Gökhan Ergür: Unutamamak hastalığı

Unutamamak  hastalığı
Giriş Tarihi: 9.8.2018 09:39 Son Güncelleme: 10.8.2018 17:26
Gökhan Ergür SAYI:48Temmuz 2018
Hafızanın dayandığı; düşünme, dil, zekâ, dikkat, bilinç, öğrenme ve karar verme gibi zihinsel süreçler gün geçtikçe değişime uğramakta ve bu değişim neticesinde de insan gerek kısa gerekse de uzun süreli hafızada problemler yaşamaktadır. Elimi çeneme dayamış, dalgın ve yorgun gözlerle eski fotoğraflara bakıyorum. Nasıl da hayat doluyuz o günlerde, gücümüz her şeye yetecekmiş gibi kararlılıkla bakıyoruz etrafa, bileğimiz hiç bükülmez, dert bize hiç uğramaz zannediyoruz. Efendimiz acemilik nasıl da büyülemiş bizi. Ah, dünya!

Bir vakit sonra dayanamayıp kapatıyorum bilgisayarı. Gerçeklerin o dayanılmaz yükü ağır geliyor bir kez daha. Bu kadar kayıtlı ve canlı anıyla, insan nasıl baş edecek bilmiyorum. Bilinçaltının kolaylıkla bilinç seviyesine yükselmesi ve iyi kötü birçok hatıranın zihinde yeniden canlanması ruhumuza peş peşe sıkılan kurşunlar gibi. Orada bıraktığımızı sandığımız birçok yaşantı ve duygu aslında hiç kaybolmamış, hafızamızdan hiç silinmemiş gibi renkli ekranların marifetiyle her an karşımızda. Ve anlıyorum ki bazen unutmak kadar unutamamak da bir hastalıktır.

Fakat modern çağ unutmaya ve unutturmaya programlanmış gibi. Geçmişi, geleceği ve bugünü hatırlamanızı istemiyor kimse, sadece istenilen ölçülerde yaşamanız ve bu durumu sorgulamamanız bekleniyor sizden. Her şey hazır bir şekilde önünüze sürülüyor zaten; ne giyeceğiniz, ne yiyeceğiniz, kimi okuyacağınız, kimi dinleyeceğiniz, nelere üzülüp nelere sevineceğiniz, tatilinizi nerelerde geçireceğiniz paket programlar halinde önünüze sürülüyor ve sizden sadece dört haneli kredi kartı şifrenizi hatırlamanız bekleniyor. Eğer bunu da hatırlamak zor geliyorsa harikalar diyarında çözümler tükenmiyor ve bilgisayarınızda "şifreyi benim için hatırla" kısmına tıklayarak bu hafıza yükünden de kurtulmuş oluyorsunuz.

Hafızamız harikalar deposu

Artık hafızamıza daha az ihtiyaç duyuyoruz ve hatırlama kabiliyetimizi yitiriyoruz çünkü dünyayla beraber insana dair birçok kavram hem zihinsel hem de fiziksel olarak değişiyor. Hafızanın dayandığı; düşünme, dil, zekâ, dikkat, bilinç, öğrenme ve karar verme gibi zihinsel süreçler gün geçtikçe değişime uğramakta ve bu değişim neticesinde de insan gerek kısa gerekse de uzun süreli hafızada problemler yaşamaktadır. Ezberci eğitimin okullarda aforoz edilmesi, bilgiyi zihinde depolamanın gereksiz olduğu anlayışı ve "nasılsa Google var, oradan tek tuşla, hatta sesli komut sistemiyle öğrenirim" kolaycılığı ve teknoloji tarikatına sapkınca bağlanmamız hafızalarımızı yeniden şekillendirdi fakat burada yapılması gereken önemli bir ayrım var; modern insanın beyni lütfedip öğrendiği bilgiyi aslında kaybetmiyor, temel problem kusursuz bir biçimde yaratılan hafızadaki bilgiye ulaşma yollarının kaybedilmesi. Yani geniş bir bilgi deposunun içinde aradığımız bilgiyi aslında unutmadık, sadece onu nasıl bulacağımızı bilmiyoruz. Bu durumda önemli olan doğru geri çağırma ipuçlarını ve stratejilerini bulup kullanmaktır.

Zihinlerimiz hantallaştı ve birçoğumuz günlük hayatlarımızda zihnimizi değil bedenlerimizi kullanarak mekanik bir biçimde yaşayıp gidiyoruz. Oysa beyin, gelişimini yaşamın her evresinde sürdüren, kendisini koruyan canlı bir yapıya sahip. Beynimizin ön kısmında bulunan; planlama, mantık yürütme, karar verme, organize olma gibi işlevlerden sorumlu prefrontal korteks, 21 yaşına kadar kullan ya da kaybet ilkesini izliyor, kullanılan sinaptik bağlantılar kalıyor, diğerleri ise çöpe gidiyor. Yani kişi sürekli online oyun oynuyorsa, sürekli arkadaşlarına bağımlı bir şekilde her akşam nargile kafelerde vakit tüketiyorsa ya da televizyon bağımlısıysa, bunların oluşturduğu bağlantılar beyinde yerleşiyor fakat kişi kitap okuyor, enstrüman çalıyor, spor yapıyor ya da iyilik üzere yaşıyorsa bunların getirdiği beceriler güçleniyor ve kişinin ilerleyen yaşlarındaki meşgalelerini oluşturuyor. Yani insan ne ekerse, beyin onu biçiyor.

