Bir şarkı düşünün; adı 'Modern Zamanlar' olsun. Ve bu şarkıyı çalan bir orkestra... Modern düşünce akımları da birer enstrüman olsun. Bu terkipte muhafazakârlığa en çok kontrbas olmak yakışır. Sesiyle ön plana çıkmaz; ama koronun ritmini o belirler. Şarkının hemen hiçbir yeri sadece onun için yazılmamıştır ama o olmadan orkestra da olmaz.
Ya da bu şarkıyı terennüm eden bir koro düşünün. Modern düşünce akımları birer ses sanatçısı olsun. Liberalizmle sosyalizmin solo şarkılar söylemek için birbirleriyle yarıştığını, hatta çatıştığını görebilirsiniz. Öne çıkıp kendilerini göstermek isterler. Birbirlerine gizliden gizliye diş bilerler. Oysa muhafazakârlık öyle mi? O, koronun bir üyesi olmaktan, kendi sesinin başka seslerle karışıp bambaşka bir sese dönüşmesinden, kendi sesinin başka sesler içerisinde erimesinden rahatsız değildir.
Muhafazakârlık nedir? Pek çoklarının mizaç zannettiği şey midir? Modern zamanlarda ortaya çıkmış bir ideoloji midir? Muhafazakârlığın bir kişilik biçimine dönüşmüş hâliyle bir siyaset etme biçimi olan hâli her zaman aynı kişide mi birleşir?
Dilerseniz bu sorunun yanıtını aramaya muhafazakârlığın aslında ne olmadığını inceleyerek başlayalım.
Siyasi ve tarihi arka planını bilmeyenlerin zihninde muhafazakârlık, tutucu, gerici, mutaassıp, mütedeyyin gibi pejoratif etiketlerle özdeşleşir. Muhafazakârlık denince birçok insanın aklına her türlü değişime karşı olmak gelir. Yanlış...
Öte yandan, muhafazakâr olduğunu iddia edenlerin ekseriyeti zanneder ki; muhafazakârlık 'kadim' bir algılama ve düşünme biçimidir. Bu 'kadim'liği ona bir kutsallık kazandırır. Yanlış! Ve devrimci olduğunu iddia edenlerin birçoğu zanneder ki; muhafazakârlık sadece reaksiyoner bir harekettir. Bu da yanlış...
Peki, doğrusu ne? Kısaca söyleyelim: Muhafazakârlık, Fransız İhtilali'nden sonra ortaya çıkmış bir modern ideolojidir. Devrimcilikten doğası itibariyle daha yenidir. Zaman içerisinde kurumsallaşmış, ekonomiden kültüre hayatın her alanına yayılmış bir düşünce sistemidir. Pek çok insan hazineyi koruyanların muhafazakâr, ona saldıranların da devrimci olduğunu düşünür. Bu da yanlış...
Aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden olan Kant; Aydınlanmayı "İnsanın kendi hatası nedeniyle içine düştüğü ergin (akıl baliğ) olamama durumundan kurtulması" olarak tanımladı. İnsan aklını, sadece aklını kullanmalı ve başkalarının (din, gelenekler vs.) kılavuzluğuna ihtiyaç duymamalıydı. Gerçek özgürlük, din ve gelenekler gibi 'akıl dışı' öncüllere dayanan 'hurafe ve mitler'den kurtularak mümkün olacaktı. Kilisenin toplumsal hayattaki tahakkümü düşünüldüğünde bu yaklaşım pek çoğunuza yanlış görünmeyebilir. Öyle ya; kim ergin olmak, aklını kullanmak istemez. Aramızda aklına güvenmeyen var mı?
Fakat iş o kadar basit değil. Öncelikle burada akıl derken soyut aydınlanma aklından söz ediliyor çünkü. Ve bu yola bir kez girdiğinizde pozitivizm ve ilerlemecilik gibi tüm toplumsal mühendislik araçları sizinle birlikte geliyor. Aklınıza güvenerek toplumu, kültürü, dini ve eğitimi yeni baştan düzenleyebileceğinizi zannediyorsunuz.
Muhafazakâr düşüncenin ilk eserleri, Fransız İhtilali'nin doğurduğu 'travmatik' değişim ortamında verildi. Bunların ilki kabul edilen kitabında E. Burke şöyle der: "İnsanların sadece aklı ölçü alarak yaşamalarından ve hareket etmelerinden endişe duyarız. Çünkü biz her insandaki aklın yetersiz olduğunu ve insanların bu küçük akıl parçacıkları yerine, ulusların ve çağların birikiminden ve sermayesinden yararlanması gerektiğini düşünmekteyiz."
Devrimciler "soyut aklın rehberliğinde toplumun baştan ayağa değiştirilmesi gerektiğine" inanıyorlardı. Toplumu o günlere getiren ve 'gelenek' adı verilen kütüphanenin tümüyle yararsız ve ihmal edilebilir olduğunu düşünüyorlardı. Hatta bununla da yetinmeyip onu yakmaya çalışıyorlardı. Buna karşılık muhafazakârlar geleneğin yerine 'soyut' aklın konulmasına karşı çıktılar. Muhafazakârlara göre insan sınırlı ve yetersiz bir varlıktı.
İnsan aklı yanılabilirdi. Tek tek insanların ortaya koyacağı akılcıkların yerine toplumların zaman içerisinde deneme-yanılma yöntemiyle oturmuş ve kurumsallaşmış 'ortak akıl'larına yani geleneğe güvenmek gerekirdi.
İnsanı ergenlik dönemindeki bir çocuk olarak düşünürsek, 'babasını öldürmeyi başarmış olması onun artık büyüdüğü anlamına' gelmezdi.
Baudelaire modernliği "sürekli değişen şeylerle hiç değişmeyen şeyler arasında denge kurma zarureti" olarak tanımlar. Muhafazakârlık ve devrimcilik söz konusu olduğunda bu ikisinin, Baudelaire'in sözünü ettiği dengenin iki ucunu oluşturduğu görülür. Muhafazakârlar tarihi, bir süreklilik olarak görürler. Fakat bu durum onların değişime bütünüyle karşı oldukları anlamına gelmez. Muhafazakâr düşünürler sürekli ama yavaş yavaş gerçekleşen bir değişimden söz ederler. Bir bakıma 'evrimci'dirler.
Devrimcilere göre toplum; fizik ve matematik gibi bilimsel bir araştırmanın konusudur. Nasıl ki evrenin belli kuralları varsa, toplumsal düzenin de belli kuralları vardır. Bu kurallar keşfedilebilir ve aklın rehberliğinde değiştirilebilir. Evrimcilere (muhafazakârlar) göre ise toplum sırf akıl yoluyla kavranabilecek ve değiştirilebilecek bir varlık değildir. Kendi tabii gelişimi içerisinde değişir ve dönüşür.
Kendisi de muhafazakâr bir düşünür olan Kirk bu durumu şöyle özetler: "İnsan vücudunun eski dokuları kullanıp yenilerini ürettiği gibi, devlet ve toplum da zaman zaman eski usulleri atıp yararlı yenilikler yapmak zorundadır.
Kendini yenilemeyen vücut ölmeye başlamıştır. Sağlığını korumak için türünün doğasıyla ve yapısıyla uyumlu olarak düzenli bir biçimde değişmek zorundadır. Değişim bu doğallık içerisinde gelişmezse anormal bir büyüme ve sahibini yiyip bitiren korkunç bir kanser üretir." Tarihi gelişmeler Aydınlanmacılık'ın 'soyut akıl'cılığıyla yüzleşmeyi kaçınılmaz hale getirdiğinde olan olmuştu. Milyonlarca insan ölmüş, onlarca şehir harap olmuş, harita bir yapboza dönüşmüştü. Oysa muhafazakâr düşünürler çok erken bir tarihte bu anlayışın 'aydın despotizmi'ne yol açacağını ön görmüşlerdi (Burke vs.). Sadece onu değil Nazizmin ve Stalinizmin akılcılık maskesi takarak insanlığa vereceği zararları da bir bakıma tahmin etmişlerdi. Ve zaman 'ergen'lik konusunda Kant'ı haksız çıkarmıştı.
Bu ergenlik-erginlik meselesinin üzerinde biraz daha duralım... Muhafazakâr düşünceye göre insan sınırlı bir varlıktır. Muhafazakârlar, Hobbes'un kötümser yaklaşımını paylaşırlar: İnsan insanın (ve çevresindeki başka varlıkların) kurdudur. Bencil ve açgözlüdür.
Heywood, bu 'kötülük' durumunu şöyle tanımlar: "İnsan bedenen, ruhen ve ahlaken sınırlı bir varlıktır." Rossiter, Conservatism in America adlı yapıtında muhafazakârlığın 21 karakteristik özelliğinden bahseder. Bunların yarısından fazlası 'insan aklının yanılabilirliği' ile ilgilidir. Hume: "Bir insanın geleceğin bilgisine sahip olamayacağını ve tek başına aklın orijinal bir düşünce ortaya koyamayacağını" iddia eder.
Verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığı üzere muhafazakâr düşünürler sadece aklı kullanarak dünyanın daha iyi bir yer hâline getirilemeyeceğini söylemişlerdir. Dünyanın bugünkü hali, kimyasal ve nükleer silahlar, kitlesel ölümler, çevre sorunları ve terör göz önünde bulundurulduğunda bütünüyle yanıldıklarını söylemek doğru olmaz.
Muhafazakârların karşı oldukları bilgi, toplumu bir laboratuvar olarak gören, her türlü toplumsal mühendislik aracına dönüşebilen bilgidir. Daha basitçe anlatmak gerekirse muhafazakârlık şöyle düşünür: "Sizin büyük düşünürleriniz, devrimcileriniz olabilir. Onları çok sevebilirsiniz. Toplumla ve tarihle ilgili tumturaklı söylevler vermiş olabilirler. Siz de verebilirsiniz. Bırakınız konuşsunlar, buyurun konuşun... Hatta çok istiyorsanız bu parlak fikirlerinizi gerçekleştirmek için devrimler yapın. Çok da umurumda mı? Onlar gibi, sizler gibi yüzlerce, binlerce 'dahi' ve 'kahraman' gelip geçti bu tarih sahnesinden. İnsanları peşlerinden sürüklediler, toplumları orasından burasından çekiştirdiler. Ama ne olur? Eninde sonunda tarih kendi yatağına girer. Son tahlilde toplum sadece senden ve benden ibaret değil; o da kendi bildiğini okur. Senin aydınlanma tutkun benim için işkencedir. Ama bir şekilde hayatta kalırım, hep yaptığım gibi. Yerkürenin yüzeyindeki en korunaksız ve incecik bir tabaka olmasına ve binyıllardır afetlerle, felaketlerle boğuşmasına rağmen hayatiyetini sürdürmesi gibi insanlığın..."
Böyle düşündüğü içindir ki muhafazakârlık, sözünü ettiğimiz soyut aklın yerine 'gelenek' adını verdiğimiz olguyu koymuştur. