başta ABD, Kanada ve Almanya olmak üzere Batılı müreffeh ülkelerde arıyor. Bölge ülkelerinin düşük nüfusları ve göçenlerin eğitim seviyeleri dikkate alındığında beyin göçü hiç de küçümsenecek türden değil.
Bir araştırma beyin göçünün gelecekte varabileceği noktayı şimdiden gösteriyor: Sadece Sırbistan'da 7 milyon nüfus içinde 1 milyon 200 bin kişi bir daha geri gelmemeyi göze alarak yurt dışına kaçmayı düşünüyor.

Katoliklik ile Ortodoksluk, Hristiyanlık ile İslam arasında bir tampon
Türklerin sarp, yalçın dağlık alan anlamına gelen Balkan adıyla andığı bu bölgenin kaderinde zıt güçlerin sınır, köprü ve tampon bölgesi olmak var. Uzun yüzyıllar Avrupa'yı Doğu ve Batı olarak ayıran Katolik-Ortodoks kiliseleri rekabetinde Balkanlar Doğu olmuş ve Ortodoksluğu temsil etmiş. Avrupa'nın geri kalanı Roma olurken Balkanlar buna bir hat çekerek Bizans toprağını ve kültürünü temsil etmiş. Avrupalılar Balkanları kültürel olarak tasnif ederken Osmanlı'yı kültürel açıdan pek hesaba katmadan bölgeyi üç kültür havzasıyla ifade eder: Bizans, Cermen ve Ege kültürleri…
Osmanlı'nın Bizans'tan ele geçirdiği bu topraklara "Bizans ili" manasında Rumeli adını verdiği Balkanlar Batılılar tarafından Ortodoksluk ve İslam dinlerinin etkilediği Bizans yöresi olarak değerlendirilmeye devam eder. Bu bölge aynı zamanda coğrafi olarak Katolik Hristiyanlık ile İslam arasındaki sınırı ya da tampon bölgeyi de temsil etmiştir yüzlerce yıl. Aynı tampon fonksiyonu II. Dünya Savaşı ile Sovyetlerin dağılışı arasındaki 50 yıla yakın süren soğuk savaş döneminde de görür bölge. Batı bloku kontrolündeki Yunanistan'a karşılık diğer bölgeler Doğu Avrupa ülkeleriyle birlikte sosyalist bloku temsil eder.
Ancak Balkanların kültürel sınırlarını mevcut siyasi sınırlarla tanımlamak mümkün değil. Trakya bölgesi ile Balkanlara dâhil olan Müslüman Türkiye, kendisini Balkan ülkesi olarak görmeyi kabul etmeyen Romanya, Slavdan ziyade Avusturyalı hisseden Slovenler ve Ortodokslar arasında kalmış Katolik topluluğu Hırvatlar kendilerini Balkan kültür sınırları içine konumlandırmama eğilimindedir. Bu eğilimin temelinde "Balkanlı" olmanın getirdiği bir korku ve çekinme duygusu yatar. Zira tüm bu ülkelerin sorunu Avrupa ile bütünleşme ya da "yeniden Avrupalı olmak" ve AB'ye girmek için en azından 1989'dan beri Avrupalılıklarını ispatlama çabasıdır.

Etnik-dinî temizlik denince akla hemen onun adı gelir
Balkanlar deyince akla gelen şeylerden biri de "etnik temizlik." Öyle ki bu bölgede etnik temizlik, siyasi modernitenin en temel kurucu unsurlarından biridir desek hiç abartmış olmayız. Diğer bölgelerde de sorunlu uygulamalara yol açmış olmakla birlikte özellikle Yunanistan ve Sırbistan'da (Eski Yugoslavya) karşılığını bulan bir uygulama; etnik ve dinî temizlik. Bu gayriinsani uygulamanın başlıca kurbanı ise özellikle 19'uncu ve 20'nci yüzyılın sonlarında Müslüman topluluklar oldu. 20'nci yüzyılın başındaki I. ve II. Balkan Savaşları sonunda gerçekleşen büyük katliam ve tehcirler ile yüzyılın sonunda Yugoslavya'nın dağılışının ardından gerçekleşen Bosna Soykırımı bunun en bariz örnekleri. Bu savaşların ardından kurulan yeni ulus-devletlerle birlikte özellikle Balkanların Müslüman ve Yahudi nüfusu Türkiye'ye doğru 150 yıldır süren bir göç dalgasının nesnesi oldu. Bugün Türkiye'deki Balkan kökenlilerin sayısının 1,5 milyonu İzmir'de olmak üzere 22 milyona ulaştığı tahmin ediliyor.

