İnsan ve mekân rabıtası bugün ya nostaljik söylemler arasında kayboluyor yahut da insanı yalnızca biyolojik bir varlık olarak gören ve bütün varlığını madde ile şekillendiren modernist söylemle yok sayılıyor. Mutedil olmaktan ne kadar uzağız. Hâlbuki insan yeryüzüne vahdet üzere gönderildi. Fizyolojisini psikolojisinden ayırmanın imkânı yok. Madde ile mananın birliği bütün yeryüzünde olduğu gibi insanda da aynı şekilde zuhur eder. Yani insanın hayatını idame ettirme sürecini bir çember olarak düşünecek olursak; ilk nefes ile başlayan hayat son nefesle bitiyor. Sonsuz noktalar düzleminde çemberin başlangıç ve bitiş noktasını aynı olarak düşünürsek ilk nefes ve son nefes o düzlemde aynı yerde buluşur ve insanın tevhid üzere var olduğu yine görülür. Birleşen iki noktayı oluşturan sonsuz noktalara baktığımızda insana ait bütün hasletleri o noktaların arasına koymamız mümkün. İçinden herhangi birini diğerinden ayırdığımızda fıtrata müdahale gerçekleşmiş olur ki işte o noktada insanın insanlığından uzaklaşma süreci yani mutasyonu başlar. Evet, mutasyon kavramı bugün bizim yaşadığımız durumu tam olarak karşılıyor. İnsanın toprakla münasebetini defalarca anlatmaya gerek yok ama asıl mevzu da tam olarak bundan ibaret. Konuşula konuşula artık sulandırılan insan-toprak ilişkisine dönüp tekrar tekrar bakmak gerekiyor. Mutasyonun başladığı yer tam olarak burası. Toprakla ilişiğin kesilmesi, insanın asli unsurunu terk edip yerine ikame ettiği şeylerle sebepsiz ve saçma sapan bir hayat yaşamasına sebep oldu, hâlâ da oluyor.
Kerpiçten yapılan evlerle çimentodan yapılan evlerin arasındaki farkı anladığımızda neyi kaybettiğimizi ve neyi kazanmamız gerektiğini anlayacağız. Evvela kerpicin nasıl meydana geldiğine bakmak lazım; kerpiç toprak, saman ve sudan oluşur. Taştan arındırılan toprak, saman ve su ile birlikte harç edilir, ardından önceden çıkarılmış kalıplara dökülerek şekil verilir ve belli bir süre güneşin altında piştikten sonra ortaya kerpiç çıkar. İnsanın yaratılışına ne çok benziyor. Allah tarafından Hicr suresi 26'ncı ayette; "Andolsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık" şeklinde ifade edilen insanın yaratılışı ile kerpicin oluşturulması arasındaki benzerlik işte insan-mekân ilişkisi üzerinden bizi bir yere götürecek. Fıtrata…
Fıtratı değiştirmek insanı yok etmek demek
Fıtrat deyince aklınıza ilk ne gelir? Sanırım büyük çoğunlukla şahsiyet, huy yahut karakter ekseninde olan kavramlar gelecektir fakat fıtrat, insanın maddi ve manevi hasletlerini, hatta ihtiyaçlarını da içine alır. Yukarıda bahsettiğimiz insanın vahdet üzere yaratılmış olması mevzuu… Yani yemek yemek de insan fıtratına dâhildir, âşık olmak da. İbadet etmek de insanın fıtratına dâhildir, bir şeyler için mücadele vermek de... Para kazanıp geçinmek kadar, yaşadığı yerde huzur içinde olmayı istemek de insanın fıtratına dâhildir. Yani en temel konular. İlk bölümde söylediğimiz gibi vahdet üzere yaratılan insan, bunun gibi haslet ve ihtiyaçların bütünüyle insanlığını tamamlamış olur. Yani bu ve bunun gibi hiçbir değişken tek başına fıtrata ait olanı vermiş olmaz. Ne salt ekonomik gelişmişlik ne de salt estetik fıtratı tamamlayabilir. İkisinden birini tercih etme lüksümüz söz konusu değil. Elbette insanın hayatta kalabilmesi için temel maddi ihtiyaçlarını karşılayabilmesi gerekiyor fakat bu hayvanlar için de geçerli. İnsanı hayvandan ayıran temel özellik akıl ve iradeye sahip olması. Bundan dolayıdır ki farkında olsun olmasın insan daima güzelin peşinde yahut güzel sandığının peşinde gider. Güzel sandığının peşinde gitmesi bambaşka bir izah konusu olmaklar beraber "Allah güzeldir, güzeli sever" hadis-i şerifinin açtığı ufukla güzel olanın ne olduğu konusu bütün sanat ve felsefe tartışmalarının dışında kalarak söylenebilir ki; güzel, fıtrata uygun olandır. Bugün karşılaştığımız şeylerin çirkin olmasının sebebi fıtrata mugayir olmasından başka bir şey değil.
Son yıllarda Türkiye'de de hızla artan kalkınma hareketinin temeli, insana ait olanın ne olduğunun bilinmemesine dayanıyor aslında. Artan nüfusun acil ihtiyaçlarını karşılayamama bahanesiyle kent (şehir değil) insanlarına alelacele sunulan çözümler aslında kalıcı değil idare-i maslahat kabilinden hareketlerden ibaret. Kalıcılığın sağlanması, yapıları 1000 sene yıkılmadan kalacak sağlamlıkta oluşturmakla gerçekleşmiyor maalesef. Burada da yine fizyoloji ile psikolojiyi ayrıştırma ikircikliğine düşüyoruz. Selimiye Camii'nin kalıcı olmasının sebebi çok sağlam inşaat malzemelerinden yapılmış olması değil sadece. Mekânın bir ruha sahip olması ve o ruhu yansıtması. Bir ruha sahip olan mekânın insanlar tarafından kabul görmesi, o yapının kalıcılığı için en önemli adım sayılabilir. İnsan tarafından kabul edilebilmesi ise birçok saikle birlikte o yapının insanın fıtratına uygun olmasıyla sağlanabilir. Buna uygun yapıların nasıl olması gerektiği bu zamana kadar defalarca söylendi, tekrar etmeye gerek yok. Zaten bu yazı bir çözüm önerisi yazısı da değil. Çözüm, alanında uzman kişilerin teknik desteği ve uygulayıcıların da irade ve kararlılığıyla olabilecek bir durum. Kalkınmanın değil bayındırlığın, gelişmenin değil tekâmülün peşinde olmadan ve kanun yapıcılar bu kavramları hakkıyla ayırt edemeden herhangi bir sonuca varmamızın imkânı yok. Burada anlamamız gereken esas şey mevcut yapılaşmanın gayri insani olduğudur. Yapılaşmanın gayri insaniliğini kabul ettiğimiz vakit neye itiraz edeceğimizi ve neyi kabul etmeyeceğimizi de anlamış olacağız. Şunu iyice anlamalıyız ki gökdelen gelişmenin değil kolaycılığın ve geriliğin sembolüdür. Mimari adına yeni bir şey üretemeyen insanın en kolay kaçış mekânıdır. Şöyle düşünelim; nasıl ki başarısız bir maliye bakanı devlet paraya sıkıştığında bunu halktan alınan verginin artırılması yoluyla kapatmaya çalışır, başarısız bir hükûmet paraya sıkıştığında darphanede para basma yoluna gider işte bu da tam olarak böyle. Çaba yok, zekâ yok, emek yok, idrak yok. En kolay ve en hızlı yol. Türkiye'de bugün bu yapılaşma sapkınlığı hiç ulaşmadığı zirveye ulaştı. Belediye Başkanları ne yaptığını bilmiyor, hangi ehliyete sahip olduğu bilinmeyen kurulların verdiği kararlar geleceğimize etki ediyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın şehirleşmenin insani boyutlara çekilmesi yolunda bir çabasından ziyade, bir an evvel daha fazla konut yapma popülistliğinde hareket ettiğini görüyoruz.
Talep ne, ihtiyaç ne?
