Üç ortalı sınıf
Bir sınıf annesi
İş arkadaşlarımdan biri Ramazan ayında, şehrin gelişmekte olan, plaza inşaatı ve gecekondu yığınlarının bir arada bulunduğu bir semtinin kıyısında büyükçe bir camide teravih kılmak durumunda kalmış. "Durumunda kaldım" diyor ama aslında biraz da meraktan gittiğini de itiraf ediyor. "Acaba onlar nasıl kılıyorlar namazlarını" diye düşünmüş. Vurgu kendisine, neye yahut kimlere atfen kullandığının takdiri ise size ait. Neticeden de memnun kalmamış; camiinin sıkış tıkışlığından, gürültüsünden, cemaatin had ve edep bilmezliğinden, imamın ve müezzinin kıraatinin kötülüğünden ve gelenekten kopukluğundan, ibadet ve camii adabından yoksun hareketlerden şikâyet ettikçe ediyor. Arkadaş anlatırken toplumun ne kadar değiştiğini düşünüyorum. Toplumun bîzâr olduğu meseleler çoğunlukla şehir yaşamına uyumsuzlukla, oturup kalkmasından musiki zevkine şehirli kültürüne haiz olmamakla ilintili. Eskilerin tabiri ile "görgüsüzlük" tanımlanabilecek eksiklikler… Ancak merak etmeden de duramıyorum, acaba kıymetli arkadaşımın 1980'lerle beraber liberal ekonominin ivme kazanmasıyla yavaş yavaş orta sınıfın üst katmanlarına dâhil olmaya başlayan ailesinin fertleri, büyük şehir hayatına girdiklerinde kimler tarafından zevk yoksunu ve görgüsüz bulunmuşlardı? Bu soru, dolaylı olarak aklıma Ömer Karaoğlu'nun bir televizyon programındaki serzenişini de getiriyor. Kendilerine senelerce besteledikleri, çaldıkları "ezgiler"in haram olduğunu, bu işi yapmamaları gerektiği söyleyen kişilerin (ve belki de bu kişilerin çocuklarının), şimdilerde aynı ezgileri kötü müzik olarak tanımladıklarını ve zevksiz geldiği için dinlemediklerini dile getirdiklerini söylüyordu Karaoğlu. Anlayacağınız eski haramlar bardak olmuş bu kişiler için.
Geçenlerde yüreğimi "hâlâ mı" sorusuyla yoran üçüncü anekdotla girişi nihayetlendiriyorum. 12 yaşındaki dünyalar meleği kızını İstanbul Bienali'ne götüren başörtülü üst-orta sınıf mensubu bir anne, sosyal medyada kızının sergi alanlarını gezerken yayınladığı fotoğraflarını paylaştıktan sonra gelen bir tepkiyi kısa süreliğine takipçileri ile paylaştı. Bir hanım, o annesi gibi başörtülü küçük kızın bienale değil Fatih'e yakıştığını iddia ediyordu. Anlaşılan o ki sanat, bir sınıf tarafından diğerine izlemek için bile olsa bırakılmayacak kadar önemli bir şeydi.
Yalnız ve güzel ülkenin "Asmalı Konak" olarak portresi
Türkiye'deki sosyal sınıfları layığı ile ele almak basit bir kategorizasyon formülünün çok üzerinde bir çabaya denk gelse de orta sınıfın serencamı kayınvalide, büyük gelin ve küçük gelin ilişkisine benzer. Devlet projesi olması hasebiyle kadrolu, hiçbir zaman meşruiyet sorunu yaşamadan varlığı kabullenilen seküler üst ve orta-orta sınıf, her türlü mevcudiyet alanını paylaşmakta, konaklı ağa filmlerinde iktidarından vazgeçmeye asla yanaşmayan kayınvalidelerden çok da farklı değil. 1950'lerde "Memolar Reşolar iktidara geliyor" diyerek ortalığı velveleye verenler, 1980'lerde şehirlere yerleşmek durumunda kalan nüfusu kıro, hanzo, zonta gibi isimlerle nitelendirirken konaklarının üst katına çıkmaya çalışan "dışarlıklı gelinler"i hiç benimsemediler. Her fırsatta dışlamaktan ve alay etmekten hiç geri durmadılar. Sadece mecburiyetten yahut çıkarlarına öyle uygun geldiği için benimser gibi yaptılar desek çok da yanılmış olmayız zannediyorum.
Bu örneklemde büyük gelin olarak değerlendirilen ve gözle görülür oranda 1980'lerden itibaren gelişen sağcı muhafazakâr/dindar orta sınıfın en büyük imtihanı ise, bir yandan anlam dünyalarında varlık iddialarının felsefi temelini ve edebi/sanatsal dışavurumunu tam oluşturmaya başladıkları esnada para ve makamla karşılaşmaları oldu. Diğer yandan ise özellikle 28 Şubat sürecinde (ay yine mi 28 Şubat, evet canım yine 28 Şubat!) bütün dini kurumların anlam dünyasının boşaltılması ile dindarların var olmaya devam edebilmek adına yapmaya itildikleri seküler saikli tercihleri belirtmemiz gerekiyor.