İnsanın Tanrı'nın bir yansıması olduğunu savunan ve bunun için de insanın kendini ne kadar araştırırsa o kadar Tanrı'ya yaklaşacağına inanan ünlü düşünür St. Augustinus'un insan hafızasını harikalar deposuna benzetmesi hafızanın en gerçekçi tanımlarından biri. Zira hafıza sadece geçmiş ve günümüz arasında bir köprü kurmak işlevini üstlenmez aynı zamanda depoladığı bilgilerin gerekli yerlerde hatırlanmasını da sağlayarak günümüz ve gelecek davranışlarımızı etkiler; yaşantımızı, kimliğimizi ve hatta toplumsal kimliğimizi biçimlendirir.

20'nci yüzyılda hafıza çalışmaları toplumsal ve kişisel hafıza olarak birbirlerinden ayrı düşünülmüş ve incelenmiş fakat hafıza epizodik (insanın kişisel geçmişinde belirli bir zaman ve yerde deneyimlediği spesifik olaylar, nesneler ve insanlar) ve semantik (dünya ile ilgili genel bilgi ve gerçekler) olarak sınıflandırılmışsa da epizodik hafıza, semantik hafızanın sınırlılıkları içerisinde şekillenir ve kesinlikle birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Dolayısıyla insanın da sosyal bir varlık olduğu ve hafızasının da bulunduğu sosyal çevrenin ve milli kimliğin etkisi ile şekillendiği düşünüldüğünde toplumsal ve kişisel hafıza kavramlarının birbiriyle iç içe geçtiğini ve birbirlerinden ayrı düşünülmesinin mümkün olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Jan Assman, Kültürel Bellek isimli kitabında bu meseleyi şöyle özetler: "Toplumsal bellek ile insan belleğinin dış boyutu kastediliyor. Bellek denince insanın aklına genellikle bir iç olgu gelir ve bunun mekânı bireyin beynidir, yani belleğin beyin fizyolojisiyle, nöroloji ve psikoloji ile ilgili olduğu düşünülür ama tarihsel kültür bilimi ile bir ilgisi yoktur. Oysa bu belleğin neleri içerdiğini, bu içeriklerin organize edilişini ve ne kadar süre ile muhafaza edileceğini, bireyin kapasitesi ve yöneliminden çok, dış koşullar, yani toplumsal ve kültürel çerçevenin koşulları belirler."

Mekânı ölümsüzleştirmek

Feodalitenin çökmesinin ardından; tek din, tek bayrak, tek dil altında toplumu birleştirmeyi hedefleyen ulus-devletler hafızanın kimlik üzerindeki etkisinin farkında olmakla beraber bu alanı son derece etkin kullandılar. Dünyanın her yerinde devlet idarecilerinin tarihteki kahramanlıklara, yaşantılara ve ideal vatandaş prototiplerine vurgu yapması hafızalarımızı biçimlendirmek ve diriltmek içindir. Böylece toplumlar tek bir kimlik altında, kendilerine aktarılan söylemleri ve mesajları toplumsal hafızaları olarak kanıksayıp buna göre yaşayacaklardır.

Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu, belirli başlı büyük şehirlere yığılmış ve mahremiyeti unutmuş bir şekilde yaşamına devam ediyor. Atalarının doğup büyüdüğü, topraktan, kültürden, iklimden ve hafızadan bihaber devasa, sözde modern şehirlerde hafıza mekânlarını oluşturmaya çalışıyorlar. Mekân denildiğinde akla insanın belirli sınırlar içerisinde eylemlerini devam ettirdiği alan yahut uzay düşüncesi gelse de hafıza mekânı kavramı için böyle somut bir tanımlama ve sınırlama yapmak doğru değildir. Hafıza mekânları; anıtlar, kütüphaneler, koleksiyonlar, arşivler, müzeler, meydanlar gibi sınırları belirlenmiş alanlar olabileceği gibi bayramlar, yıl dönümleri, anma törenleri, ayinler, gelenekler gibi soyut olarak algılanabilen mekânlar da olabilir. Yani hafıza mekânlarının temelinde; unutmaya karşı önlem almak, nesnelerin ve soyut değerlerin zamanda dondurularak sabitlenmesi, ölümsüzleştirilmesi yatar.

İşte modern insanın hafızaya dayalı temel sorunlarından bir tanesi de bu; hafıza mekânlarının yıkılması ve yerine tek tip mekânların inşa edilmesi. Hızlı küreselleşme, bilgi teknolojilerinin yaygın kullanımı ve "mega kentler" içerisinde bu mekânların nasıl kurulacağı ve muhafaza edileceği büyük bir soru işareti fakat bu çetrefilli duruma sermayenin cevabı son derece net ve acımasız oldu: Devasa siteler, lüks alışveriş merkezleri, gökyüzüne kafa tutan altın kaplama oteller, pahalı steakhouse'lar ve trend mekanlar. Bizden beklenen ise zihnimizi ve hafızamızı bütünüyle sıfırlayıp kurulan yeni şehirlere ve neon ışıklarıyla süslü piyasa anıtlarına iman etmemiz ve gerek toplumsal gerekse kişisel hafızamızı tek tipleştirip bu ekonominin doğrudan katılımcıları olmamız.

