Hüseyin Etil: 68'den gezi'ye Türkiye'de sol hareket

68den geziye Türkiyede sol hareket
Giriş Tarihi: 15.01.2018 11:52 Son Güncelleme: 15.01.2018 11:53
68’in itici gücü, 1980 öncesinde devletin çok daha merkezî olmasından dolayı idari sermayeydi; Gezi’nin itici gücü ise 80 sonrasında kapitalistleşmenin çok daha başat hale gelmesi nedeniyle oluşan kültürel sermaye oldu.

Bu kısa değerlendirme yazısında, Türkiye'de solun temel politik ve sınıfsal karakteri üzerine bazı saptamalar yapacağım. Bu sayede 68 olaylarından Gezi sürecine kadar süreklilik arz eden tarihî toplumsal mekanizmalar ve buradan sudur eden temel siyasi-kültürel yatkınlıklar hakkında birtakım argümanlar ileri sürmeyi umuyorum. Bir bütün olarak solun ortaya çıkışını ve farklı sol siyasal profilleri kültürel okumalar içinde tüketmekten ziyade sınıfsal analizlerle zenginleştirmek gerekiyor. Öznelerin kendileri hakkında ürettikleri büyüyü bozmanın en önemli aracı bu tarz bir nesneleştirme pratiği olsa gerek.

Solun ufku: Tamamlanmamış burjuva demokratik devrim

Bugün bizlerin "sol" olarak andığı siyasi hareketlerin ortaya çıkışı esasen 1960 sonrasına rastlar. Bu tarihî bağlam solun temel karakterini anlamak açısından hayatidir. Bu dönemde, askerî darbeyle "feodal sınıfları" tasfiye etmekte başarısız olan (Kemalist) bürokratik kadrolar darbe sonrasında hızla bir solculaşma süreci içine girdi ve bu mücadele politik platformda bilindiği üzere Demokrat Parti ile CHP arasında cereyan etti. İki parti arasındaki mücadelenin kültürel boyutları kadar sınıfsal içerimleri de mevcut. Demokrat Parti'de örgütlenen sınıfsal kitleler genel olarak kasaba eşrafı ve ağalardan oluşuyordu. Halkın büyük çoğunluğunu da arkasına alan Demokrat Parti, onların desteğiyle devlet aygıtı karşısında tarihsel blok oluşturdu. Bu toplumsal sınıflar, parlamento yoluyla devlet mekanizması üzerinde etkili olmaya başlayınca burjuva sınıfının ve sivil-asker bürokratik elitlerinin sert müdahalesiyle karşılaştılar ve kurmuş oldukları blok dağıtıldı. Askerî darbe, eşrafın ve ağaların siyasi gücünü geriletti ancak ortadan kaldıramadı. Darbe bu bakımdan eksik kalmıştı.

Sol açısından hikâyenin başladığı yer de burası oldu aslında, her şey bu kurucu/temel eksiklik duygusuyla başladı. Bu eksiklik, ister 80 öncesinin Milli Demokratik Devrim programında olsun, isterse de 80 sonrasının sol liberalizminde olsun merkezî motifi oluşturdu. Bu iki kesimin de (ulusalcılar ile sol liberaller) ittifaklarını hep bu ufuk etrafında kurduklarını görmek gerekiyor. Solun anti-faşist karakterinin baskın, anti-kapitalist karakterinin ise güdük olmasının nedeni, burjuva demokratik devriminin tamamlanmamış olduğu yönündeki temel tespit ve duygusudur.