Muhafazakâr/dindar orta sınıf için hayati önem taşıyan bir mesele varsa o da; tercihlerinin akışına kalıcı bir şekilde kapılmadan, o tercihler vasıtası ile kimliklerini ne doğrultuda yeniden tanımladıklarını yahut tanımlayıp tanımlamadıklarını, idealleri uğruna prensiplerinden ne kadar taviz verdiklerini yahut verip vermediklerini sorgulayarak kendilerini muhasebeye çekmeleri gerekliliğidir. Bu gerekliliği vurgulamak, bu sınıfın hakkını teslim etmemeyi beraberinde getirmez. Türkiye'yi son 15 yılda canlandırıp güçlendirenin, dünyanın çoğunluğu orta sınıf ve Müslüman olan en büyük ülkesi haline getirenin-üstelik seküler orta sınıfın bütün kurumları ile şiddetle karşı koymasına rağmen- muhafazakâr/dindar orta sınıf olduğunu unutmamakta fayda var.
Gelelim küçük geline. Bütün dünyayı saran ortak tüketim kültürü ve değerlerinin mahsulü olan global orta sınıfın Türkiye şubesinin, son yıllarda çevreden merkeze doğru seri adımlarla ilerleyen genç ve aktif bir kitlesi var. Ailenin küçüğü olmanın bütün avantajlarının burada toplandığını da söyleyebiliriz. Büyük gelinin kayınvalideyle yaptığı bütün çekişmelerin kaymağını yemesi bir tarafa, sahip oldukları özgüven ve artan imkânları değerlendiren bireyselcilikleriyle de "büyüklerinden" ayrılıyorlar. Bu sınıf, orta sınıfın temel özelliklerini de değiştiriyor: Odak, üretimden tüketim eksenine kaymış durumda. Bu grubun bir hususiyeti de ideolojilerin bireysellik vurgusunun ve tüketim arzusunun önüne geçememesi. "Birleştirici zamkı" tüketim olan bu sınıfın tüketim iştihasının önünde hiçbir güç duramıyor, hiçbir şey tüketim toplumunun bir aracı olmayacak kadar kutsal ve dokunulmaz değil. Küçük gelinin güncel hayata nasıl yansıdığının en çarpıcı örneklerinden biri, sosyal medyada da alay konusu olmasına rağmen popülerliğinden hiçbir şey yitirmeyen sunum çılgınlığı ve pembeli yeni gelin evleri. Madalyonun öbür tarafında ise sağlıklı olma, doğru beslenme, çocuklarını doğru ilkelerle yetiştirme amaçlarının sonuna kadar sömürülerek yine bir tüketim metası haline getirilmekten kaçamadığı sosyal medyanın örnek anneleri ve bu ilkelerden yola çıkarak pazarlama yapanlar bulunmakta.
Kayınvalide "Strikes Back"
Kısaca tasvir ettiğimiz bu üç sınıf üzerinden en baştaki örneklere dönecek olursak görüyoruz ki herkes, kendinden sonra gelen ile pastayı paylaşmakta sorun yaşayarak sonradan gelenlerin taleplerinin meşruluğunu sorguluyor yahut sonradan gelenlere tanınan hakların kendi hak ve özgürlüklerini kısıtladığı manasına geldiğini düşünüyor. Kültür ve sanat, görgü ve bu görgünün nesilden nesile geçen kıymetli bilgisi, orta sınıfın basamaklarından yukarı tırmanmaya başladıkça aşama aşama önem kesbediyor ve sınıfların kendilerini gösterdikleri bir alan oluyor. Her bir önceki grup, sonradan gelenleri kendi sınıfsal kabullerine göre bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir yoksunluk haliyle itham ediyor. Bununla birlikte her grup kendi "aslî" zevk ve tercihinden "kupleler"i de yanında getiriyor. Önceden marjinal olarak görülen ve istenmeyen hususiyetler bir yerden sonra kült olarak kabul edilmeye başlanıyor. 80'lerin tahkir edilen müziği olan arabeskin, arabesk dinleyen nesillerin orta sınıfın ortalarına doğru konumlanmaya başlamasıyla külte dönüşmesi bir yanıyla böyle açıklanabilir.
Öte yandan seküler orta sınıfın hayatlarında çok fazla bir şey değişmediği halde, mevcudiyetleri boyunca ilk defa eskinin ihtişamını diğerleri pahasına sürdürememeleri ve artık merkezde olmadıkları bilgisiyle genel bir hoşnutsuzluk hali içinde oldukları gözlemleniyor. Bu sınıf, doğal hakları olarak kabul ettikleri avantajlarında eksilme olmamasına rağmen kendilerini sistematik ve bilinçli bir şekilde merkezden periferiye itilmiş, dışlanmış hissediyor. Periferiye doğru itildiğini vehmeden seküler üst orta sınıfın yeni sınıfların farkına varma, onları anlamaya çalışma ve bir seviyede diyaloga açık ortak alanlar yaratarak onlarla uzlaşmaya varma çabasıymış gibi lanse edilen eylemlerinin altında yer alan dürtünün, faydacı bir küskünlük olduğunu da belirtelim. Bu faydacı küskünlüğün en kullanışlı aracının ise yine sanat olduğunu görüyoruz.
