Bütün gün belki de hiç mutlu olmadığımız bir işte uykusuz olarak saatlerce çalıştık, patronun kaprislerine, iş arkadaşlarımızın anlayışsızlığına, toplu taşımanın o bezdirici işkencesine maruz kalıp evimize yorgun bir şekilde geri döndük. Yine dünyayı kurtaramadık, dünyayı bırakın kendimizi ve ailemizi bile bu zor şartlardan kurtaramadık ama yine geri döndük sığınağımıza, şükür bugünlerimize. Varsın doğalgaz faturası bu ay yüklü gelsin, oğlan sınavlardan düşük not alsın, kız yeni bir çantaya sevdalansın, banyodaki çamaşır makinesi bilmem kaçıncı kez bozulsun ve her seferinde; "tamire vereceğim parayla yenisini alırım" kararını verip aldığımız orta halli makine yine bizi yarı yolda bıraksın. Gelebildiği kadar gelsin dünya üzerimize. Biz hep buradayız, Turgut Uyar'ın o dizesindeki gibi: "ve çalışmışsam o gün, dürüst ve İslâm kalmışsam."
İdealize etmediğimiz ama ne yazık ki kuvvetli bağlarla bir gerçekliğe dönüştürdüğümüz televizyon izlemek eylemi; gün sonunda yorgun argın eve döndüğümüzde yapabileceğimiz en kolay, en ucuz ve en eğlenceli şey haline gelmiş durumda. Kumandayı elinize aldığınız zaman bambaşka bir dünyanın kapıları aralanıyor ve kenarından köşesinden anlık da olsa bir diziye gözümüz takılıp ister istemez yorumlarda bulunabiliyoruz. Hangi meslek grubundan olursanız olun günceli ve hayatı yakalamak, takip etmek, toplumun nabzını tutmak istiyorsanız televizyondan yahut televizyonda yayınlanan programlardan farklı iletişim araçları vasıtasıyla haberdar olmanız gerekiyor. Bir terapi seansında 13 yaşındaki danışanın şaşkın ve hayal kırıklığına uğramış gözlerle: "Ne yani, gerçekten hiç mi Diriliş Ertuğrul izlemediniz hocam?" diye sormasının ardından artık mesaimin bir bölümünü de televizyon dizilerinin içeriklerini öğrenmeye ayırdım. Bilmediğimiz, haberdar olmadığımız, basit görüp ilgilenmediğimiz her alan, zaman içerisinde bizler için bir tehdide dönüşebilir. Hele ki bu ortam televizyonsa.
Televizyon vasıtasıyla bizlere aktarılan içi boş metinler, izleyenlerde haber aldığı, bilgilendiği duygusunu uyandırır. Dışarıda bütün şiddetiyle dönen dünyanın klişeleşmiş ve çarpıtılmış bir görüntüsünü bizlere sunan renkli ekranlar, insanlığın dünyayı yorumlayışını da bu bilgi ve becerilerle yapmamızı sağlar. Yani televizyon vasıtasıyla gördüklerimizi yine televizyondan öğrendiklerimizle yorumlamamızı ve inanmamızı ister. Gerçekliğin yerine geçen başta televizyon olmak üzere bütün kitle iletişim araçları, yeniden ürettikleri bu toplumsal gerçekliğe izleyicileri inandırmak için yoğun mesai harcarlar.