Oysa antik döneme damgasını vuran ve 18'inci yüzyılın başına kadar etkisini sürdüren hatırlama eylemini mekân sistemi üzerine kuran, mekânsal bir yöntem olan hafıza sanatı (ars memoria) arasında kuvvetli bir bağ vardır. Hikâyeye göre şair Simonides, şiir okuması için davet edildiği bir toplantıda şiirini okuduktan sonra toplantı salonundan dışarı çıkar. Simonides'in davet mekânından dışarı çıkmasından sonra salonun damı çöker ve içeride kalanlar enkaz altında kalarak tanınamayacak hale gelir. Simonides, artık tanınmayacak durumda olan cesetleri oturdukları yere göre tespit ederek cesetlerin kimler olduklarını teşhis etmiş ve aileler böylelikle cenazelerini tanımlayabilmişlerdir. Simonides'in cesetleri teşhis etmede kullandığı imgelerin hafızada oluşturulan belirli yelere konarak düzenli şekilde anımsanması sistemi hafıza sanatının temelini oluşturmuştur.

Her masal bir faydayı içerir

Büyüklerinizden dinlediğiniz masalları düşünün. Hayatın birçok alanına dair öğrendiklerimiz, çıkarımlarımız ve derslerimiz bu masallar üzerinden zihnimize nakşolmuştur. Masallar alışıldık eğlence işlevlerine ulaşmadan önce toplumlar içerisinde nesilden nesile aktarılarak o toplumların geçmişlerindeki gelenekleri, inanışları, kurumları, deneyimleri konusundaki bilgilerin canlı kalmasını sağlayarak toplumsal belleğin önemli bir parçasını oluşturmuşlardır fakat günümüz dünyasında masal anlatıcıları yoktur. Masal diye dinlediğimiz şeyler çocukken dinlediğimiz kurt kuzu, karga tilki mücadelesinin ötesine geçemiyor ve ne yazık ki çocukları bilgilendirmek için değil, daha çok uyutmak için kullanılıyor.

Modern insanın en büyük kusurlarından biri daha: İnsanların hikâyelerini dinlememek ve merak etmemek. Kendi hayat yarışmamız dışındaki insanların hayatlarını önemsemiyoruz artık; yıllarca beraber çalıştığımız insanların kaç kardeş olduğunu, çocukluğunu nerede geçirdiğini, nerede doğduğunu ve en büyük hayalinin ne olduğunu öğrenmeden günübirlik, içi boş sohbetlerle mecburi vakitlerimizi doldurmaya çalışıyoruz çünkü önemli olan bizleriz, bizim hayatımız, bizim işimiz ve bizim çocuklarımız. Diğerleri sadece o görkemli sahnede bize eşlik eden önemsiz ve değersiz figüranlar.

Her masal doğrudan ya da dolaylı şekilde bir faydayı içinde barındırır. Bu fayda kimi masalda ahlak dersi, diğerinde nasihat, bir diğerinde de atasözü yahut kültürel bir düstur olabilir ama her halükarda masalı anlatan kişi aslında akıl veren kişidir ve günümüzde akıl vermek, akıl dinlemek modası geçmiş bir eylem tarzı olarak görülüp insanların narsistik yapılarına zarar vermektedir. Oysa hayat 'ben'le değil, 'biz'le sürdürülen bir yolculuktur ve hepimiz bir ötekinin varlığına, tecrübesine, aklına ihtiyaç duyarız. Modern insan hafızasını hem bireysel hem de kültürel deneyimsizlikleriyle şekillendiriyor ve bu yanlışlar bizi dönüşü olmayan hatalara sürüklüyor.

Pierre Nora, Hafıza Mekânları isimli kitabından hafızayla ilgili şunları söyler: "Hafıza her zaman yaşanan gruplar tarafından üretilen yaşamın kendisidir. Bu amaçla hafıza anımsama ve unutma diyalektiğine açık, onların sürekli biçim değiştirmelerinden habersiz her türlü kullanımlara ve el oyunlarına karşı çok duyarlı, uzun belirsizliklere ve ani dirilmelere elverişlidir ve devamlı bir gelişim halindedir.'' Yani çok katmanlı olan hafıza kavramının her daim canlı, müdahaleye açık ve biçim değişimlerine elverişli olduğunu söyler. Bu noktada bizlere düşen en önemli görev ise; bizi biz yapan değerlerin tam olarak farkına varıp ne için ve kim için yaşadığımızı her gün kendimize sormaktır. Sadece bu soruları kendimize sormak bile, kişisel ve kültürel hafızamızı diri tutmak için atılmış büyük bir adım olacaktır.
BİZE ULAŞIN