19 Mart 2003. 'Süper Jandarma' Amerika, büyük projesini hayata geçirmek için Körfez'den Bağdat sokaklarına ilk bombayı bıraktı. İnsanlar akşam yemeklerini henüz yemişler. Çay ocakta, meyveler hazırlanır ve sofralar toplanırken televizyonlar, Amerika'nın Irak'ı vurduğu son dakika haberiyle KJ'lerini donatmışlardı bile. Sonra çay demlendi, meyveler hazırlandı ve ailecek televizyonun karşısına geçildi. BBC ve CNN'den alınan canlı yayın görüntüleri, haber sunucularının maç anlatır edası ve heyecanıyla bizlere yansıyordu. Yıllardır tarih kitaplarından okudukları savaşlardan birini, ilk defa canlı yayında izleyen çocukların travması, farkında olmasalar bile bir ömür boyu üzerlerine sinecekti. Anormal olanı normal olarak görmeye başlayan ilk nesil… Hayret etmeyi unutan ve her şeye alışıp, artık hiçbir şeye şaşırmaz hale gelen ilk nesil… Şehirlerin bombalanmasını, ceset görüntülerini, cinayetleri, katliamları canlı yayında izleyen ilk nesil… Merhum Ayşe Şasa'nın bir arkadaşının, Körfez Savaşı sırasında telefonda Ayşe Hanım'a; söylediği cümle durumu özetliyor aslında: "Çay koydum, kek yaptım savaşı izliyorum, çok şık oldu."
Dünyanın bütün veçheleriyle birlikte, bu zamana kadar hiç olmadığı gibi pornografik bir hal alması, bu neslin de kendinden öncekilerden çok daha farklı bir zihin yapısına sahip olmasına sebep oldu. Savaşı doğrudan yaşayan ve savaşın içinde yer alanlarla, elinde portakal soyarken kardeşlerinin ölümünü seyredenler arasında büyük bir psikolojik fark var. Biri bütün dehşeti ile savaşı yaşar, yeri geldiğinde kurşun atıp kurşun yerken diğeri, yine aynı savaşı, televizyon ekranları ve medyadan takip ederek farkında olmadan normalleşti ve tepkileri de ona göre yumuşamış oldu. Bunun neticesinde ortaya çıkan şey ise; yaşadığımız çağın bütün gayriinsani ahvalini tabii karşılayıp, bunların normal şeyler olduğunu düşünerek insanlık haysiyetimizi her geçen an biraz daha aşağıya çekmek durumundan başka bir şey değil.
16 yaşından beri düşündüğüm şey tam olarak bu: 'Normal bir insan nedir ve biz normalliğin neresindeyiz?' Köken olarak norm kelimesinden türeyen ve genel kurallara uyan manasına gelen 'normal' kelimesi, yaygın kanaate göre olumlu manada. Uçlarda olmayan, mutedil bir halde hayatını idame ettiren insan normal ve onun hayatı, normal bir hayat. Buraya kadar her şey 'normal' fakat ne vakit dünün algılarıyla bugünün algıları arasında uçurumlar oluştu, işte o vakit dün anormal bildiğimiz şeyler, bugün normal oldu. Bugün karşı karşıya kaldığımız dünyevi tehditlerin en sinsilerinden birisi işte bu durum. Bu durumun bizi götürdüğü yer ise ahlaki ve kalbi felaketin tam göbeği: Normalleşme.
Sosyal medya, ceset fotoğrafları ve ölü sevicilik
Çağ, terör çağı, bunu artık anladık. Terör örgütleri yalnızca barutlu silahlarla saldırmıyor. Yanlarındaki en büyük destekçileri, medya. Medya özelinde ise en rahat hareket edebildikleri alan sosyal medya. Televizyon ve gazetelerin kontrol mekanizması daha katı kurallara bağlı iken, sosyal medyanın kontrolünün nispeten daha zor olması, bu alanın psikolojik harp tekniğine çok elverişli bir saha olmasına sebep olmakla beraber, bunun neticesi ise silahlı terörün yanına destek olan medya terörünün doğmuş olması.
