Terör söyleminin çocuklara etkisi büyük
Çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanı Prof. Dr. Mücahit Öztürk'le büyük şehirlerde patlayan bombalardan sonra ortaya çıkan 'tehdit' ortamını konuştuk. Öztürk, terör eylemlerine katılan gençlerin bir anda bu yola girmediklerinin altını çizerek, "Hiçbir hareket, terör de dâhil olmak üzere, kişinin kendi psikopatolojisinden bağımsız değildir. Yani kendi psikolojik durumundan, kişilik durumundan bağımsız değildir" diye konuştu.
Bugünlerde hepimizi saran tehdit ortamında çocuklarımızı televizyondan uzak tutalım diyoruz ama çok da başaramıyoruz. Gündemden uzak tutalım diyoruz ama evdeki konuşmalara şahit oluyorlar. Dolayısıyla bu durum çocukların erken olgunlaşmasına mı sebep oluyor? Çocukları bu durumdan nasıl uzaklaştıracağız?
Ülkemizdeki çocukların savaşı algılamasıyla, savaşın aktif olarak yaşandığı ülkelerdeki çocukların savaşı algılaması çok farklı oluyor. Duygusal ve ruhsal anlamda tabii ki bu bir travmadır çocuk için. Çünkü çocuğun güvenlik algısı değişiyor. Bildiğimiz gibi çocukların en önemli özelliklerinden bir tanesi, erken dönemden itibaren kendini güvende hissetme duygusudur. O yüzden zaten anneye bağlanıyorlar ya da bakım veren kişi büyük öneme sahip oluyor. Daha sonra büyüdükçe de bu bağlanma farklı oranlarda devam ediyor. Özellikle yoğun bir şekilde şiddetin ve savaşın yaşanmadığı ortamlarda, ara ara olan birtakım terör olayları çocuklarda çok daha hızlı ve yüksek oranda etkisini gösteriyor. Çünkü beklenmedik bir şey oluyor. Ama sürekli kafalarının üstünden bombalar geçen bir Filistinli ya da bir Suriyeli çocuk için bu daha alışıldık bir şey oluyor. Alışıldık derken normalden bahsetmiyoruz, daha yaşamın içinde bir şeyi kastediyorum. Belki tolere edilmesi ya da buna yönelik bir psikolojik savunma geliştirmesi mümkün oluyor çocuğun ama bizim ülkemiz için şu an böyle değil.
Bir sıradanlığa mı biniyor yaşananlar?
Tabii oralarda hayatın bir parçası haline geliyor. Hayatın bir parçası haline gelmesi bir travma olmadığını göstermez ama bunla baş etme mekanizmaları geliştiriyor. Bizde uzun zamandır böyle bir olay yoktu ve birden ortaya çıktı. Ve bu ortaya çıkışla birlikte de sadece çocuklarda değil, bütün insanlarda bir panik havası oluşmaya başladı. Çocuklar bundan çok daha fazla etkileniyorlar çünkü çocukların gerçeği değerlendirme yetisi yetişkine göre daha farklı.
Mesela bir bomba patladığında görüntülerin ve fotoğrafların yayımlanmasına yasak geliyor. Kimileri de özellikle bu fotoğrafları yayımlamayı gerçek gazetecilik olarak savunuyor…
Mesela bir terör saldırısı oldu ve bu saldırı ile ilgili bilgiler akıyor. Bu bilgiler içerisinde ölü sayısıdır, yaralı sayısıdır bunlar olabilir ama ölü bedenlerin görüntülerini kullandığınız zaman o sırada fotoğrafı gören gerek yetişkinlerin gerek çocukların bu olayla ilgili ruhsal reaksiyonları çok farklı olabilir. Bir de başka bir etik sorun daha var… O olayı yaşayan ya da orada vücutları parçalanan insanların akrabalarının da görüntüleri görmesi ve şahit olması.
Çocuklara gelirsek tekrar...
