Kim olduğumuzu gelenekle açıklamaya ihtiyacımız yok
Bir yanıyla felsefe ve sosyoloji, bir diğer yönüyle ilahiyat kavramı olarak "gelenek" özellikle modernizmin etkisiyle önemli ve çetrefilli bir tartışma konusu olmayı sürdürüyor. Çoğu zaman modernizme alternatif ya da karşıt olarak sunulan bu kavrama getirilen tanımlar da oldukça müphem, karmaşık hatta taban tabana zıt olabiliyor. Özellikle Renée Guénon ve takipçileriyle kazandığı anlamla yol açtığı felsefi tartışmalara, din felsefesi alanında araştırmalar yapan Doç. Dr. Zeynep Gemuhluoğlu'nun yaklaşımı oldukça farklı. İnsanın kim olduğunu gelenek üzerinden değil kelam üzerinden tartışmanın daha gerçekçi bir yol olduğunu düşünen Gemuhluoğlu ile tüm yönleriyle gelenek, geleneğe dair algı ve tartışma, bu tartışmanın açmazları ve hakikati anlamak açısından kelam ya da ilahi metnin yorumu üzerine konuştuk.
Geleneği kavramsal olarak nasıl açıklayabiliriz?
Günümüzde birbirine zıt iki gelenek kavrayışı var. Biri modern düşünceyle ve ulus devletlerin kurulmasıyla, yani o düşüncenin ahlaki ve siyasal izdüşümüyle alakalı bir kavram. Bu bağlamda gelenek, metafiziği dışlayacak şekilde ve tarih fikriyle bağlantılı olarak ortaya çıkıyor, öncelikle Kant ve Hegel felsefeleri zemininde düşünülebilir, sonrasında onları aşan -Gadamer gibi- başka anlamlar kazanmış olsa da. Yani "akıl sahibi, özgür canlıların" birbirlerini amaç olarak gözetmeleriyle tarih dediğimiz varlık alanı oluşabiliyor ve dolayısıyla gelenek de özgür, akıl sahibi canlıların birbirlerini gözeterek oluşturdukları eylemlerin ve yapıların anlamlı bir bütünü olarak onların geçmişini ifade eden bir kavram olarak ortaya çıkıyor. Tarihsellik, birikimsellik ve bir yanıyla da kültür kavramına bağlanacak bir şekilde.
Diğer gelenek kavrayışı da, Guénon'un ve Tradisyonalist Ekol'ün tanımı. Onlar, diğerine tamamen zıt şekilde geleneği kutsal olanla ilişkisi üzerinden -tabiri caizse dinle- ilişkilendiriyorlar. Yani geleneği, birinde metafiziği dışarıda bırakacak şekilde tarihsel bir biçimde insanların birbiriyle olan ilişkileriyle, birikimsel bir şekilde oluşmuş geçmişle ilgili olarak düşünürken diğerinde ilahi olan tarafından, hakikatin farklı farklı toplumlara, farklı zamanlarda açılmış tezahürleriyle oluşan pratikler, semboller üzerinden yani metafizikle ilişkili olarak tanımlıyorsunuz. Aslında bu ikisini yan yana koymak bile mümkün değil. Biz bugün geleneği konuşurken, dilmize de iyice yerleşmiş durumda, hangisini tam kastettiğimiz çok açık olmadan konuşuyoruz. Yani muhtemelen gelenek meselesini dert ediniyoruz derken, gelenekten koptuk derken kastettiğimiz o metafizikle ilgili bir kaygı ama tartışma biçimlerimiz ilk tanımla alakalı. O yüzden de tuhaf bir durum söz konusu.
Bana soracak olursanız ben gelenek kavramından hiç yola çıkmamayı tercih ederim, eğer bu söz konusu dert, zamansız olanla ilişkisi açısından "kim olduğumuz"la ilgili bir meseleyse. Bunu da gelenekle değil fertle ve onun "kelam"la, "kelam-ı kadim"le ilişkisi üzerinden konuşmak gerekir. Kelam, hem "gönül" üzerinden ferdi hem de o fertlerden oluşan birlik olarak toplumu yani insanı açıklar. Kelam, zamansal, tarihsel, kültürel ve birikimsel olanla düşünülebilecek, anlaşılabilecek bir şey değildir, değişime de uğramaz ama insandan söz etmemizi mümkün kılar. Bu meyanda kelamın metafizikle de ilgisi yoktur. Dolayısıyla gelenek kavramından yola çıkmaya veya onun etrafında düşünmeye ihtiyacımız yok. Büyük ölçüde Batılı okuru muhatap alarak ve modern dünyaya bir eleştiri olarak yazdığı için belki Guénon için bu bir zorunluluktu ama bizim bugün Türkiye'de, Anadolu'da oturup gelenek kavramı üzerinden kim olduğumuzu açıklamaya ihtiyacımızın olduğunu düşünmüyorum.
Peki, biz bugün neden bir gelenek-modern ayrımı yapıyoruz?
Çünkü modern demek "yeni" olan demek zaten ve modernizm Aydınlanma'yla alakalı. Bunlar birlikte ortaya çıkan kelimeler. Aydınlanma'yı da Kant çok güzel açıklıyor: Metafizik dönem söz konusu olduğunda -hem düşünce olarak hem bunun pratikleri olan siyaset veya cemaat ilişkileri olarak fark etmez- insan kendi sorumluluğunu almıyor, dışarıdan bir şeye bırakıyor bunu. Yani ilahi olana... Ve burada mesela Kant düşüncesine biraz aşina olanlar bilirler, "eğer biz eylemlerimizin sonuçlarını nihai olarak bilebiliyorsak özgür ve dolayısıyla da ahlaklı olamayız" aslında. Tam da Tanrı'yı bilemiyor olmamız bizi ahlaklı kılar. Basitçe ifade edecek olursak, aklımızın ve tecrübemizin bir sınırı var ve daha önce bu sınırlar aşıldı, metafizik yaparak haddimizi, sınırımızı -kritik demek bu demek biraz- bilmedik. "Haddimizi bilmeyerek Tanrı hakkında, ruh hakkında, ölümsüzlük hakkında, şunun hakkında bunun hakkında konuşup sanki bunlar varmış gibi davrandık bir taraftan da aslında böyle yaparak kendimizi bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz bir şeyin esiri kılmış olduk, yetkinleşemedik, ergenliğimizden çıkamadık" diyor Kant. O yüzden de sınırlı olan aklımızı kullanalım diyor, ilk bakışta hakikaten çok mütevazı görünen bir şey, değil mi? Ama bu, aynı zamanda, "elimizde sınırlı olan aklımız var, sorumluluğumuzu alalım ve sadece bununla bir şeyler yapalım" demek aslında. Temel kırılma noktası bu. Devamında da geçmişi aşarak sürekli yeni olanın ve insanın kendisi için daha iyi olanın aranması, umut edilmesi söz konusu. Aydınlanma böyle bir şey. Bu anlamda Kantçı ahlak, aktivist bir ahlak aslında, yani sürekli olarak kişi seçim yapacağı durumlarla karşılaşır ve her seferinde seçim yaparak bir sorumluluk alır; dünyanın, tarihin hep daha iyiye gitmesi, bir umudun kovalanması anlamında.
Az önce söylediğiniz gibi kelamdan yola çıkarak metafizik olanla yeniden ilişki kurmak mı gerekli?
Metafizik kelimesini de sevmiyorum ve daha evvel söylediğim gibi kelamın metafizikle bir ilgisi yoktur, elbette metafizik derken hâlen tek meşru ve geçerli olan anlamı ile Aristoteles ve Yeni Platoncu metafiziği kastediyorum. Tıpkı gelenek kavramı gibi, bunu kullandığınızda sürekli tashih etseniz de kelimeler beraberinde kökenlerini, kullanımlarını birlikte getiriyorlar. Tekraren, kelam bizim insan oluşumuzu mümkün kılan yegâne zemindir. Dolayısıyla gelenek üzerinden kim olduğumuzu konuşmaya çalışmak, bunun aslında toplumsal, kültürel veya tarihsel olarak oluşturulabilir, gerekirse yeniden ele geçirilip tekrarlanabilir bir olgu olduğunu zannetmektir. Kelam-ı kadim söz konusu olduğunda ise siz ona bir şey yapamazsınız, o sizi değiştirir, dönüştürür. Yalçın Koç hocamız gibi söylersek "mayalar." Fikriyatla, kültürle herhangi bir biçimde onu açamazsınız. Dolayısıyla onu okursunuz, dinlersiniz ve zaten bu şekilde insan olduğunuz için de yani insan olmanızla varlığın ve cümle mahlûkatın birliğini söylersiniz, eylersiniz. Bu tarihsel bir mesele değil yani. Arada çok ciddi bir fark var. Meseleyi gelenekle konuşmaya çalıştıkça aslında kim olduğumuzu asıl belirleyen şeyden, açmış ve açabilecek yegâne imkândan uzağa düşme tehlikesi var, kelimeler önemli, zülfüyâri incitmemek lazım.
