İslam dünyanın neresindedir?
Bugün "batı medeniyeti" derken "Grek-Latin-Roma" uygarlığının inşa ettığı bir zihinden ve dünyadan söz ediyoruz. Dolayısıyla batı, bölge olmaktan ziyade bır zihindir. Bu zihin, dünyanın öteki kısımlarını bazen cebren, bazen yumuşak yöntemlerle değiştirerek homojen bır dünyaya varmayı hedeflemektedir.
Işık doğudan yükselir" denilince birçok Müslüman, kibirli bir dünyaya karşı müstağni hakikatin ifadesini bulmuşçasına sevinir. Burada bir kelime oyunu vardır ve cazibesini de oradan alır. Işığın kaynağı olan güneşin yeryüzüne ilk düştüğü yer doğudur ve kadim dünyanın kabullerine bağlı kalıp ışığın sabit mekândan doğarak yeryüzünün öteki kısımlarını aydınlattığını söyler bu söz. Işık ile bilgi-hakikat arasında kurulan bu benzerlik ilişkisi "hakikatin doğulu" olduğunu ima eder. Müslümanların böyle bir sözü sevmiş olmalarının nedenleri arasında İslam'ın dünyanın aydınlık kısmında doğan bir güneş şeklinde düşünülmesinin payı vardır. İslam'ı anlatan hemen bütün kelimeler ışık ve ışığın türevlerine işaret eder: Misbah (lamba), nur, kamer, şems/güneş, necm, tarık… Allah "nur" iken Hz. Peygamber karanlığı yaran bir "yıldız", Kuran ise "kandil" kabul edilir. Pek çok insan için güneşin battığı bölgelerde yer alan Batı; akılcı dünyaya yani Grek ve takipçilerine mukabilken, Doğu; hikmete karşılık gelir. Burada İslam geleneğindeki işrak veya meşrik-mağrib tabirini de hatırlamak mümkündür.
Günümüzde ise bu bakış açısının anlamını yitirdiğini söyleyebiliriz. Geldiğimiz noktada Doğu ile Batı kavramları sabitelerini yitirmiş, tamamen başka şekillerde ele alınmaya başlanmıştır. Bütün bunlara rağmen "İslam nerelidir" sorusu, güncelliğini hâlâ korumaya devam ediyor.
Grek-Latin-Roma veya Grek-Arapça-Sasani
Coğrafi olarak bakılınca Müslüman nüfusun büyük kısmı Asya ve Afrika'da, bir bölümü de Avrupa'da yaşar. İslam, 6'ncı asırda Hicaz'da doğarak dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmaya başladığında önce Suriye-Irak, İran, sonra Mısır ve Afrika'ya ulaştı. Bu tarihte haritaya baksaydık, İslam'ın dünyanın orta kısmını teşkil ettiğini, öteki yerlerin ise uç halinde olduğunu görecektik. Bu dönemlerde İslam, Akdeniz'in Hindistan ve Çin ile ticari ve entelektüel irtibatını kontrol altına tutarak HindistanÇin ve Avrupa arasında üçüncü bir bölge teşkil edebildi. Üstelik daha önce bu bölgelerde yaşadığı halde tarihte etkinlik gösterememiş Arapları ve başka bazı halkları bir özne haline getirerek tarihin gidişatını değiştirdi. Bir müddet sonra Türkler de bu sürece katıldı ve Müslümanların orta dünya üzerindeki varlığı tahkim edildi. Bu noktada akla; "Peki bu coğrafi duruma göre İslam nerelidir?" sorusu geliyor.
Rene Guenon (Abdülvahid Yahya), dünyayı üç kısımda tasnif ederken Batı-Doğu ayrımındaki körlüğe dikkatimizi çeker. Guenon'un sözlerini söylediği tarihte meşru ve geçerli tek dünya Batı idi. Onun dışındakiler ise geri kalmış düşüncelerin ve insanların yaşadığı istila edilecek mekânlardan ibaretti. Avrupa, Akdeniz merkezinde gelişen Batı uygarlığını esas alarak dünyanın öteki kısımlarını çağın dışında saydı. Guenon'un dünyayı üçe taksim etme gerekliliğinden söz etmesinden uzun süre sonra Avrupa'daki bazı entelektüeller de benzer taksimlere kısmen ulaşabildi.
Guenon'a göre dünyanın coğrafizihni taksiminde sözünü edeceğimiz yerlerden birisi Batı'dır. Batı, Akdeniz merkezinde teşekkül etmiş, oradan Avrupa'ya yayılan uygarlıktır. Bu uygarlığın temelinde Grek felsefesi ve bilimi yer alırken (özellikle Aristoteles'in mantığı) dini temeli ise Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa dayanır. Bunun mukabilinde doğudan söz edebiliriz. Guenon'a göre doğu Çin'dir. Çin kendine özgü bir medeniyet sahibi ve dünyanın geri kalan kısmınca pek bilinmeyen bir uygarlıktır. Üçüncü bölge ise 'yakın doğu' olan Hindistan'dır. Böylece dünya, doğu/Çin, yakın doğu/Hindistan ve batı olmak üzere tasnif edilir. Dikkat edilirse bu taksimde İslam, batıda yer alıyor. Peki, bu ne anlama gelmektedir?
Hakikat sabit, bilgi mümkündür
Bugün "Batı medeniyeti" derken "Grek-Latin-Roma" uygarlığının inşa ettiği bir zihinden ve dünyadan söz ediyoruz. Binaenaleyh batı, bölge olmaktan ziyade bir zihindir. Bu zihin, dünyanın öteki kısımlarını bazen cebren, bazen yumuşak yöntemlerle değiştirerek homojen bir dünyaya varmayı hedeflemektedir. Tabirdeki Grek; bilim ve felsefe anlayışına işaret eder. Başından beri Batı'daki en etkili felsefe ve bilim okulları Grek merkezli idi. Platon-Aristoteles ve onların takipçileri bilim ve felsefenin kurucu isimleri olarak Batı'daki bütün bilim hareketlerini şekillendirmiştir. Latin ise; din ve teolojiye işaret ederek Hıristiyanlık-Yahudilik ve Tevrat geleneğini anlatır. Avrupa, 3'üncü asırdan itibaren Hıristiyanlaştı ve bu süreçte Hıristiyanlığın, Grek felsefesiyle yaptığı "izdivaca" bağlı olarak Avrupa'da yepyeni sanat, siyaset ve ahlak teorileri gelişmeye başladı. Avrupa'nın ne kadar Hıristiyan olduğu her zaman tartışılsa bile, Hıristiyanlığın yeterince Avrupalı olduğu aşikârdır. Roma ise hukuk ve siyasete karşılık geliyor.
Guenon'un tasnifinde İslam'ın, doğu veya yakın doğuda olmadığını biliyoruz. Peki, bu durumda İslam için kurucu olan unsurları nasıl belirleyeceğiz? İslam medeniyetini kuran ana unsurlardan iki tanesi kolaylıkla tespit edilebilir. Bunlardan birisi Grek bilim ve felsefesi, diğeri ise -Latin tabirine mukabil olarak- Arapçadır. Üçüncü ayak olarak niteleyebileceğimiz, Roma'nın İslam'daki karşılığı meselesi ise biraz karışıktır. Müstakil bir yazı konusu olan bu boyutu bir kenara bırakarak öteki iki unsurdan konuşmaya devam edelim.
İslam, Greklerden beri gelen bir bilim anlayışının takipçisiydi. Farabi, hikmete belli zamanlarda belli milletlerin nasıl katkı sağladığını ele alır, sonra da sıranın İslam milletine geldiğini söyler. Grekler çevrelerindeki bilim ve felsefe anlayışlarını derleyerek öteki milletlere aktarmakla bilime katkı sağlamışlardı. Burada belirleyici faktör ise yazma geleneğiydi. Onlar sadece kendi bilim ve felsefelerini değil, başka felsefeleri de yazarak öteki toplumlara aktarabilmiş ve felsefenin milletler arasında tedavülüne hizmet etmişlerdi.