Jamaikalı kültürel teorist ve sosyolog Stuart Hall, televizyonu bir temsil sistemi olarak kabul ederek, televizyonun ikonik göstergeler kullanarak anlam üretme sürecinin bir parçası olduğunu söyler. Hall'ün bahsettiği temsil; sözlü, yazılı veya ikonik göstergeler kullanarak gerçek dünyada zaten mevcut olan şeyleri kodlayan yahut onları yansıtan bir süreç değil, tam da bu anlamlandırma sürecine anlam üreterek ve anlamların değişimine olanak sağlayarak katılan bir süreçtir. İnşacı Temsil Yaklaşımı olarak da adlandırılan bu sistem bizlere, gördüğümüz gerçeklerin sahiciliğini sorgulatır. Görselliğin gücünü kullanarak izleyenleri birer tanık haline getiren televizyon, kendi gözümüzle gördüklerimizi şaşmaz doğrular kabul ettirerek bunların gerçekliğinden şüphe duymamızı engeller. Oysa bizlerin her gün ekranlarda tanık olduğu görüntüler, sistemin kişilere dayattığı katı gerçeklerden öte bir şey değildir. İnsanlar televizyonda izlediği şeylerin gerçekliğinden şüphe duymadığı için, televizyonun kendisine sunduğu (dayattığı) bakış açısını yahut ideolojiyi benimsediğinin de farkına varamaz. Bu bağlamda sihirli kutuların oluşturduğu gerçeklik algısı aslında gerçeklikten kaçışın anahtarı ve aslında gerçekliğin kusurlu yanlarını gizleyerek sistemin çıkarlarına hizmet etmektedir.
Türk televizyonlarındaki hâkim söylem ve öteki
Dünya üzerindeki medya kuruluşlarının öncelikli hedefi sahip oldukları ideolojiyi yayarak toplumun bunu içselleştirmesini sağlamaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu da her akşam büyük bir merakla izlenen dizilerdir. Gramsci'ye göre dizilere yön veren ayrıcalıklı sosyal gruplar, diğer grupların rızasını kazanmak ve onlar üzerinde bir üstünlük kurmak için medya yayınlarından destek alırlar. Medyanın bu gruplara sağladığı gücü Gramsci hegemonya olarak tanımlar. Kuramcı, alt konumdaki çoğunluğun, sistemin işleyişine rıza göstererek, egemenlerle bağımlılar arasında hegemonyaya dayalı bir mücadele olduğunu söyleyerek bu mücadelenin hiç bitmeyeceğini ve doğal olarak da tam bir zaferden asla söz edilmeyeceğinin altını çizer.
Egemenlerin sahip olduğu ideoloji kendi doğasını gizleyerek halka sunulmakta ve bu sebeple benimsenip içselleştirilmesi daha doğal ve otomatik olmaktadır. İnsan, çocukluğundan beri gerek sosyal çevresi gerekse medya tarafından ideolojik bombardımanına tutulduğundan dolayı, herhangi bir problemle karşılaştığında bunu, çocukluğundan beri benimsediği egemen ideolojinin bakış açısıyla değerlendirmekte, dolayısıyla insanlar, hâkim olanın bakış açısını kendi doğal ve geliştirdikleri bir duruş zannetmektedirler.
Türk televizyon sektörü de bu durumun farkında olduğundan yıllardır sahip oldukları ideolojiyi kendilerini ifade edebilecekleri her alanda hiç çekinmeden göstermeyi bildi. Sol hegemonyanın ağırlıklı olduğu sinema ve televizyon sektörü, siyasi olarak iktidarda olmasa bile ürün ve fikir bazında hep gücü elinde tutarak Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanıyla beraber yavaş yavaş geri plana atılan yerelliğe karşı durup bir "öteki" oluşturdu. Ötekinin imajı medyada son derece kolaylıkla inşa edilebilir bir durumdur. Bu inşa, ötekinin farklı bağlamlara göre oluşturulmuş farklı kurguları olabileceği anlamını taşır. Hâkim söylemin oluşturduğu öteki, kendisine karşı ilgi, arzu, düşmanlık, saldırganlık duyulan, örnek yahut dışlanan biridir ama ağırlıklı olarak öteki algısı toplum için olumsuzdur. İstenmeyen, kötü ne kadar özellik varsa bunlar dış gruplara ve onların üyelerine yüklenir, diğer bir yandan da ötekinin kötücüllüğünü ifade eden grup üyeleri kendilerini daha iyi hisseder, zira bütün kötü özellikler grup dışına yansıtılmış; grup içerisinde kalanların değerleri bu şekilde meşrulaştırılmıştır.
