Hafızamın en gerisine gittiğimde hatırladığım ilk türkü; Kırmızı Gül Demet Demet. Ne zaman ne halde duyduğumu bilmiyorum ama sanırım lise yıllarındaydı, o türküyü dinlerken annem; "Ben seni küçükken bununla uyuturdum" demişti. O zaman tuhaf olmuştum çünkü Kırmızı Gül Demet Demet türküsünü farkında olarak ilk dinlediğim andan itibaren türkünün içimde, çok derinde bir yerlere dokunduğunu hissetmiştim. Neden böyle olduğunu, annem söyleyince anlayabildim ancak. Şöyle diyordu türkü:
"Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Balam nenni yavrum nenni"
Yıllar sonra üniversiteyi kazandım ve bir daha memlekete dönmemek üzere şehir dışına çıktım. Annem ben üniversitedeyken de aynı türküyü aynı şekilde dinliyordu. Bu sefer türkünün diğer dörtlüğü annem için kıymetli oldu:
"Şol revanda balam kaldı
Balam nenni yavrum nenni"
Ben kaç yaşına gelirsem geleyim annemin "bala"sıydım ve nerede ne halde olursam olayım annemin yanında olmadığım yerde onun gurbetiydim. Nereye sığınsındı ki annem, bir türküye sığınmaktan başka. Allah'a ve türküye sığınabilirdi ancak. Allah'a dua edip türküyle teselli bularak ancak hasretini dindirebilirdi.
Yıllar geçti, kulağıma okunan ezandan sonra dinlediğim ilk müzik, türküler oldu. İç Anadolulu olmanın da getirisiyle Neşet Ertaş'ı çok küçük yaşlarda tanıdım. 90'lı yıllardı. Neşet Ertaş henüz Türkiye'ye dönmemiş, Almanya'da yaşıyordu. Ne zaman televizyona çıksa babam şöyle ciğerden bir iştiyakla "Vay! Neşet çıktı yine" der ve bütün ev onu dinlerdik. Hareketli çalmaya başladığı zaman babam Ankaralılığın genlerindeki etkisiyle dayanamaz kalkar ve oynamaya başlardı. Annem "Cahildim dünyanın rengine kandım" türküsünü okumaya başlayınca içlenirdi. Bir evin içinde her yaştan insan, aynı notalarla farklı hisler yaşayabiliyordu. Bunu bir türküden başka ne sağlayabilirdi?
Milletin ortak hafızası
Tahsilden mesleğe, yaştan cinsiyete, inançtan etnik kökene kadar insanları birbirinden farklı kılan bütün saiklerin buluştuğu yer türküler oldu. Bir Ankaralı; Urfalı Tenekeci Mahmut'la kendinden geçerken, bir Elazığlı da Hacı Taşan'la içleniyor. Bu çok mu enteresan bir şey peki? Asla, çünkü türkü denilen şey fıtratı zedelenmemiş, ümmi ve halis insanın eseri. Ümmi derken sosyal ümmilikten bahsediyorum, okumuş yazmış olmamaktan değil. Sosyal ümmilik, dış dünya ile kirlenmemek... İçine dâhil olmasan da öyle yahut böyle paçalarına bulaşan kirden kendini alıkoymak... Şairin; "Üstü başı kükürtlü bu dünyadan/Kancıklık/Sıçradı çevirdiğimiz sayfalara" dediği sözün muhatabı olmamak. Kimler muhatabı olmadı bu sözün peki? Kazancı Bedih'in gazellerini okuduğu Fuzûlî bu sözün muhatabı olmadı. Muharrem Ertaş'ın koçaklamalarını söylediği Dadaloğlu bu sözün muhatabı olmadı. Muharrem Kemertaş'ın güzellemelerini okuduğu Erzurumlu Emrah bu sözün muhatabı olmadı. Kara caoğlan, Köroğlu, Yunus Emre, Âşık Veysel, Ruhsatî, Seyranî vb. Sadece fıtratıyla hareket eden ve yalnızca insani duygularıyla konuşan hiç kimse bu sözün muhatabı olmadı.
Neydi ellerimizi birbirine sıkıca bağlayan şey peki? Elbette gönülden başka bir şey değil. Gönlü bir olan insanların aklı da bir, ideali de bir, ruhu da bir oldu. Şair Süleyman Çobanoğlu bir sohbetimizde şöyle demişti: "Biz Türkler, Allah ile ilişkisini gönül kelimesi üzerinden kurmuş tek milletiz." Yaratıcı ile ilişkimizi gönül kelimesi üzerinde kurunca işte o bahsettiğimiz ümmiliğe bir adım daha yaklaşmış oluyoruz. O ümmilikten neşet eden şey ise şiirden başkası değil.