İslam erken bir tarihten itibaren Grek bilim ve felsefesiyle tanıştı. Bu karşılaşma ciddi çatışmalara yol açmış olsa bile, işin olumlu kısımları daha fazlaydı. Her şeyden önce ortada müşterek bir ilke vardı ve bilim o ilkeye göre yapılıyordu. Müslümanlar, Grek kaynaklı bir ilkeyi kabul ederek tavırlarını bilim karşıtı grup ve geleneklerden ayırmış ve nesnelliği kabul eden metafizikçilerden yana tavır almışlardı. Hemen bütün İslam bilimleri, "hakikat sabittir ve bilgi mümkündür" şeklinde ifade edilen ilke ekseninde ortaya çıkmıştı. Ortaya çıkan kelam, felsefe ve hatta tasavvuf kitapları doğrudan veya dolaylı olarak bu ilkeye atıf yapıyordu. Peki, bu ne demekti? "Hakikat sabittir ve bilgi mümkündür" ilkesi metafiziğin gelişim seyri dikkate alınmadan açıklanabilecek bir ilke değildir. Bu meyanda düşünce tarihinin en önemli tartışması sabit hakikat olup olmadığı meselesiydi. Bilgi sorunu tam olarak bununla ilgiliydi. Grekler "hakikat sabittir" deyince bilgi yapmanın zemini ortaya çıktı. Bilgi, sabit hakikatin zihinde idraki ve idrak edilen bilgiye göre davranmaktan ibaretti.
İslam'ın bu ilkeye bu denli önem atfetmesinin esas sebebi, İslam'ın bazı temel ilkelerinin nesnel gerçekliği ve bilginin imkânını kabul etmiş olmasıyla alakalıydı. Özellikle ahlaki alandaki nesnellik anlayışı İslam'ın olmazsa olmazıydı. "Öküzlere tanrıların resmini çizin denilseydi, kendi resimlerini çizerlerdi" diyen bir sofistin bakışı Müslümanlar için ciddi bir sorundu çünkü İslam'ın Tanrı telakkisinin ve tevhid anlayışının çevredeki Tanrı telakkilerine karşı, doğru ve yegâne telakki olarak savunmak ancak nesnel bir hakikat anlayışıyla mümkün olabilirdi. Tanrı telakkisini sahih ve sabit bir çerçevede ele alabilmek üzere "hakikat sabittir" ilkesini kolaylıkla kabul etti Müslümanlar. Zira "Hakikat sabittir ve bilgi mümkündür" ilkesinin kabulü, Tanrı hakkındaki bilginin doğruluğunu ve sıhhatini veriyordu bize.
Müslümanlar sabit hakikat fikrini benimseyerek hukuk ve ahlak felsefesi yapabilecek bir zemin de kazandılar. Bilim tarihinde 'sabit ilke' fikrini kabul edenler tarafında yer alarak bilim üretmeyi başaran bir toplum haline gelen Müslümanlar, yedi sekiz asır boyunca Doğu Akdeniz'i bir bilim dünyasına dönüştürdüler. Bütün bunların neticesinde ise Avrupa'da ortaya çıkan düşüncelere kaynaklık ve yol göstericilik yaparak modern dünyanın ortaya çıkmasına katkı sağladılar. Günümüzde de o değerlerin kaynağı, bazen ortağı bazen de talibi olarak kendilerini hissettirmektedirler. O halde İslam'ın geniş anlamıyla batılı olduğunu söylemek tarihsel açıdan yanlış bir iddia olmaz. İslam Greklerle ortak bir bilim ve düşünce zemininde bir medeniyet inşa edebilmiştir fakat günümüzdeki esas sorun ise farklıdır. Geldiğimiz noktada kendini dini geleneğinden tamamen soyutlayan Batı'nın, Latin kültüründen öte bir anlamı kalmamıştır. Hal böyleyken ve Batı'da Hıristiyanlık bile kendisine sahih ve gerçek bir yer bulamıyorken İslam nasıl bulabilsin?