Mustafa Akar: Teklif değil, tehdit!

Teklif değil, tehdit!
Giriş Tarihi: 6.04.2016 11:06 Son Güncelleme: 6.04.2016 11:08
Mustafa Akar SAYI:23Nisan 2016
Kanser tehdit ediyor bizi, yayılmacı virüsler ve yeni ortaya çıkan hastalıklar… İnsan ve kaynak gibi iki güzel kelimeyi bir arada bulunduran iş yerimizdeki insan kaynakları tehdit ediyor bizi. Bankamız tehdit ediyor, faturalar tehdit ediyor; karımız, kocamız, çocuğumuz tehdit ediyor bizi. Baştan aşağı bir sevgi ve aşk dini olan İslam’la tehdit ediyorlar bizi. En dindarımızdan en sekülerimize kadar müthiş bir tehdit ortamı altındayız.

Dünyayı tanımaya ve anlamaya başladığım yıllarda, çevremde dönüp duran her şeyin benden bağımsız işlemediği bilgisine çok doğal yollarla vakıf olmuştum. Bir yandan düşünsel anlamda kendimi geliştirirken, diğer yandan da içine doğduğum hayat bilgisinin nasıl'larını ve neden'lerini bir ümmi olan babaannemden öğreniyordum. Babaannemin kendi geçmişine dair anlattıkları, savaşla, kıtlıkla ve mücadele ile ilintiliydi. Nedense okuduğum bir romandan sonra babaanneme sanki bir burjuva ailesiymişiz gibi ailemizin geçmişini anlamaya yönelik sorular sorar olmuştum. Karadeniz'in şirin bir kentinde yaşıyorduk ama babaannem sürekli göç hikâyeleri anlatıyordu mesela. Uzun gecelerde sobanın cızırdayan ateşinin yanında yaktığı türkülerin hikâyesi bile bunlarla ilgiliydi. Harşıt Çayı, 90 harbi, kapımıza kadar dayanan Rus askerleri, cephede çatışan erkeklere yemek ve giysi götürmek, her gece bir cüz okuyup hatim indirmek… Sürekli bir mücadele… Türküleri bile öyleydi. En hüzünlü türküde bile muhakkak bir piştov patlar, bir kama çekilir, bir yara alınırdı.

Babaannemin kendi tarihine dair capcanlı bir hatıra olarak anlattıkları, okulda öğretilen tarih bilgisiyle çelişen şeylerdi. Büyük kahramanlık destanlarının içinde erimiş bir maden gibi duran bu hikâyelerin okul kitaplarında yeri yoktu. Okul korosunda öğretilen 'yurdu demir ağlarla ördüğümüz' bilgisiyle çelişiyordu mesela Kore savaşına gidip kaybolan ve sonra korkutucu bir şekilde ortaya çıkan dedemin hikâyesi. Dedemi bir Rambo gibi anlatıyordu babaannem ama fakir bir Rambo. Devletin ve tabiatın terk ettiği bir Rambo... Hâsılı, bütün bu küçük destanlar devletle ilgiliydi, çelik gibi sert dağlarla ilgiliydi. Fakirlikle ilgiliydi. Din-i mübin-i İslam'la ilgiliydi.

En yakın arkadaşlarım nedense 90'lı yıllarda rock ve pop müzik dinlemek ve konuşmaktan arta kalan zamanlarında bir tür ideoloji buzdolabında bekletilmiş fikirlerden kendilerine en yakın olanını seçiyorlardı. Masallar ve dev destanların arasında benim de bir fikri yapıyı seçmem gerekiyordu elbette. Ankara İktisadi ve İdari Bilimler Akademisi'ni dereceyle bitiren komünist amcam, kitaplara meraklı olduğum için beni sol tandanslı romantik kitaplarla beslerken, babaannem gerçek insan hikâyeleri anlatıyordu bana ve hikâyenin ucunu da muhakkak bir türküyle tutuşturuyordu. Önümde çeşitli yollar vardı. Liseden, Recep adlı parasız yatılıda kalan arkadaşım Alperenlere katılıyordu. Gömlekçilik yapan kuzenim, Cem Karaca'nın Merhaba Gençler albümünü dinleyerek babası gibi solcu olduğunu iddia ediyordu. Babam sağ partilere oy veriyor, ama Özal'dan da korkuyordu. Annem amcamla sık görüşüp komünist olmamdan korkarken, CHP'li Türkçe öğretmenim, müfredatta olmamasına rağmen Nâzım Hikmet'in hayatına ayırdığı derste neden ayağa kalkıp Necip Fazıl'ın Sakarya Türküsü şiirini okumak istediğime şaşırıyordu. Bir şekilde yolumun odasına düştüğü okul müdürüm, ceketimin arkasına gizlediğim MGV rozetini çıkarmam gerektiğiyle tehdit ediyordu beni. Veliliğime soyunan amcam ise İslamcılığı seçmiş olmama şaşıyor, okul yıllarında tanıdığı Sezai Karakoç gibi olursam tehdit unsuru oluşturmayacağımı tekrarlıyordu.