Çocukların toplumsal olaylardaki reaksiyonları güvenlik algılarında ortaya çıkan problemlerdir. Her an her şey olabilir, her an başımıza bir şey gelebilir, ya da sevdiklerimin başına gelebilir. Çünkü çocuklar kendi başlarına bir şey gelmesi kadar ebeveynlerinin başına bir şey gelmesinden de korkarlar. Dolayısıyla anne babasının da bu tür olaylara maruz kalma ihtimaliyle onun da evden çıkmasını istemeyebilir, işe gitmemelerini isteyebilir. Benim de kızım günde beş kere, 'Aman baba Nişantaşı'na çıkma. Her an her şey olabilir' diyor. Biz şimdi bir terör meselesi ile karşı karşıyayız ve sıkıntılarımız var. Fakat sadece medya meselesi de değil. Terör insanları terörize edebiliyor, terör ortamını tüm topluma yayarak insanların hayatının bundan etkilenmesini istiyor. Terör bu amaca genelde ulaşır zaten ama bu amacın da üstüne ulaşma ihtimali var. Bunu da insanlar kendileri oluşturuyorlar. Nasıl oluyor bu? Mesela Taksim'de bomba patlamıştır ama sosyal medyada birisi Nişantaşı'nda bomba patladı der, öbürü Bostancı'da bomba patladı der. Bu defa insanlar üç beş kat daha fazla etkilenirler. Çünkü insandaki korku duygusu aslında koruyucu bir şeydir; korkarsınız ve tehlikeden korunursunuz. Ama korkunun, olması gerekenden daha fazla olması bir problemdir. Biz buna kaygı ya da bazı durumlarda fobi diyoruz. Bu tür durumlarda gerçekle bağ kopuyor. Bu bağ koptuğu zaman sokağa çıkamamaya başlıyorsunuz.
Daha korunaklı alanlarda yaşamaya başlıyorsunuz…
Buradaki problem, insanlarda her an her şey olabilecek algısını güçlendirmek. Korkunun derecesini artırmak istiyorlar. Bu tabloya bizim itiraz etmemiz gerekiyor. Bu itiraz iki şeyle olur. Bir; sosyal medya aracılığıyla saçma sapan haberleri yaymamakla olur. İkincisi de; hayatımızı normal akışında devam ettirmekle olur. Haber alma hakkı diye siz her şeyi bütün çıplaklığıyla ortaya koyarak anlatırsanız bunun adı artık haber olmaz; bunun adı insanları uyarmak da olmaz. Bu, vahşetin bir anlamda reyting amacı ile kullanılması gibi tehlikeli bir şey olur.
Bir dönem gazeteler intihar haberlerini özellikle vermiyorlardı. Şimdi de habercilik açısından geri kalmayalım diye mesela katilin kullandığı testerenin fotoğrafı bile kullanılıyor.
Haber vermeye kimsenin itirazı olmaz ama bunun yanında bazı toplumsal olaylar madem toplumun gündemine giriyor o zaman sizin doğru mesaj üretmeniz gerekiyor. Benim böyle bir kaygım yok diyemezsiniz. Bu sıradan bir ekomomi haberi değil ki. Mesela bireysel olayları da çocukların algılaması daha farklı. Yaşanan tehlikeli bir olayın kendi başına gelebileceği, ebeveynin başına gelebileceği, kardeşinin, sevdiklerinin başına gelebileceği gibi kendi kafasında ürettiği senaryo ile çocuk bütün hayatını kısıtlayabiliyor. Şu hep yanlış anlaşılır; ya işte her çocuk bundan etkilenmiyor. Tabii ki her çocuk etkilenmiyor ama etkilenen bir grup çocuk var. Ve etkilenen bu çocukların hayat kalitesi çok önemli ölçüde bozuluyor ya da çocuk ruhsal anlamda önemli problemler yaşıyor.
Size gelen böyle hastalar var mı?
Tabii ki var. Terör olaylarından sonra okula gitmekte zorluk çeken, anne baba ile problemler yaşayan, anne babayı evden dışarı göndermeyen çocuklar geliyor. Bir de çocuklar hep kötü olayların kendi başına da geleceğini düşünür. Neden sonuç ilişkisini tam değerlendiremiyor çocuk. Daha basit düşünüyor, onun başına bu geldiyse, benim de başıma gelecek diyor mesela. Yetişkinler daha çok ihtimallerle düşünür ama çocuk o ihtimali düşünmez. İşte çocukların bu halleri güvensizliği doğuruyor, dış dünyaya bakışına kadar yansıyor güvensizlik. Böyle olduğunda artık bir şey üretememeye başlarsınız. Karşı tarafla empati kuramazsınız. Hatta belki bir süre sonra 'karşı tarafı' düşman gibi görmeye başlarsınız ve kendinizi sosyal hayattan izole edersiniz. Çocukların sosyal ortamlarda sürekli 'başıma bir şey gelecek' değerlendirmesi yapması demek, her alanda, mesela derslerinde etkili üretimin düşmesi demek aynı zamanda. Ve bir süre sonra da dışarıya karşı olan güvensizlik içe döner, tehdit algısı çocuğun yaşamla bağ kurmasını engeller. Erişkinler için de böyledir. Tehdit ortamında üretmemeye başlarsınız, savunmadasınızdır.