Hafızamın hatırladığı en eski şey, bir türkü. O türkü, farkında olmadığım bir şekilde beni Türkiye'ye bağlı kıldı. Yazanın kim olduğuna, nasıl bir dünyaya sahip olduğuna bakmadan, yalnızca söylediği şeyin güzelliğinde buluştum çünkü kim olursa olsun, insan ancak insanlığıyla güzel şeyler söylerdi, buna inanmıştım.
Gözlerinin ışığını çocuk yaşta kaybeden Âşık Veysel şöyle hitap etmedi mi yaratıcısına?
"Saklarım gözümde güzelliğini
Her neye bakarsam sen varsın orda
Kalbimde gizlerim muhabbetini
Koymam yabancıyı sen varsın orda"
Gözleri görmeyen Veysel'e; "Saklarım gözümde güzelliğini" dedirten şey, "Benim sadık yârim kara topraktır" dedirten şeyle aynı güzellikti, aynı duyuştu. Psikolojide "fıtri hafıza" diye bir kavram var mı bilmiyorum fakat yazılan ve söylenen, düşünülen ve konuşulan bazı şeylerin bu fıtri hafızaya dâhil olduğunu düşünüyorum. Yani bilinçli, planlı fakat hesaplı olmayan sözün söylenmesi, işte bu güzellikten doğuyor şiirler ve türkü gibi bambaşka bir güzellik oluyor.
Neyi kaybettiğini hatırla!
Bütün bunları bir kenara koyup bugünün zeminine geldiğimizde de söyleyecek şeyler var. Neredeyse her ay birkaç tane yeni türkü albümü çıkıyor. Yeni yeni sanatçılar, çok da iyi yorum ve seslerle, çok iyi arajmanlarla karşılaşıyorum. Son zamanlarda defalarca dinlediğim birkaç albüm oldu ama bütün bunların arasında beni rahatsız eden bir şey var. Bütün albümler daha önce yüzlerce kez farklı insanlar tarafından söylenmiş türkülerin, başka bir ses ve yorumla söylenişinden oluşuyor. Yeni yakılmış bir türküyle karşılaşmıyoruz. Evet, türkü yakılan bir şeydi bizim için. Bir yangından doğuyordu çünkü. Ne diyordu Karacaoğlan; "Üç derdim var birbirinden seçilmez/Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm." İşte ayrılıktan, yoksulluktan ve ölümden bir şiir doğuyor ve o şiir gidip birinin sazında söz oluyor.
Bugün neden türkü yakılmıyor diye sorduğumda kendime, bulduğum cevap şu: Sanırım bugün yaşadığımız birçok şeyin gerçekliği ile ilgili sıkıntılarımız var. Yani ne yaşıyorsak yaşayalım gerçekten yaşamıyoruz onu. Hakkını veremiyoruz, kederin de neşenin de öfkenin de. "Neden hakkını veremiyoruz ki" diye sorduğumda ise yine aynı noktaya geliyorum. Ümmiliğimizi yitirdik. İstesek de istemesek de maruz kaldığımız bu toz, bu pas bizi kirletti. Birbirimize karşı kaybettiğimiz nezaket ve letafet hisleri/davranışları hayatın bütün alanlarına yansıdı. Sokakta, bütün gün boyunca birbirimize temas ediyoruz. Hiç tanımadığımız insanlarla beraber kısa da olsa yolculuklar ayıp aynı merdivenden iniyor ve çıkıyoruz. Aynı merdivenden inip çıkmanın sembolik de olsa arka planda güzel bir anlamı var. Ahmet Haşim'in "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri" derken ömre benzettiği merdivenin küçük bir simülasyonunu her gün sokakta yaşıyoruz ve maalesef artık birbirimize karşı çok öfkeliyiz, çok sabırsızız, çok kabayız, çok tahammülsüzüz. Birçok güzel hasleti kaybettik. Romantik bir kaybedişten bahsetmiyor ve buna nostaljik bir şekilde ah vah etmiyorum.
Bilhassa temel insani duyuşlarımızı kaybettik. Kaybettiğimiz birçok şey gibi bunun da bize getirdiği şey şu oldu: Türküsüzlük.
Artık sevdiğine kavuşamayan kimse yok mu ki türküsü yakılmıyor? Artık ölümden şikayet eden kimse mi yok ki ölüme türkü yakılmıyor? Ölümlere o kadar alıştık ki bunun artık mümkünü yok. Nâzım; "en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı" diyordu. Biz yirmi birinci asırlıyız ve her gün çocuk ölüleri görmeye alıştık. Peki hakikaten yoksulluk çeken kimse yok mu ki yoksulluğa türkü yakılmıyor? Bunun gibi onlarca soru sorabiliriz. Sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi bu sorulara cevap verir mi bilmem ama artık inandığım tek şey gerçekten "fabrika ayarlarına" dönmemizin gerekliliği. Daha kendimi bilmediğim vakitlerde kulağıma çalınan o türküyü bana yıllar sonra hatırlatan ayarlara...