AVRUPA'DAKİ TÜRKİYE
"Osmanlı yurdu neresidir" denilince tarihte uzun süre ilk akla gelen Rumeli toprakları olmuş. Zira Osmanlı daha devlete dönüşmeden, 12'nci yüzyıldan itibaren Rumeli'ye bir ayağını atmış. Sonrasında Balkanlara ve giderek Doğu Avrupa'ya uzanan Osmanlı, yatırımlarının büyük kısmını Anadolu'dan ziyade bu bölgeye yapmış. 33 Arnavut'un, 29 Boşnak'ın Osmanlı sadrazamı oluşu da bunun bir göstergesi. Osmanlı yapılarının günümüze dek yüzde 90'ı tahrip ve yok edilmiş olsa da kalan yüzde 10'luk kısmı bile Osmanlı'nın Balkanlarda ne çok eser vererek, ne denli bir mühür vurduğunu göstermeye yeterli. Zaten Balkanlar ismi bile Türklerden miras. Osmanlı'nın Romanya'da bulunan dağlara verdiği "Balkan" adı 19'uncu yüzyıldan sonra Rumeli olarak anılan bölge geneline yaygınlaşarak Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki topraklarını ifade eden bir terim olarak kullanılmış. Bu yüzden "Avrupa'daki Türkiye" olarak anılan toprakların büyük kısmını, Macaristan dışındaki bölümünü Balkanlar teşkil etmiş.

ÖTEKİNİN DE ÖTEKİSİ BALKAN MÜSLÜMANLARI
Balkanlar Avrupalı muhayyilesinde uzun zamandır egzotik, gizemli bir yere sahiptir ve neticesinde Avrupa'nın ötekisi olarak görülmekten hâlâ kurtulamamıştır. Bir Avrupalının bu Hristiyan ağırlıklı coğrafyaya adım atar atmaz karşılaştığı manzaranın bu algıda etkisi yadsınamaz kuşkusuz. Hristiyan çoğunluğun yaşadığı başta eski Yugoslavya ülkeleri ve Arnavutluk olmak üzere Balkan topraklarını gezen Batılılar gözlerine sık sık batan tarihi minarelerle karşılaştıklarını söyleyip, Avrupa'nın içinde Doğu ile karşılaşma duygusu yaşayarak şaşkınlıklarını dile getirirler. Oysa minareler başta olmak üzere İslam medeniyetini çağrıştıran bu mimari imzalar Balkanların yapı taşlarından biri olan İslam'ın sadece fiziki göstergeleridir. Neticede İslam da Balkanların temel unsurlarından biridir ve Bosna Hersek, Arnavutluk, Karadağ, Güney Sırbistan, Kosova, Makedonya ve kısmen de Yunanistan'da çoğunluğu Sünni olan Balkan Müslümanları yaşar. Balkan toplumları da tıpkı Türkiye gibi Doğu ile Batı arasında kaldı, kalmaya devam ediyor. Ancak bu iki arada bir derede kalma durumunu en çok yaşayan, hisseden ve dahi bedelini ödeye ödeye bitiremeyen asıl insanlar Rumeli'deki kardeşlerimiz, ecdat yadigârı Balkan Müslümanları oldu. Nasıl bitmeyen bir bedelden söz ettiğimizi anlamak için Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı katliamları, Yugoslavya ve Arnavutluk'ta sosyalist rejimlerin yasak ve baskılarına uzanmaya gerek yok. Daha 25 sene önce Bosna'da yaşananlar ortada. Kısacası Balkanlar uzun süre Avrupa'nın ötekisi olurken bugün tüm yarımadanın yüzde 13'lük nüfusuna inen Boşnak, Arnavut, Kosovalı, Mekedonyalı ve Rom Müslümanlar da Balkanların ötekisi oldular. Yunan, Sırp, Bulgar, Hırvat milliyetçiliklerinin, totaliter rejimlerin, Türk düşmanlığının, Ortodoks fanatizmin, 50 yıllık sosyalist rejimlerin kurbanı, mağduru ya da madunu oldular. Avrupa'da nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan 4 ülke var ve dördü Balkanlarda: Kosova yüzde 92 (2,1 milyon), Arnavutluk yüzde 56 (2,6 milyon), Bosna Hersek yüzde 51 (1,6 milyon) ve Türkiye yüzde 98… Çoğunluk olmadıkları yerlerde ise Müslüman oranı şöyle: Makedonya yüzde 35, Karadağ yüzde 18 (116 bin), Bulgaristan yüzde 13 (1,1 milyon), Yunanistan yüzde 5,3 (527 bin).