En yakın akrabalarımdan en uzak yöneticilere kadar herkes bir şekilde daha 17'sindeki bir genci tehdit etmekten yılmıyordu. Sadece birisi vardı bizi tehdit etmeyen, merhum Necmettin Erbakan Hocamız. Her konuşması, her mitingi, ileride yaşanacak güzel günlere temas ediyordu. Büyük Türkiye'den bahsediyordu mesela. Medeniyetleri sıralıyor ve bizim neden bu medeniyetlerden aşağıda kaldığımızı delillerle anlatıyordu. Sanayi hamlesinden ve iş gücünden bahsediyordu. Küçük esnaftan ve cami cemaatinden, İslam ülkelerinden, Eritre'den, Bosna'dan; yani ümmetin nefes aldığı coğrafyalardan söz edip, düşüncesini geniş bir algının ortasına kuruyordu. Diğerlerinden farklıydı söyledikleri. Hep bir teklifi vardı çünkü. Konuyu uzatmanın değil, konuyu ve oyunu yeni baştan kurmanın taraftarıydı. Türkiye'ye ve ümmete inanıyordu. Ezilen coğrafyalardaki Müslümanların bir gün yeni bir dünya kuracaklarına inandırıyordu dinleyicilerini. 2. Malta Konferansı'na yürütüyordu Milli Görüşçüleri. Kalabalıklardan biat alıyordu. Teklifine onları da katıyordu. Bu kalabalık dünyada bir avuç insanlardan olmadığımızı haykırıyor, nice az ama inanmış topluluğun kalabalıklara nasıl galebe çaldığını söylüyordu. İnananlar geliyordu Hakk'ı hâkim kılmaya, bâtıla dur diyerek adil bir düzen kurmaya. Bir güneş doğuyordu İstanbul'da ve ümmet coğrafyasında. Fetih günleri düzenleniyordu ve Fatih Sultan Mehmet her yıl yeniden gemileri karadan yürütüyordu. Hoca'nın fetih günlerinde ümmet coğrafyasının birçok noktasından farklı misafirleri oluyordu. Mikrofona çıkıp 'Mücahit Erbakan' diyorlardı ve cihat emirinin askerleri olduğumuza inandırıyorlardı hepimizi. Bu inanmış bir topluluktu. Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir teklifleri vardı çünkü. Diğer sağcılar ve diğer solcular gibi değildi. Zam yapmazsak petrol alamayız demiyorlardı. Ben sizi Amerika'nın ambargosundan kurtardım demiyorlardı. Komünistlerden biz kurtardık bu ülkeyi, faşistlere biz nefes aldırmadık demiyorlardı. Olmasaydın olmazdık demiyorlardı. Hep bir teklifi vardı Hoca'nın ve adamlarının.

Milli Görüş tam da bu tarafıyla Türk siyasi tarihinin üzerinde konuşulması gereken en önemli hareketidir. Üzerinden yıllar geçti ve İslamcılar bu ülkede epey sınav atlattılar, atlatıyorlar ama diğerlerinden ayrıldıkları en güzel yanları, topluma karşı her zaman bir tekliflerinin olmasıdır. Bugünkü siyasileri tartarken de elinize bir teklif/tehdit cetveli alın ve bakın, teklif yanı ağır basan tarafın her zaman milletin nezdinde bir yeri olduğunu göreceksiniz.

Nasıl kurtulacağız tehdit ortamından?

Modern hayatımız tehditler üzerine kurulu, tehditler ve korkular üzerine... Ne zaman Türkiye Ortadoğu'nun hamisi olduğunu hatırlasa, birileri de ona bu büyüklüğünü hatırlatırcasına elinde beklettiği kartları koyuyor masanın ortasına. Çözülmesi an meselesi olabilecek eski meseleler diriliyor yeniden. İnsanların arasına korku dağları çatılıyor. Ankara'da, İstanbul'da bombalar patlıyor. Şehitlerin sayısı artıyor ve bilge mimar Turgut Cansever'in dediği; 'Osmanlı Cenneti'nden miras kalan bu topraklar yeniden ve yeniden tehdit ediliyor.

Bir taraftan da gündelik hayatımızda her gün yeni bir tehdit unsuruyla karşılaşıyoruz. Kanser tehdit ediyor bizi, yayılmacı virüsler ve yeni ortaya çıkan hastalıklar… İnsan ve kaynak gibi iki güzel kelimeyi bir arada bulunduran iş yerimizdeki insan kaynakları tehdit ediyor bizi. Bankamız tehdit ediyor, faturalar tehdit ediyor; karımız, kocamız, çocuğumuz tehdit ediyor bizi. Baştan aşağı bir sevgi ve aşk dini olan İslam'la tehdit ediyorlar bizi. En dindarımızdan en sekülerimize kadar müthiş bir tehdit ortamı altındayız.

Peki, nasıl kurtulacağız bu tehdit ortamından? Feraha nasıl ereceğiz? İddia kuponunda ve altılıda nasıl kazanacağız? Survivor'da ve İşte Benim Stilim'de kimi tutup kazanmasını sağlayacağız? Takımımız ne zaman ligde birinci olacak? Ne zaman parayı gözünden, talihi cebinden vuracağız? Cennete girebilecek miyiz mesela? Girersek bize kaç huri verilecek? Hadi huri verildi, bir de köşkümüz olacak mı Cennet'te?

Tehditler karşısında bizim de tekliflerimiz var. Üstelik tehditler karşısında düşüne taşına ortaya attığımız teklifler değil bunlar; desteden hazır bir kart seçiyoruz her keresinde. Bize desteyi uzatan sihirbazın kim olduğunu unutmamızı istiyor o büyük tehditkâr. O büyük tehditkâr karşısında, büyük sanatkâra sığınmanın zamanı geliyor yeniden.

BİZE ULAŞIN