Televizyonlardaki ideolojik kimlikler
Bugüne kadar çekilmiş sinema filmlerini ve televizyon dizilerini şöyle bir düşünüp siyasi görüşlerine göre karakterleri gözlerinizin önüne getirmeye çalışın. Dizilerdeki sol görüşlü karakterler fiziki olarak daha eli yüzü düzgün, bakımlı, kılık kıyafetine dikkat eden karakterler olurken; sağ görüşlüler ise diğerlerine göre biraz daha kavruk, yakışıklı diyemeyeceğimiz, özensiz giyinen, kişisel bakımına dikkat etmeyen karakterler olarak canlandırılıyor. Sadece görüntü olarak değil duygusal ve davranışsal olarak da vaziyet aynı. Sol görüşlüler daha nazik, kibar, entelektüel seviyesi yüksek, şiirler okuyup barıştan yana tavır koyarken; sağ görüşlü karakterler kaba saba, entelektüel seviyesi düşük, şiddete yönelimi olan, duygusuz tipler olarak canlandırılıyor.
2006-2008 yılları arasında yayınlanan bir dizinin senaristliğini yapan Nilgün Öneş verdiği bir röportajda dizide fazla taraf tuttuğu mealindeki soruya şöyle cevap veriyor: "Tarafsız olmaya çalışıyorum. Kendimi paralıyorum. Bütün görüşlere yer vermeye çalışıyorum. Geriye çekilip tepeden bakmaya çalışıyorum ama mümkün değil ki, ben bir tarafım. Amcam da dayım da İşçi Partisi üyesiydi. Onlarla aynı fikirde bir babanın çocuğu olarak benim çocukluğumdan beri bir görüşüm vardı. Diziye de bunu yansıttım tabii." Aynı televizyon dizisiyle alakalı rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu da şunları söylemişti: "Bu dizi taraflı ve gerçekleri gizliyor. Bazıları kendi bakış açılarına göre ideolojilerini açıklıyorsa sorun yok ama bunun başkalarına hakaret ederek, iftira atarak yapılmaması lazım. Birileri kendilerini daha idealist göstermek isteyebilir, buna saygı duyuyorum, elbette kendi bakış açılarından vermiş oldukları mücadeleyi idealize edebilirler, yaşatmak isteyebilirler, gelecek nesillere aktarmak isteyebilirler ama bunu yaparken başkalarına hakaret ederek, başkalarını karalayarak, iftira atarak yapılmaması lazım."
Bahsettiğimiz gerilimin ve ötekileştirmenin doğduğu yer de işte tam burası. Ekranları elinde tutan hâkim güç, Türk tarihini kendi istediği gibi yorumluyor ve bunu didaktik bir biçimde milyonlarca izleyiciye sunarak kendi görüşlerini toplumun hâkim görüşü haline getirmeye çalışıyor.
İşin endişe verici tarafı televizyon dünyasını elinde tutan gücün sahip olduğu ideolojik yapı hiçbir zaman bu ülkenin hâkimi olamamış, aksine seçkinci ve elitist bir tavır sergileyerek halkla arasında kapanmaz mesafeler koymuştur fakat her ne hikmetse sırça köşklerinde yaptıkları işlerle halkı aydınlatma amacı güden seçkinciler, her daim propaganda araçlarının sahibi olup istedikleri fikirleri yıllardır taze dimağlara gerçeklik olarak işlemişlerdir. Kendi mahallelerinden olmayan yahut mahallelerindeki pespayeliğe tehdit oluşturabilecek kişilere de son derece nezaketsiz tavırlarla itibar suikastı düzenlemekten geri durmamışlardır.
Eğer daha iyisini yapıp "bakın işte yaptım" diyemiyorsak mevcut durumdan şikâyet etmemizin bir anlamı yoktur. Sadece televizyon sektöründe değil birçok kültürel alanda hâlâ bu topraklara ait olmayan insanların yönlendirmeleriyle iş yapıyor, onların Türk halkını zehirlemesine göz yumuyoruz. Eğer bir uyanış yaşayamazsak her şey için çok geç olacak. Çok geç!