Osmanlı geçmişinin etkileri Avrupa'yı endişelendiriyor
Genel bakış açısından bakılırsa Balkanlar, kıyısında olsa da Avrupa'ya dâhil ve tıpkı bizim Türkiye'ye yakıştırdığımız "köprü" vasfı ile görülüyor Avrupa'da. Türkiye'nin bin yıldır sürdürdüğü Doğu ile Batı, İslam ile Hristiyanlık, Ortadoğu ile Avrupa arasındaki bu "köprü" vazifesini Balkanlar ayrıca Hristiyan dünyası ile Doğu, Katolik dünyası ile Ortodoks dünyası arasında "köprü" işlevi ile pekiştiriyor.
500 yılı aşkın Osmanlı hâkimiyeti süresince Avrupa'nın geri kalanından çok farklı bir tarihî tekâmül süreci geçiren Balkanlar yine de kıtayı kasıp kavuran akımlardan -başta milliyetçilik ve ulus-devletleşme olmak üzere- uzak kalmadı, fazlasıyla nasibini aldı. Yine de Osmanlı'nın dinî-kültürel- etnik çeşitlilikleri koruyan yönetim anlayışı bu bölgenin bugünkü çeşitliliğinin temelinde yatıyor.
Bu çeşitlilik, çok unsurluluk Avrupa'nın geçmişinde barındırılmadı. Tersine kimi zaman din temelli çatışmalar, kimi dönem mezhep temelli katliamlar, bazen etnik ayrışmalar, bazen kültürel baskılarla Avrupa kendine daha homojen bir yapı oluşturdu. Irk, dil, din ve kültür farklılıklarını bir arada barındırma tarihî deneyimi açısından henüz emekleme aşamasında olan Avrupa'nın, Balkanların bu çok farklı unsurunu yok etmeden yaşatan potaya damgasını vuran Osmanlı mirasından çekinmek için geçmişinde ve hem de yabancı-ırkçı eğilimlerin depreştiği günümüzde fazlasıyla sebebi mevcut.
Bugün tüm Balkan milliyetçi unsurları ister Türk olsun, ister olmasın ister Boşnak, Pomak, Arnavut gibi kendi etnik gruplarının dışındaki tüm Müslümanları Türkçe konuşmasa da Türk olarak tanımlar. Bir başka deyişle; Balkanlar'daki tüm Müslümanlara Türk denilir.

BALKAN DİLLERİNDE YAŞAYAN TÜRKÇE
Balkanları 5 asır boyunca yöneten Osmanlı'dan bugüne kalan, her biri sürekli yok edilmeye, kovulmaya, yıkılmaya çalışılsa da varlığını sürdüren üç büyük mirasımız var: Tarihi kamusal yapılar, Türk-Müslüman nüfus ve bir de Türkçe.
Osmanlı-Türk mirasının direnen bir kalesi de Balkanlarda hâlen birkaç milyon kişinin kullanmaya devam ettiği Türkçe. Bölgede en yoğun Türk nüfusun yaşadığı Bulgaristan başta olmak üzere günümüzde 2 milyon Balkan Türkü Türkçeyi gündelik dilde kullanmaya ve yaşatmaya devam ediyor.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Dr. Bülent Yıldırım'ın verileriyle Bulgaristan'da anadili Türkçe olanların sayısı 800 bini buluyor. Yıldırım'a göre Türkçe konuşan Müslüman Romanlar da eklendiğinde bu ülkede Türkçe konuşanların sayısı 1,5 milyona varıyor. Buna Yunanistan ve adalarında 170 bine yakın, Romanya'da 150 bin, Kosova'da 70 bin, Makedonya'daki 100 bin Türk de eklendiğinde Balkanlarda 2 milyon kişi hâlen Türkçe konuşmaya devam ediyor. Üstelik Türkçe diğer Balkan dillerine de hayli nüfuz etmiş. Bulgar araştırmacı Gvan Vazov'un "Şehirlerimizde konuşulan dilin yarısı neredeyse Türkçe idi" sözü bunun içeriden itirafı.
Sırpça ve Hırvatçanın, Türkçeden 8 bin 878 kelime ve 6 bin 878 terim barındırması, Türkçe sözcük dağarcığı hayli zengin olan Boşnakçanın Türkçe ile birleştirilmesinden Alhamijado adıyla yeni bir dil oluşturulmuş olması, Arnavutçada 4 bin 406 Türkçe sözcüğün varlığını koruması, Romen dilbilimcilerin Romencede 3 bin 900 Türkçe kelime ve cümle tespit etmiş olması, Yunanca'daki Türkçe söz varlığının 3 binleri bulması bu nüfuzun bariz göstergeleri.

BİZE ULAŞIN