Solun sınıfsal karakteri: Küçük burjuva radikalizmi

Solun sınıfsal haritasının çıkarılması, başka bir ifadeyle tarihî maddeci perspektifin bizzat solun kendisine uygulanması kanaatimce oldukça ufuk açıcı bir girişimdir. Burada derdimi anlatabilmek açısından klasik Marksist literatürün ortaya koyduğu birtakım sınıfsal kategorileri hatırlatmak ve bu amaç doğrultusunda işe koyulmak istiyorum. İlgili literatür kapitalizm bağlamında üç sınıfsal katmandan söz eder: Burjuvazi, işçi sınıfı ve küçük burjuvazi. Marks ise küçük burjuvaziyi kendi içinde ikiye ayırır: Klasik küçük burjuvazi ve yeni küçük burjuvazi. Eski küçük burjuvazi; köylüler, esnaf ve zanaatkârlardan oluşmakta iken yeni küçük burjuvazi; doktorlar, avukatlar, mimarlar, mühendisler, sanatçılardan vb. oluşmaktadır. Marks bu sınıfsal katmanların siyasi yatkınlıklarına ilişkin çıkarımlarda bulunur. Ona göre klasik küçük burjuvazi muhafazakâr bir siyasi eğilime sahiptir ama buna karşın yeni küçük burjuvazinin değişimci bir niteliği vardır. Türkiye'de Demokrat Parti'den AK Parti'ye uzanan siyasi çizgi izlendiğinde klasik küçük burjuvazinin muhafazakâr partilere oy verdiği görülüyor. Solculaşma eğilimi içinde olan kitleler de yeni küçük burjuvaziden geldiği için solun hem ideolojik hem pratik önderliği bu toplumsal kesime ait oldu hep.

Klasik Marksist lügat, bu sınıfsal kategorilere bir de sınıf dışı kategoriler ekler: Memurları da içine alacak biçimde tanımlanan bürokrasi, aydınlar ve öğrenciler. Bu sınıfsal-toplumsal kategoriler içinde solun nereden geliştiğine gelelim. Basitçe cevaplarsak "işçi sınıfı" ve "klasik küçük burjuvazi" dışında bütün kategorilerden beslenmekle birlikte esas olarak yeni küçük burjuvazi ve sınıf-dışı kategoriler solun sınıfsal tabanını oluşturuyor. Türkiye solu bu nedenle öğrenci hareketi, aydın hareketi ve memur hareketi olarak açığa vurdu kendini. Türkiye'de solun, Kemalizm'in küçük burjuva radikalizminden doğduğunu net olarak söyleyebiliriz. Ne Kemalizm ne de sol, küçük burjuva ideolojisi olmaktan çıkabildi. Ne Kemalizm büyük burjuvaziyle ne de sol, proleter toplumsal sınıflarla organik bir ilişkiye geçebildi. Büyük burjuvazinin ise ideolojik kriz içinde olduğunu geçerken not edeyim. Bu anlamda sol, Kemalizm'in kaleleri olan hukukçular, öğretmenler, mimarlar, sanatçılar, kültürel üreticiler vb. toplumsal katmanların, çeşitli statü gruplarının radikalleşmesinin bir fonksiyonudur. 68'in öne çıkan gençlik liderlerinin fakülteleri bu iddiamızı doğrular nitelikte. Devrimci öğrenci liderlerinden Deniz Gezmiş'in İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Mahir Çayan'ın ilk olarak İstanbul Hukuk sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doğu Perinçek'in Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Sinan Cemgil'in OTDÜ Mimarlık Fakültesi olmasının hem ideolojik hem de sınıfsal anlamları üzerine düşünmek gerekiyor.

Solun hem 80 sonrasındaki çatallanmalarını hem de bu aktörlerin günümüzdeki politik hareket tarzlarını anlamak açısından şu tespiti de eklemek istiyorum: Siyasi/idari/kurumsal sermaye arttıkça ulusalcılaşma, kültürel sermaye arttıkça ise sol liberalleşme eğilimi içine girmektedir. Baroların ve muhtelif bürokratik kadrolar ile Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) arasındaki sınıfsal ayrışmaların hangi tipte politik sonuçlar doğurduğunu toplum olarak izlemekteyiz. Milli Demokratik Devrim programının 80 sonrasında "milli" yol ile "demokratik" yol biçiminde iki ayrı programa dönüşmesi iki farklı siyasi figürü ortaya çıkarttı. "Ulusalcılar" ile "sol liberaller" şeklindeki ayrışma ise farklı küçük burjuva siyasetlerini gündeme getirdi ve onları, ulusalcıların yaptığı gibi bürokrasiyle yahut sol liberallerin yaptığı gibi burjuvayla ittifaklara itti. Şöyle söyleyebiliriz ki; kendi özgücü (töre değerlerine bağlı olan) olmayan küçük burjuvazi, sürekli ittifak arayışı içindedir.