Önceden ismi mesken olan evlerin adının şuan konut olarak değiştirilmesi sadece bir dil yeniliğinden ibaret değil. Zamanında mesken isminin konmuş olması da tesadüfi değil. Mesken, sükûnda olunan yer demek. Bugün ise en azı beş katlı olmak üzere on binlerce apartman var. Hepimiz bir şekilde buralarda yaşıyoruz. Daha doğru tabirle söyleyecek olursak yaşamaya mecbur bırakıldık. Bu durumu sadece metropoller temelinde düşünmemek lazım, Türkiye'nin birçok şehrinde durum böyle. Küçük şehirler adeta; "Büyüyünce İstanbul olmak istiyorum" edasıyla hızla büyümeye devam ediyor. Boş bulunan arazi için akla gelen ilk şey buraya yaptığımız binadan kaç tane daire çıkar sorusu. Bunun karşısında oluşan kaygılar ve buna bağlı hedefler ise şöyle: "Bir gün bir evim olur mu?", "Kutu gibi olsun benim olsun." Bu düşünce, her ay maaşının büyük kısmını ev kirasına vermek zorunda kalan insanların sorduğu ve düşündüğü ortak konu. Peki yanlış görebilir miyiz, elbette hayır. Ne boş arsa gördüğü zaman oradan kaç dairelik bir ev çıkaracağını düşünen müteahhidi ne de nitelik düşünmeden bir an evvel ev kirasından kurtulmak için ev sahibi olmak isteyen insanların düşündüklerini yanlış görebiliriz. Çünkü buna mecbur bırakıldık. Önümüze bir alternatif sunulmadı, sunulmuyor. Hepimiz TOKİ'nin yaptığı ucube apartmanları eleştirdik ama oradan bir ev sahibi olan insan için bunun hiçbir önemi yok. Asıl kaçırdığımız mevzulardan biri de bu sanırım. Önceliği hayatta kalmak olan insan, tabii olarak ilk tercihini barklanmaktan yana koyuyor, bunu yargılamanın imkânı yok, hepimiz aynı durumdayız. Ama ya önümüze farklı seçenekler sunulmuş olsaydı? Aynı şartlarda müstakil bir ev mi yoksa apartman mı tercih edersiniz denseydi hangisini tercih ederdik?
Yine bir ama ile devam edecek olursak, sabah evinden çıkıp onca asfaltın ve betonun içinden geçerek yine betondan olan işine yahut okuluna gidenler akşam aynı yolu, aynı şekilde dönerek yine betondan evin içine giriyor. Şimdi işte kerpice tekrar geri dönüyoruz. İklime göre kullanılan yapı malzemeleri kendisini karasal iklimin olduğu yerde kerpiç, ormanlık alanlarda ağaç, dağlık alanlarda da taş olarak gösteriyor. Hepsinin ortak noktası ise insanın yaşadığı şartlara uygun olarak tasarlanmış ve tabiattaki varlığının mutasyona uğramamış olması. Şu an bu şekilde hayatını idame ettiren çok az insan var ve maalesef toplumsal sorunların, insanların toplum içindeki yahut özel hayatlarındaki davranış bozukluklarının mesken konusu ile irtibatını kurmuyoruz. Toprağa basınca insanın elektriğinin alındığını ve sakinleştiğini söylerlerdi. Şimdi ha deyince değecek toprağın olmaması toplum içinde bu kadar gergin olmamızın mutlaka ki bir noktasını da açıklıyor. Bununla birlikte elbette apartman dairelerindeki mahremiyet konusu hepimizin artık unuttuğu bir konu haline geliyor. Bugün misafir için ayrı banyo ve tuvalet olmasını büyük bir lüks olarak görüyoruz. Çok basit şekilde örnekleyecek olursak oturma odası yahut salonun tuvalet ile neredeyse dip dibe olmasının bile ne denli büyük bir sıkıntı olduğunu düşünün. Bugün artık kendi evinde insanca bir hayatı yaşamak orta halli olarak tabir edilen insanlar için mümkün değil. Diyelim ki bu insanlar ev sahibi oldu ve ev kirasından kurtularak kendine ait bir eve girdi, bu sefer de 20 senelik ödeme planı ile bankanın boyunduruğu altına giriyorlar. İnsanca bir hayatı yaşayan ise maddi durumu yerinde, kendine ait müstakil bir evde oturma "lüks"üne sahip olanlar sadece.
Hülasa edecek olursak ev konusu tek bir veçheyle değil bütün veçhesiyle incelenmesi ve öyle kabul edilmesi gereken bir mevzu. İş hayatındaki çalışma şartlarından maaş politikasına, ekonomik yapıdan bankacılığa, psikolojiden sosyolojiye kadar birçok bileşenin bir arada değerlendirerek ele alınması ve çözülmesi gereken hayati konularımızdan birisi.
Peki, bugün ne yapılabilir? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı başta olmak üzere, bütün belediyeler ve ilgililer bugüne kadar namuslu mimar ve mühendislerin sunmuş olduğu projelere bir bakıversin ve kentleşmeyi tenkit edenlere kulak kesilsinler. Bu yazıyı yazan kişi olarak teklif sahibi değil böyle devam ederse insanlara olacakları haber veren bir tehdit sahibiyim. Kalkınma, gelişmişlik ve ilerleme adına insanların fıtratıyla oynamaya kimsenin hakkı yok, bu ne Müslümanca bir tavır ne de insanca.