Öldürücü bir doygunluk: Yeni medya
"-Hiçbir şey mi gerçek değildi?
-Sen gerçektin. Seni izlemeyi bu kadar güzel yapan da buydu."
Truman Show (1998)
Yeni medyadan "yeni" ibaresinin kalkmasının zamanı geldi de geçiyor bile. Yapay zekâyı konuştuğumuz bu günlerde, yeni medyanın hiç de yeni olmadığını söyleyebiliriz. Yaklaşık çeyrek asırdır iletişimimiz çift yönlü olarak ilerliyor. Kitle iletişim araçları kitlelerin de gönderici olabildiği bir konumda artık. Söz konusu medyayı geleneksel medyadan ayıran da tam olarak bu; yani herkes tarafından, her an ve her yerden ulaşılabilir olması.
Yeni medyanın alametifarikası, gerçekliğin daha üst bir gerçeklikle yer değiştirmiş olması desek sanırım abartmış olmayız. Literatürde "hipergerçek (simülasyon) dünya saptaması" olarak geçen tabire, bir şekilde aşinayız. Yazının başında da vurgulamaya çalıştığımız yeni medyanın artık yeniliğini yitirmesi durumu, söz konusu bu kavramın ortaya çıkış tarihiyle ilgili aslında. Tarihler 1981'i gösterdiğinde ünlü Fransız kuramcı Jean Baudrillard'ın geliştirdiği bir kavramdan bahsediyoruz. Hani bazen "Acaba bir rüyanın içinde miyiz" diye düşünürüz ya, Baudrillard bunu daha fazla düşünmüş olmalı ki adını çokça duyduğumuz fakat mahiyeti hakkında esaslı bir bilgiye sahip olmadığımız "simülasyon kuramı"nı ortaya atmış. Kuram, dünyanın bir simülasyon evreni olduğunu söylüyor özetle. Yani "gerçeğin, gerçekten daha gerçek" bir taklidinden ibaret olduğunu. Baudrillard söz konusu bu durumu "hipergerçeklik" kavramıyla tanımlamış. Bu hipergerçeklikler Baudrillard'a göre o kadar fazla ve kuşatıcı bir haldedir ki artık bildiğimiz anlamda bir gerçeklikten söz edebilmemiz mümkün değildir. Peki nedir bu simülasyon dedikleri şey? Bunun öncelikle "-mış gibi yapmak" olmadığını belirtelim. Meseleyi biraz daha anlaşılır kılmak adına Baudrillard'a kulak kabartalım dilerseniz. Düşünürümüz konu hakkında şöyle bir örnek veriyor: "Hastaymış gibi yapan kişi yatağa uzanıp bizi hasta olduğuna inandırmaya çalışırken, bir hastalığı simüle eden kişide ise bu hastalığa dair semptomlar görülür. Bu noktada simülasyon, gerçekle sahte olan arasındaki farkı ortadan kaldırmaktadır; söz konusu kişi 'gerçekten' hasta olmadığı halde hastalığı simüle ederek semptomlar üretmektedir. Bütün bunlardan ötürü bu kişiye ne hastasın ne de hasta değilsin diyebiliriz." Simülasyonun "-mış gibi olmadığını" da açıklayan bu örnekte esas dikkat çeken nokta ise; gerçeklik ilkesinin büyük bir yıkıma uğramasıdır. Baudrillard'ın teorisinin nirengi noktasını da tam olarak burası oluşturuyor işte. Simülakrlar ve Simülasyon kitabında Baudrillard; "Gerçeğin tüm göstergelerine sahip, gerçeğin tüm aşamalarına kısa devre yaptıran; kusursuz, programlanabilen, göstergeleri kanserli hücreler gibi çoğaltarak dört bir yana savuran bir makineden" bahseder. Gerçek bir daha asla geri dönmeyecek şekilde kaybolmuştur.
"Körfez Savaşı aslında hiç olmamıştır!"
Medya, gerçeğin yeniden üretimi ve yayılması sürecinde başroldedir. Yeni medya ise daha fazla göndericisi, kanalı, alıcısı, zamansızlığı ve kuralsızlığıyla bu işlevi daha güçlü bir etkiyle yerine getiriyor. Herkesin kendi gerçeğini ortaya koyabilmesi sonucu oluşan "gerçek enflasyonu" büyük bir anlam kaybına yol açtı. Giderek artan haberleşme olanağı ve bilgi akışına rağmen hakikat, bugün son derece uzağımızda. Buna ister yozlaşma, ister dejenerasyon deyin; insani bağlarımızı yitiriyoruz. Peki sevincin, yasın, beğeninin, tebriğin, desteğin ifade edilmesindeki değişiklik yalnızca biçimde mi? "Araç mesajdır" diyen Marshall McLuhan, iki kelimeyle en kesin cevabı veriyor. İletişim kurduğumuz mecra, aslında söylemek istediğimiz. Mektup yazan biri; "Sana vakit ayırdım, kalem oynattım, zarf pul aldım, postaneye gittim" mesajını, alıcısı eline alır almaz iletmiş oluyor. Aynı haberi gazeteden okumakla, Twitter'dan almak arasında esaslı bir fark var. Çünkü biliyoruz ki; gazete çıkarmak kolektif ve zorlu bir sürecin ürünü ve birkaç parmak hareketiyle iki saniyede bize ulaşabilen bir metin değil. Hatta ve hatta aynı diziyi yayınlandığı saatte, kanalından izlemek yerine sonrasında internetten izlemenin bile zihnimizde uyandırdığı algı farklı. İlkinde tam saatinde ekran karşısında olması gereken, reklam arasında beklemek zorunda olan edilgen izleyici; ikincisinde istediği zaman, istediği sahneyi, istediği tekrarda izleyebilir. Birine "Doğum günün kutlu olsun" demenin kaç değişik yolu varsa en az o kadar da farklı anlamı vardır. Akıllı telefonla çekilmiş bir fotoğrafa bakmak başkadır, analog makineyle çekilmiş, karanlık odada yıkanmış bir fotoğrafa bakmak ise bambaşka.