Yani aslında modern dediğimiz şey -sürekli yeniyi aramak- bir süre sonra insanı köksüz kılıyor ve geriye dönme ihtiyacı hissettiriyor belki. Deneyimle ilgili problem burada mı ya da gelenek bu yüzden mi mesele ediliyor, gelenek bu ihtiyacı karşılamıyor mu?
Karşılamıyor ve evet deneyim meselesiyle alakalı. I. Dünya Savaşı sonrasında kuvvetle hissedilmeye başlanmış mesela. Walter Benjamin'in deneyimin kaybıyla ilgili meşhur cümleleri zaten orada ortaya çıkıyor. Diyor ki Benjamin; "İnsanlar bir sürü şey yaşamış olarak döndüler savaştan ama adeta dilsizleşmişlerdi, anlatacakları bir şey yoktu." Yani tamamen deneyimi kaybetmişlerdi. Onun üzerinden günümüzde Agamben diye bir filozof var, o bunu açıyor ve diyor ki; "Deneyimin kaybını gözlemlemek için bugün bir savaş yaşamaya gerek yok, modern insan, bu anlamda belki eski çağlarla kıyaslandığında bir gün içinde inanılmaz derecede anlamlı olaylarla karşılaşır, ama bunların hiçbiri deneyime dönüşmez çünkü bir şeyin deneyime dönüşebilmesi için onun aslında sıradan ve gündelik olandan oluşması, aynı biçimde tekrarlanabiliyor olması gerekir" ve bunun arkasında da -deneyimin arkasında da- mesela atasözleri ya da meseller gibi sözel olarak bir otoriteyi temin eden şeyler vardır. Günümüzde ise atasözü yoktur, slogan vardır sadece. Yani deneyim, mesela tarhanayı annen gibi yapabiliyor olmandır. Modern insan bu anlamda deneyimi kaybetmiştir, kendi dışında -söz veya kişi- bir otorite tanımadığı için. Başınıza bir sürü şey geliyor ama bir şey etrafında birikmiyorlar, sürekli olarak o yeni olan diğerini tükettiği için de bir deneyime dönüşemiyor. Elbette deneyimi böyle anlayacaksak, tıpkı gelenek kavramı gibi hatta daha fazla anlamda farklı deneyim tanımları ve tartışmaları var.
Tarhanayı anne gibi yapmak bugün bir gelenek mi yoksa vasat bir çerçevede zaten olması gereken bir şey mi?
Modern veya post-modern durumu esas alırsak bugün artık o türden bir deneyimin geriye getirilebilmesi pek mümkün görünmüyor. Yani teknolojiden, şehirleşme biçimlerimizden yola çıkarsak, tekrar o otoriteyi sağlayacak bir zemin, kişi veya kurum yok. Otorite olmadan, bir sözü veya hikâyeyi esas alan, tekrar eden yapılar olmadan deneyim yeniden inşa edilemez. Başka bir yolu yok mudur? Mesela diziler bu konu için iyi bir örnek olabilir. Bugün Türkiye'de bu anlamda dizi yapılamıyor, geçmişte çok iyi birkaç örnek olsa da devam edemedi. Enteresan bir biçimde, dramatik yapılar geçmişteki mesnevileri karşılayamıyor. Bunu başaran ülkeler var, Kore dizileri bunu sağlıyorlar. Sürekli aile ve aşk merkezli konuları işliyorlar, ilk bakışta klişe görünüyor ama farklı biçimlerde hep aynı olanı bulup çıkarıyorlar. Dizinin konusunu en sefil şehir hayatından, şirketler arası güç ilişkilerinden, sınıflar arası ilişkilerden çözdüğünüzde geride aşka ve aileye dair tekrar edilebilir, deneyimlenebilir olana dair bir şey kalıyor. Bu konuda çok başarılılar ve ilginç bir not, ülkemizde gençler bizim dizilerimizden daha fazla izliyorlar Kore dizilerini.