Gezi'nin burjuva ruhu

Demokrat Parti ile Kemalist devlet aygıtının 1950 sonrasındaki girdiği iktidarını sağlamlaştırmak ve bloklaşma süreci bir kez de AK Parti döneminde yaşanmaya başlandı. Demokrat Parti'nin hükümet olmasıyla başlayan süreç, nasıl 68'e giden yolun taşlarını döşediyse AK Parti'nin iktidar olma süreci de Gezi'ye giden yolun taşlarını döşedi. 1969-70 momentinde doğan ve 1980 sonrasında yeraltına çekilen devrimci solcu özne, Gezi süreciyle birlikte yeniden kendini gösterdi. Bu olaylarla birlikte anlaşıldı ki küçük burjuvazi yeniden radikalleşerek solculaşma sürecine girdi. Bu sürece dair analizlerime gelmeden önce 68 ile Gezi arasındaki farka dair şunu belirtmek istiyorum; 68'in itici gücü, 1980 öncesinde devletin çok daha merkezî olmasından dolayı idari sermayeydi; Gezi'nin itici gücünün ise 80 sonrasında kapitalistleşmenin çok daha başat hale gelmesi nedeniyle oluşan kültürel sermaye olmuştur. Devleti ele geçirme ile onu sınırlandırma arasındaki stratejik farklılığın sınıfsal zemini de bu olsa gerek.

AK Parti'nin iktidar olma süreci içinde sınıfsal mobilizasyon zemininde neler yaşandı? Türkiye'de bürokratik ve ekonomi alanında en üstte olanların eğitim alanının da, kültürel alanının da en üstünde yer alması, üst düzey bürokratların ve zenginlerin çocuklarının eğitim alanının üstündeki okullara gitmesi AK Parti döneminde sarsılmıştır. O halde "Gezi", klasik kapalı, statik tabakalaşma yapısı pasif devrimlerle zedelendiğinde ortaya çıkan yeniden üretim krizidir. Bu açıdan "Gezi", mezkûr toplumsal kesimlerin yeniden üretim krizine karşı geliştirdikleri stratejiden başka bir anlama sahip değil, yükselme ufku daralan yeni küçük burjuvazinin radikalleşmesinden ibarettir. Üstlerden giden toplumsal kitle ile altlardan giden toplumsal kitle ilk defa AK Parti döneminde karşı karşıya/yüz yüze geldi. Eskiden paralel dünyalar içinde yaşarlarken şimdilerde kesişmeye başladılar. Kriz de buradan çıktı zaten. Bourdieu'nün deyişiyle "alanlar" (ekonomi, sanat, kültür, akademi, bürokrasi vs.) giderek daralıyor, kıskançlaşmaya başlıyor. Son beş yıldır liyakat söylemi patlaması yaşıyor oluşumuzun bir anlamı olmalı. Parlamento eliyle toplum içindeki farklı iktidar odakları devletin idari kadrolarına gelince ve muhafazakâr kitlenin bütün alanlarda idari ve kurumsal sermayesi artınca kurumların içindeki profesyonellerin (söz gelimi akademik alanda bilimsel sermayesi fazla olanlar, sanat alanındaki sanatçılar, mimarlar vb.) kendiliğinden ideolojisi olan "liyakat", bir söylem olarak gündeme geliyor. Bu da gösteriyor ki sol söyleme sahip bu kitlelerin aslında sınıfsal karakteri gereği halk tabakalarıyla çıkarları ve dünyaları artık ayrışmıştır. Bu kitlenin sınıfsal güdüsünün siyasi formu meritokratiktir (liyakate dayalı) ve demos (halk) ile tabandan bir çatışma içindedir.