Çocuklar her ortamda çok fazla şiddete maruz kalıyorlar, sadece anne babalarından gördükleri şiddet de değil, televizyonda izledikleri çizgi filmlerde bile şiddet var. Çocukları şiddetten nasıl koruyacağız?
Burada da iki grup çocuk var. Bir grup çocuk daha riskli, yani şiddete daha meyilli bir yapıyla dünyaya gelen çocuklar bu konuda daha çok risk altındalar.
Bu genetik bir durum mu?
Genetik bir durum evet. Şiddete yatkınlık ya da öfkeyi kontrol edememek, bilimsel anlamıyla dürtüsellik, ani reaksiyon gösterme genetik bir şeydir. Bu tür çocukları sürekli aynı şeylere maruz bırakırsanız zaten şiddete meyilli olan çocukta problemler ortaya çıkar. Bugün en büyük sıkıntılardan biri de bilgisayar oyunlarındaki şiddet. Bu sanal bir şiddet aslında ama küçük çocuklar sanal ve gerçek arasındaki ayrımı yapamıyorlar. Oyundaki kanın belki gerçek olmadığını biliyor. Ama oradaki kan görüntüsünden keyif alması yarın gerçek hayattaki kan görüntüsünden keyif almayacağı anlamına gelmez, alacağı anlamına da gelmez ama bu bir ihtimal. Orada kafaların kesilmesinin normalize edilmesi gibi şeyler çocuğun küçük yaştan itibaren zihnine işleyebilir. Özellikle potansiyel olarak şiddete eğilimli çocuklarda çok ciddi problem teşkil ediyor. Bilgisayar kullanımı ile ilgili iki tane önerimiz var ailelere. Bir tanesi içeriği kontrol edeceksiniz. Bu içerikte şiddet, pornografi olabiliyor ya da kültürel değerlerinize çok ters olan mesajlar içerebiliyor oyunlar.
İkincisi de süre. Eğer çocuğun bütün hayatını bilgisayar ve oyunlar alıyorsa bu ciddi problem. Aile, 'ben yapamıyorum, olmuyor' diyemez. Buna şöyle örnek verebiliriz; mesela 'çocuğun günde litrelerce gazlı içecek içmesini engelleyemiyorum' demek gibi bir şey. Çocuğun günde 20 litre gazlı içecek içtiğini düşün, içebilir mi? İçemez. En fazla bir litre içebilir. Onu nasıl engelliyorsan bunu da böyle engelleyeceksin. Arada hiçbir fark yok, ikisinin de direkt zararı var. Mesela sanal oyun oynayan çocuk, o oyunda oyun zevkini tadıyor, başka çocuklarla da oynamış gibi oluyor. Sokağa çıkmak, spor yapmak ya da bir arkadaşını eve çağırmak gibi bir ihtiyacı olmuyor. Gerçek ilişki kurma ihtiyacı olmuyor, bu çok sıkıntılı bir durum. Çocuk, gerçek ilişki kurmayı öğrenemediği zaman, ilerde sosyal hayata girdiğinde ciddi sıkıntılar olacak. Sadece asosyallik anlamında söylemiyorum bunu, ilişki yürütmeyi öğrenemeyecektir. Çocuklar konuşmayı, tartışmayı, uzlaşmayı bilmiyorlar.
Canlı bombaların bir kısmı 25'ini geçmemiş çocuklar. Çocuklar yani. Yine terör olayında kullanılan gençler de yaşları otuza gelmemiş insanlar. Bu çok tehlikeli bir şey. Peki, bir insanın, hatta bir ergenin, en radikal fikirlere sahip olduğu tam o geçiş dönemindeki canlı bomba olma psikolojisine, bu bakış açısına karşı ne yapmamız lazım?
Ergenlik dönemi sıkıntıların en yüksek olduğu dönem, çünkü ergen, çocuk değil ve çocuk olmadığını kabul ediyor ama erişkin de değil, fakat erişkin olduğunu kabul ediyor. Yani ikisi birbirinden farklı. Hâlbuki ergenlik dönemi, ara bir dönem. Sadece düşünce açısından değil duygu açısından da ara dönem. Duyguların çok oynak olduğu, çok kolay bağlanılan, bağlanıldığında kolay ayrılınamayan bir dönem. Bu âşık olurken de, ideolojide de böyle. Her şey çok şiddetli yaşanıyor. Ergen, kendini bir şeyle var etmek istiyor. Özellikle kendini bir şeyle var edemeyen, akademik bir başarısı olmayan, sportif bir faaliyette başarılı olamayan, herhangi bir sosyal ortamda olmayan genç, kendini bir şeye duygusal olarak bağlayarak onunla var etmek istiyor. Bu bir ideoloji olabilir, bir din olabilir, sosyal bir grup olabilir, cemaat olabilir. Dolayısıyla orada kendisini var ettiği zaman, var olma ve var olma duygusunun getirdiği haz, adam yerine konması, ona birtakım payelerin ve unvanların verilmesi; o insanın artık gerçeklikten kopması anlamına geliyor.
Bu canlı bomba olmaya giden yolu açıyor mu mesela?
Bu psikoloji açıyor o yolu. Canlı bomba dediğimiz zaman tek taraflı bir şey değil. İnsanımız şunu kaçırıyor: Hiçbir hareket, terör de, bireysel de dâhil olmak üzere, kişinin kendi psikopatolojisinden bağımsız değildir. Yani kendi psikolojik durumundan, kişilik durumundan bağımsız değildir. Bir insanı canlı bomba yapmak için özel bir ekip kurun, o insan kişilik olarak müsait değilse bunu yapamazsınız. Psikiyatrik olarak bu böyledir.
Yani her şeyi elinden alınmış, yaşamaya dair sağlam nedenleri kalmamış insanlar…
Onlar var evet ama bu sosyal tarafı. Bir de kişisel özellikleri olanlar var. Zaten o toplumsal dinamikler hazır olacak, üstüne bir de kişilik özelliği olarak da buna yatkınlık olacak. Yani o anti sosyal özellikler, gereksiz bir cesaret, gereksiz bir sonunu düşünmeden hareket etme durumu yahut depresif mizaç, hepsi bir arada… Adam, canlı bomba olunca cennete gideceksin deyince, karşıdaki depresif bir mizaçsa, cennetle kandırılıp kendisini canlı bomba yapabilir. Burada kişilik patolojisini atlamamak gerekiyor. Zaten bu yapılar, o insanları buluyorlar. Tekrar söylüyorum; bir grup toplansanız, profesyonel olarak bir kişiyi canlı bomba olmaya ikna edemezsiniz.
Bu çatışmalar, küçük yaşta katılımların sebebi, erken dönemden itibaren birtakım uç ideolojik fikirlerin daha kolay verilebilir olması. Mesela 40 yaşında bir adamın, uç bir ideolojik fikre kayması kolay değildir. Niye, çünkü belli bir hayat tecrübesi var, değiştiremezsiniz. Değişimin çok ve hızlı olduğu, uçlarda yaşandığı bir dönem ergenlik dönemi. Bu dönemde insanların zihnen değiştirilmesi mümkün ve onlar o kadar müsaitler ki, yaptığı eylemin dünyayı kurtaracağını sanıyor.
Yani bir kişinin ölümünün, hatta bir çocuğun ölümünün ideolojisine hizmet ettiğini düşünüyor.
Aynen öyle. Bu yüzden öyle bir eylem yapabiliyor. Buradaki problem şu; on beş yaşındaki bir çocuk dağa çıkıyorsa ya da on beş yaşındaki çocuk evden ayrılıyorsa o zaman şunu sormak gerekiyor: Bizim ailelerimiz nerde? Böyle bir durum on beş yaşında ortaya çıkmaz. Bir anda olmaz. Çocuk daha beş-altı yaşından itibaren, yavaş yavaş, 'ben sıkıntılı olacağım' belirtisi vermeye başlar. Agresifliğiyle, davranış bozukluğuyla, otoriteyi tanımamasıyla, isyanla belirti vermeye başlar. Yahut tam tersi; içe kapanmakla, hiç sosyal ilişki kurmamakla… Ailelerin, çocuklarının ortalamadan saptığını düşündüklerinde telaşlanmaları gerekiyor. Bir çocuk ortalamadan sapıyorsa, şiddete meyilliyse, agresifse, daha öfkeliyse ya da hiç sosyal ilişkisi yoksa, içe kapanıksa, kimseyle arkadaşlık kurmuyorsa, bu ergenlikte patlayacak demektir zaten. Aslında bomba önceden patlıyor; ergenlikte patlıyor yani.