Yani aslında bir şeyin kalıcı olması için o tekrar edilebilir, insana dair hiç eskimeyen o hikâyeyi mi anlatması gerekiyor bize, yani bir şeyin tecrübeye dönüşmesini buraya bağlayabilir miyiz?
Şöyle, mesela biz kendi hayatımızı kurgularken ya da bir şeyi yapmaya çalışırken bile aslında hikâyeye ihtiyaç duyarız. Yani kendi hayatımızın hikâyesi ile ilgili en nihayetinde olmazsa olmazları belirleyen bir şey varsa eğer, onlar işte o deneyimi hâlâ mümkün kılabilirler ama modern hayat tam da tek değişmeyenin değişim olduğunu vurguladığı için… Ve siz hani aynıyı yaptığınız sürece eleştirildiğiniz, çok sıkıcı ve anlamsız olduğunuz için bugün böyle. "Aa işte olur mu, eskiyi taklit etmiş" filan deniyor değil mi? Dolayısıyla, yeninin peşinde koştuğunuz sürece o kesinlik içermeyen ve ulaşılamaz bir şey hâline geliyor, günümüzde yaşadığımız bu.
Şu an geleneksel sanatları bir şekilde icra etmeye çalışan insanlar var. Gelenek toplum içinde bu şekilde yeniden üretilebilir mi?
Hayır, tabii ki değil. Değil ama bunun arkasında sanatın ne olduğuna ilişkin felsefi sorunlar da var. Sanat özelinde soruyorsanız; zaten sanat dediğimiz alan Kant sonrası romantiklerin Kant'ın Üçüncü Kritiği'nde açtığı alandan hareketle icat ettiği bir şeydir, yani sanat tamamen moderndir.
Gelenek, gelenekselcilik derken de Batı paradigması ile mi konuşuyoruz?
Kesinlikle. Bu meselenin bir ayağı da medeniyet meselesidir. Mesela İbn'ül Arabi hazretleri açıkça söylemiş: "el- Medinetü'l- Fâzıla, (faziletli şehir) insan-ı kâmildir." Hacı Bayram Veli hazretleri de: "Şâr dedikleri gönüldür." Bu sebeple, medeniyet problemimiz var demek aslında insan-ı kâmil yok demektir. Tabii, medeniyeti tarihsel, birimsel olarak anlarsanız problemimiz var gibi görürsünüz. Aslında bu, "Kelam eskimiş, Kuran'ı tekrar yorumlayarak 'yenileyelim" demek gibi bir şeydir. Mesele fikriyatla ilgili olsa tarihsel olsa kelama gerek kalmazdı. İşte Batı'da olduğu gibi her şeyi atalım ve kendi aklımız ile yapabildiğimiz kadar yapalım demek olur.
Problem sanırım medeniyeti; cami, köprü gibi biçimsel bir şey olarak algılamamız değil mi?
Tabii, bakın mesela Ataşehir'de Mimar Sinan'ın camisinin biçimsel olarak bire bir taklidini yaptık. Oldu mu? Şimdi siz Selimiye'yi Edirne'den kaldırın, Edirne Edirne olmaktan çıkar ama o camiyi Ataşehir'den kaldırın oraya hiçbir şey olmaz. Ölçü bu. Bu sebeple eser dediğimizi biçimsel anlamda bir yapı olarak düşünemeyiz. Yapı üzerinden de o yapıyla karşılaşanların estetik duygulanımları üzerinden de meseleyi çözemezsiniz.
Gelenek yerine başka bir kelime önerebilir miyiz?
"Anane" kelimesi gelenek yerine öneriliyor ama meseleyi "tradition"un Türkçeye tercümesi olarak almamak kaydıyla ele alırsak anlamlı. Kelime üzerinden gidecek olursak an-an-e öncelikle hadis-i şeriflerle ve sünnet ile ilgilidir. Bizde geleneğe en yakın kelime aslında sünnet, yanı sıra örf ve âdet de var. Anane kelimesi bu anlamda kim olduğumuzu daha güzel açıklar, zira kelimenin vurgusu, kişilerin sadece aktarılan sözü, fiili, yapma biçimini değil, birbirlerini de "doğrulaması", birbirlerine şehadet etmesi ile ilgilidir. Tarikatlardaki silsileler de böyledir. Az önce konuştuğumuz usta konusu da bununla ilgili. Siz bir kişiye bağlısınız, bir kişiyi görüyorsunuz ama o da bir öncekine bağlı ve onu doğruluyor. Bu yol Efendimiz'e kadar gidiyor.