Sosyal medya terörünün karşımıza çıkardığı ve her geçen gün, bizi biraz daha insan dışı birer varlık haline getiren şeylerden biri de, artık günde onlarcasını görür olduğumuz ceset fotoğrafları. Düne kadar herkesin hayatı boyunca gördüğü cenaze sayısı, yalnızca vefat eden yakınları kadarken, bugün yedi yaşında çocuktan, yetmiş yaşında büyüğe kadar herkes binlerce parçalanmış ve vurulmuş ceset fotoğraflarına, toplu katliam görüntülerine maruz kalıyor. Ölü bir insan bedeninin insan zihninde ve ruhunda açtığı tahribatın hangi boyutlara ulaştığını, bir ceset fotoğrafını gördüğümüzdeki tepkisizliğimizden anlayabiliyoruz. Görüp, bir miktar acı ve üzüntü duyduktan sonra aslında farkında olmadan gayet makul bir şekilde karşıladığımız fotoğraflar ve görüntüler, bugünkü hali pür melalimizin ne derece korkunç duruma geldiğini net bir şekilde gösteriyor. Fotoğraf ve görüntülerden sonra yemek yiyemeyen, uykusu kaçan kaç kişi var, daha doğrusu kimse var mı? Muhtemelen yok. Nedeni ise çok açık; psikolojideki duyarsızlaşma durumu. Yoğun parfüm sıkılmış bir odaya girdiğimiz ilk an, kokuyu bütün ağırlığıyla duyarız fakat bir süre sonra bünye kokuyu duymaz olur. Durum tam olarak bu.
Bahsedilen ceset fotoğrafları, fotoğraf hükmünden çıkıp, propaganda yahut kara propaganda olarak kullanılan bir terör nesnesi hüviyetini kazandı. Bu görüntüler sıradan görüntüler değil, aksine artık medya pornografisine ve doğrudan da terörün maksadına hizmet eden birer eşya. Filistin'de, Irak'ta yahut herhangi bir İslam beldesinde; Avrupa, Amerika ve İsrail gibi devletlerin mezalimiyle katledilmiş bir bebeğin fotoğrafı, sosyal medyada sıkça karşılaştığımız karelerden biridir. Bunu, zulmü göstermek için iyi niyetiyle paylaşan birinin, insanların hayret duygusunu günbegün körelttiğinin farkında olmaması ve insanların hayretini kaybetmesine, yani normalleşmeye sebep olması, Müslümanca duruş adına asıl büyük tehlike. Bu fotoğraflara alışmak, zulme ve zalimlere karşı öfkemizi azaltacak, bu fotoğraflara alışmak bizi, 'artık yapacak bir şey yok' çaresizliğine düşürecek, bu fotoğraflara alışmak bizi gün geçtikçe umutsuzlaştıracak ve nihayetinde ise kaybedilmiş bir savaşın askerleri gibi ya öleceğiz ya sakat kalacağız.
Durum basit gibi görünse de aslında çok vahim. Bugün silahlı savaşlara altyapı hazırlayan olayların hepsinin yolu medya binalarından ve ajanslardan geçiyor. 'Arap Baharı' denilen hadisede de, Gezi teröründe de aynısını yaşadık. Sosyal medya örgütlenmesi ve basılı/görsel medyanın içeriden desteği ile olmayacak denilen şeyler bile mümkün kılınabiliyor.
Maalesef ölü sevicilik ve ölülerden rant devşirme, birçok insan için, amaçlarına ulaşma konusunda kullanılan bir nesne haline geliyor ve halkın genelinde asla bulamayacakları desteği, ölüler yoluyla yakalamaya çalışıyorlar.
Biri ölmeye görsün! Karşılarına düşman olarak koydukları gücü yok etmek için, o ölünün annesinden babasına, abisinden sevgilisine, okulundan öğretmenlerine, kıyafetinden tuttuğu takıma kadar her şeyinden faydalanmak isterler ve faydalanırlar da. Televizyon programları sırayla günlerce haber yapar, köşe yazarları günleri bölüştürerek haftalarca konuşur. Konuşurlar çünkü ölüler konuşamaz. Konuşurlar çünkü en çok ölüler sömürülür. Hele ölen bir de genç yahut çocuksa, bulunmaz nimettir onlar için. Bununla beraber ölüleri ayırırlar da. Onlar için ölülerin mezhebi en belirleyici özelliktir. Üstüne basa basa tekrar ederler öldürülenlerin mezhebini. Onlar için öldürülenin etnik kökeni çok mühimdir. Öldürülenin etnik kökenini, bol bol sıfat olarak kullanırlar. Onlar için ölülerin katil yahut terörist olması önemli değildir. Durakta beklerken öldürülen otuz kişiyi değil de, onları öldüren teröristi canlı bomba olmaya iten sebepleri merak ederler. Onlar için ölüler güzeldir. Halk TV muhabirinin Gezi terörü zamanında mikrofonu açık unutarak kimsenin ölmemesinden dolayı hayıflandığı konuşması hâlâ hatırımızda.
Bütün bu süreçleri yaşadıktan sonra, normalleşmemeye, alışmamaya ve hayretini yitirmemeye devam edenlerin her daim kazançlı çıkacağına şüphe yok. Biz bu topraklardaki felaketlere alışırsak, burada olan şeyler bize normal gelirse ve artık yaşadıklarımıza hayret edemez hale gelirsek -ki bizden bekledikleri de bu- işte o vakit kesmek istedikleri sesimizi kesmiş olacaklarından kimsenin şüphesi olmasın.