Kültürel burjuvazinin solculaşma sürecinde rolü neden önemlidir?

"Kültür" faktörü Türkiye gibi ülkelerde (Fransa'da olduğu gibi) üst sınıfların önemli bir ayracı olarak işlem görür. Bu bağlamda Türkiye'nin frankafon karakterinin çok daha detaylı incelenmesi iyi olacak. Kültür, bizde ekonomik ve siyasi sermaye gibi ayrı bir sermaye olarak işlemeye devam ediyor. AK Parti elinde çok hızlı bir şekilde siyasi sermaye biriktirdi ancak ekonomik ve kültürel sermaye yapısı hâlâ oldukça güdük. O nedenle sorun kültürel burjuvalar için politik ve toplumsal bir sorun. Anti-kapitalizm kritiğinin solda oldukça cılız olmasının politik sorun (faşizm, diktatörlük vb.) merkezli olmasının anlamı burada gizli aslında. Sınıfsal ayrışmanın önemli çıktılarından olan kültürel sermaye (önemli okullardan mezun olanların devletin önemli kadrolarına gelmesi) bir yandan devlet soyluluğuna, diğer yandan da kültür soyluluğuna neden olur (sanat, bilim, müzeler, konserler, felsefe, düşünce, edebiyat alanında hegemonya). Bu nedenle kültürel burjuvazinin rolü kayda değerdir.

Sınıf oluşum süreçleri açısından Gezi, Loic Wacquant'ın deyişiyle kültürel burjuvazinin öncülük ettiği bir kalkışma. Onun argümanına göre neo-liberal yapılanma içinde ekonomik ve siyasi sermayenin, kültürel sermayenin yayıldığı mekânlara yönelik hamlesine kültürel burjuvazi direnerek karşılık verme eğiliminde oldu. Ona göre bu olgu neo-liberal döneme ilişkin bir fenomendir. O, günümüzdeki kentsel toplumsal isyanın öznesinin "popüler sınıflardan" ve "kent yoksullarından" ziyade, kültürel burjuvazi olduğunu ileri sürer. Türkiye'deki siyasi, ekonomik, kültür kavgalarının üzerine bu olguyu eklediğimizde kültürel burjuvazinin isyanı daha "anlamlı" hale gelmektedir. Sol açısından trajikomik olanı ise Wacquant'ında belirttiği gibi kültürel burjuvazinin asli stratejisi kendisine ait olduğu mekânı, esasen üst sınıflara değil alt sınıflara kapatmak istemesidir. Bu bakımdan eşitlik ve özgürlük mücadelesi olarak kurulan büyü, "çıkarlara" odaklanıldığında uçup gider. Bu toplumsal kitle, Bourdieu'nün ifadesiyle; "egemen sınıfın hükmedilen fraksiyonu"dur. Bourdieu, kültür üreticilerini "egemen sınıfın" içine dâhil etmektedir ki bu Türkiye için açık bir gerçektir.

Kültürel burjuvazi çelişkili toplumsal konumundan dolayı asla tutarlı bir bakış açısına sahip olamaz. Bazen kapitalizme eleştiri getirir, kriz durumunda ise burjuvaziyle ittifak yapar. Küçük burjuvazinin çelişkili toplumsal konumundan ötürü zaten hiçbir ideolojiyi yahut eşitlik fikrini tutarlı olarak savunamamakta, mütemadiyen savrulmaktadır. Kültürel sermayenin en önemli payını ellerinde tutan Marksistlerimizin en trajikomik anlatısı burada gizli.

Hüseyin Etil kimdir?
Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümü yüksek lisans öğrencisi.

BİZE ULAŞIN