Fıtrat nasıl bir yerde duruyor?
Fıtratı hümanist bir zeminde anlamamak şartıyla, beşer ile insanı ayrı ayrı düşünmek lazım. İbn'ül Arabi'nin insan-hayvan ve insan ayrımını hatırlayalım. Ayette işaret edilen "esfel-i sâfilîn" kimdir mesela, cemâdâttan ve hayvandan daha aşağı olan? Hümanist bir zeminde, beşerin içinde fıtraten bu imkânları taşıdığını söylemek mümkün değil. İnsanı insan olarak ele alırız, "nefsini bilen" olarak. Aksi takdirde felsefe geleneğindeki gibi insanı kısmî belirlenim ile açıklamaya çalışırsınız, "akıl sahibi hayvan", "politik hayvan" vs. Düşünmek elbette insanın özelliğidir fakat bizzat insanı tanımlayan şey, onu o yapan şey olabilir mi? Cemaat de aynı şekilde. Mesela Hıristiyanlıkta fert olarak değil, cemaatin üyesi olarak mümin olabilirsin, modernlikte de diğerlerini amaç olarak gözeterek oluşturulan "biz"in içinde "ben" olabilirsin. Fert olarak insan yoktur bu sebeple. Akıl sahibi canlı demekle de iş çözülmüyor. Bu defa Aristoteles'te olduğu gibi insanın insan olmaya devam etmesi için aklını kullanacağı ortamların oluşması yani toplumla yaşaması yine esasa yerleşir. Felsefe her zaman politiktir bu yüzden.
Tasavvufta fert-toplum ilişkisi nasıldır?
Tasavvufta bir ayrım yapılmaz, varlığın ve bütün mevcudatın birliği esastır. Dolayısıyla siz ev yaparken, sadece diğer insanları ya da toplumun iyiliğini düşünerek ev yapamazsınız. Oradan geçecek kedinin, uçacak kuşun ve hatta esecek rüzgârın da nasıl etkileneceğine bakarsınız. Fütüvvet denir buna. Bizde ise artık buna dikkat edilmez oldu. Bu sebeple "toplum için çok hayırlı işlere vesile olacak" inşaatlarda ne orada yaşayan hayvanları ne de ağaçları umursar olduk. Demem o ki, kişi sadece toplumu ele alarak bir şey yapamaz, vücudun ve cümle mevcudatın birliğini, iyiliğini gözetmesi lazım. Günümüzde çok şükür halen "insan" var ve böyle yaşıyorlar. Ama kafamızın fena hâlde karışık olduğu da malum…
Gelenek eleştirisi, geleneği sürdürme çabasının önüne geçti sanki. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Evet, belki bir nesil siyasal sebeplerden dolayı öyle yaşadı ama ben umutluyum. Özellikle gençlerden daha umutluyum. Mesela düşünün elli yıl önce Türk müziği dinleyemeyen insanlar bugün şükrediyor. Bahsettiğiniz kişileri temize çıkarmak istemiyorum ama birçok öğrencimde gördüğüm gibi yeni nesil konfor peşinde olmayacak. Biz çözümleri hep mühendislik üzerinden düşünüyoruz. Dolayısıyla herkes sistemi, toplumu ve başkasını düzeltmeye çalışıyor.
Zeynep Gemuhluoğlu kimdir?
1972 yılında Sakarya Alifuatpaşa'da doğdu. 1994'te M. Ü. İlahiyat Fakültesi Felsefe-Kelam bölümünden mezun oldu. M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde İbn Sînâ Felsefesinde Aşk Kavramı başlıklı teziyle yüksek lisans, Gazzâlî ve İbn Rüşd'de Te'vil başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. 1997-2003 yılları arasında M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2003'ten beri de M. Ü. İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Din Felsefesi Anabilimdalı'nda görev yapmaktadır. Akademik çalışma alanları İslam Düşüncesi, Hermenötik, Dil Felsefesi ve Sanat Felsefesi'dir. İslâm düşüncesinde tevilin, ilahi kelamın anlaşılması konusunda Gazali ve İbn Rüşd'ün tevil yaklaşımlarını incelediği Gazzâlî ve İbn Rüşd'de Te'vil doktora tezinden hareketle yayımladığı Teolojik Olarak Yorum kitabına imza atmıştır.