Annesi, biz barbar mıydık?
Şimdi gelelim şehrin nabzını tutmaya çalışan bienallere… İstanbul'un son üç bienalinin kavramsal çerçeve ve başlıklarına baktığımızda ister istemez yinelenen bir temanın varlığını fark etmemek mümkün değil. 2013'te "Anne Ben Barbar Mıyım?", 2015'te "Tuzlu Su" ve nihayet 2017'de "İyi Bir Komşu", toplumun ortak değerleri üzerinden ortak tartışma alanları açma kaygısı güttüğü izlenimini verse de bu tavır yakın bir sorgulama gerektiriyor. "Anne Ben Barbar Mıyım?" "siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri"ni tartışmaya açmak istediğini dile getirirken toplumun azamisinin şimdiye kadar kamusal alanda siyaseten ifade edilme yoksunluğu yaşamış olmasını büyük ölçüde göz ardı ediyor. Neden şimdiye kadar siyasal-kamusal alanı tartışmaya açmak niyet ve hevesinde olunmadığı ve neden 2013'te bu arzunun baş gösterdiği de sorgulanması gereken bir başka husus. Benzer şekilde "Tuzlu Su" "travmalı bir geçmişi keşfetme uğraşı ile tarihi gelecek için verimli bir araziye, bir "kompost" kültürüne dönüştürme uğraşı arasında bir diyalog yaratmayı amaçlıyor" derken bile seküler üst-orta sınıfın üstenci, mütehakkim ve "sizler için en iyisini yine biz biliriz" tavrından azade olamıyor. "İyi bir komşu" ile ev kavramı, aidiyet, kök salmışlık, farklı yaşam tarzları ortaya konulup sorgulanıyor. Son yıllarda artan göç dalgaları ile mecburi komşuluğun uluslararası düzlemde de kendini hissettirdiği bu zamanlarda "İyi Bir Komşu", bir yanıyla evrensel üst-orta sınıfın emniyet kaygısını da ortaya koyuyor.
Böylelikle kamusal alanda, sanatsal, kültürel ve edebi çevrelerde, sermayenin büyük bölümünde söz hakkına sahip ve görünürlüğü halen doğal karşılanan seküler üst-orta sınıfın toplumla ilgili olduğu ve toplumda eskisi kadar ve eskisi gibi söz hakkına sahip olduğu mesajını mı vermek istiyor? Dışarıdan görünen herhangi bir uzlaşma niyeti, sergilerin içerdikleri eserlerdeki uzlaşmasız, yok gören ve yıkıcı eleştirellik asıl niyetin ne olduğunun sorgulanmasına sebep oluyor.
Bu sorgulamayı yapma imkânı 15'inci İstanbul Bienali'nin "Kapı Çalana Açılır" (Pulsanti Operietur) sergisinde kendisini çok rahat gösteriyor. Bienalin ana sponsoru Koç Holding yönetim kurulu başkanı Ömer Koç'un özel koleksiyonundan parçalar, yine Koçların Kazım Taşkent'ten devraldığı, Şehzade Abdülmecid Efendi'nin Nakkaş Tepe'deki av köşkünde bienal ziyaretçilerine açılmış. Serginin ismi "Kapıyı çalın, size açılacaktır" diyen İncil ayetini anımsatsa da "Pulsanti Operietur" ifadesinin bazı Mason tapınaklarının girişinde bulunan Latince bir tabir olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Her ne kadar ismi itibariyle davetkâr bir havası varmış intibaı uyandırsa da sergilenen eserler, klasik bir mekâna güncel sanat eserlerinin yerleştirilmesinden doğan şiddetin ötesinde bir çarpıcılık taşıyorlar..
Bu manada alıştığı ve istediği kabulü görmemeye başlayan bu büyük sermaye destekli sınıfın ellerindeki bütün imkânları kullanarak -ve belki de şairinin yaşadıklarına, şairine yaşattıklarına da ayıp ederek- sorduğu gücenik sorunun karşısında yöneltilmesi gereken cevabî soru da şudur: "Annesi, peki ya biz, biz barbar mıydık?" Bu sorunun cevabı ile yüzleşmeyi kabul etmedikçe toplumun diğer kesimlerinin seküler üst-orta sınıfın tövbesine inanması ve sağlıklı bir uzlaşı güç görünürken, yeni ortaya çıkan orta sınıfların da aynı hataya düşmekten yazının girişindeki ilk iki anekdotta görüldüğü üzere kendilerini alıkoymaları için esaslı bir örnek teşkil ediyor.