Verilecek bütün örneklerin kesiştiği ortak nokta simülasyon evreninin insanlarda yarattığı yıkıcı duyarsızlaşmadan ibaret. Öyle ki televizyonda Sudan İç Savaşı'nın ardından gelen deterjan reklamını aynı kayıtsızlık içinde izleyebiliyoruz. Televizyonu kapattığımız an savaş da bitiyor bizim için. Baudrillard daha da ileri gidiyor ve diyor ki; "Körfez Savaşı aslında hiç olmamıştır!" İstenen açıyla çekilmiş, sakıncalı yerleri kırpılmış, süzgeçten geçirilmiş, sterilize şiddet görüntüleri aylarca yayınlanmıştır yalnızca. Bu "izlenebilir" savaş, zihinlerde acıdan, gözyaşından, yurtsuzluktan, ölümden arındırılmış yeni bir savaş gerçekliği oluşturmuştur.
İmaj hakikattir!
"Bir şey keşfedildiği anda, artık ondan bahsedemeyiz" der Baudrillard. Nesneleri ve olayları simüle ederek görülebilmelerini sağlamak onları yok eder. Mevcudiyeti teşhire indirgeyen sosyal medya, kıymeti de sergi değeriyle ölçer. Bakışlarımız "tam Instagram'a atmalık" kareler yakalıyorsa, zihnimizde çoktan farklı değer algoritmaları gelişmiş demektir. Parlak ekranlara yansıtamadığımız tüm metafizik ögelerin bu değer cetvelinde yeri bile yoktur. Görünmeyenin uyandırdığı merak, sırra vakıf olabilmek için verilen çaba, beklemenin gerektirdiği sabır… Tek tıkla elde edilebilen kolay ve hızlı tüketim, deneyimlemenin zorluğunu çekmeden ödüle ulaştırıveriyor. Daha az eforla daha fazla tatmin sağlayan hipergerçeklik karşısında insan, gerçeğin zorlu serüvenini seçmiyor beklenildiği üzere. Zamanla da düşünme, yorumlama, hayal gücü devre dışı kalıyor.
Bireylerin sosyal medyadaki yansımalarına baktığımızda gerçek olamayacak kadar iyi yaşamlar görüyoruz. Gerçeğin kusurluluğundan, olumsuzluğundan azade ama asla gerçek olmadığı iddia edilemez bir hipergerçeklik hali. Hiçbirimiz olaylar karşısında o şekilde tepki vermiyoruz ama reaksiyon videolarının izlenme sayıları ortada. Oyunu oynamak yerine, oynayanı izleyen çocuğun yaşadığı eğlence yadsınamaz. "Trol" olarak adlandırılan sahte profillerin de gerçek bir kullanıcı kadar söz hakkı var. Yorumlar, beğeniler, paylaşımlar hepsi varlar, görebiliyoruz, ama ne kadar gerçekler? Tüm bu "iç içe geçmişlik" halini Baudrillard 'Möbius şeridi'ne benzetir. Gerçeklikler ve simüle edilmiş gerçeklikler esasen tek yüzlü olan bu sarmalda bir aradadırlar.
Fazla muhabbetin tez ayrılık getirdiğini söyleyen atalarımız, insanların sağlıklı iletişimlerinin devamı için mesafeye ve dolayıma ihtiyaç duyduklarını ilk keşfedenlerden olmalı. Aşırı iletişim, kişileri birbirine yaklaştırmak yerine uzaklaştırıyor. Sanal mecralar üzerindeki "hipergerçek arkadaşlık" mefhumunun tarih boyunca bir örneği görülmüş değil. Her gün, sosyal medyada fazla zaman geçirenlerin depresyona ve asosyaliteye daha yatkın olduğuna dair haberler okuyoruz. Emojiler, yüz yüze bakmayı ikame edemiyor belli ki. Kötülüğün Şeffaflığı eserinde "Yoksunluk hiçbir zaman feci değildir; öldürücü olan doygunluktur" diyen Jean Baudrillard, aşırılığın tüketişine vurgu yapıyor. Yeni medya her nesneyi her açıdan sonuna kadar göstererek anlamların yerine imajları koyuyor. Bu bağlamda geleneksel medyayla aralarında yöntemsel bir farklılık var. Geleneksel medya gerçekliği karartarak yok ediyordu, yeni medya ise aydınlatarak tüm gerçeklikleri hipergerçeğe çeviriyor. Bütün bu süreçte esas failin aslında siz olduğunu akıllı telefonunuzdan teyit edebilirsiniz!