Davranış bozuklukları beş-altı yaşında fark edildiğinde tedavi edilebilir şeyler midir?
Bir kısmı tabii ki önüne geçilebilir şeylerdir çünkü çocuk belli bir ruhsal özellikle ve kişilik yapısıyla doğuyor ama süreç içerisinde yaptığınız hatalarla sıkıntı çıkıyor. En büyük hatalardan biri, ailenin şiddete meyilli çocuğa şiddet uygulaması. Agresif çocuksa, baba onu döverek adam edeceğini zanneder.
Türkiye'de yaşayan mülteci çocukların Türkiyeli çocuklara bir etkisi olacak mı? Bir savaştan çıkıp geldiler ve hem çocuklarla hem toplumun diğer bireyleriyle bir iletişim başladı. İşte dilenenler var, yardım toplayanlar var vs. Bu konuya bakışınız nasıl?
Ben açıkçası her çocuğun, mülteci kamplarını görmesini isterim. Sebebi de şu; şimdi biz ne olursa olsun birçok alanda şükür çok iyi bir yerdeyiz ülke olarak. Evet, sıkıntılarımız var, ekonomik olarak da sıkıntılar var ama ortalama ve ortalamanın altındaki insanların bile en azından açlıktan ölmediği, sosyal desteğin çok iyi olduğu bir ülkedeyiz. Şimdi bunları yaşayan bir çocuğun, haline şükredebilmesi için bunlar önemli şeyler. Bizim kültürün çocukları şu anda aç insanların olduğunu söylediğinizde, böyle bir şey olabilir mi diye bakıyorlar. Mültecilerin yaşadıkları ortamlara çocukları götürüp şunu anlatacağız onlara; bakın bu insanların da bir zamanlar evleri vardı ama şartlar bu insanları buraya getirdi. Biz bu realiteyi öğreneceğiz ebeveynler olarak. Bunu anlayabilecek, yedi-sekiz yaşlarındaki çocuklardan bahsediyorum. İsraf etmeyeceğiz, kullanmadığımız bir oyuncağımızı buradaki çocuklara vereceğiz, bir gün çikolata yemeyip onlara göndereceğiz, harçlığımızın haftada bir lirasını onlar için kumbaraya atabileceğimizi öğretmek adına oraya götürmek bence çok faydalı. Nihayetinde insanı insan yapan en temel duygu merhamettir. Ama insanoğlunun en kolay kaybettiği duygu da merhamettir. Hiçbir hayvan bomba saldırısıyla 100 hayvanı öldürmez. Yiyeceği kadar öldürür. Dolayısıyla insandaki o merhamet ve merhametsizlik arasındaki uçurum çok belirleyici. Bizim de ebeveyn olarak, çocuklarımızı merhamete çekmemiz gerekiyor. Kemal Sayar'ın dediği gibi bir merhamet devrimine ihtiyaç var. Ama bizim merhametle ilgili sıkıntımız şundan kaynaklanıyor, toplum olarak biraz daha içe kapalı yaşamaya başladık. Komşumuzun kim olduğunu bilmiyoruz mesela, sokağı çok iyi bilmiyoruz, bu anlamda çocukları daha farklı ortamlara sokmamız gerekiyor. Türkiye öyle ya da böyle bir standardı yakaladı. O standardın dışında da bir şeyler olabileceğini çocuklara algılatmamız gerekiyor. Şükür konusu çok önemli bir problem şu anda bizim ülkemizin çocuklarında. Bizim nesil yokluğu görmüş bir nesildir, yok diyebiliyordunuz, şimdi çocuğa yok da diyemiyorsunuz.
Teşekkür ederiz.
PROF. DR. MÜCAHİT ÖZTÜRK KİMDİR?
1965'te Eskişehir'in Sivrihisar ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Eskişehir'de tamamladı. 1983'te Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde üniversite eğitimine başladı. Aynı üniversiteden 1990'da mezun oldu. 1992'de İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı'nda uzmanlık eğitimine başladı. Çocuk Psikiyatrisi dalında 2000'de Doçent, 2007'de Profesör unvanını aldı.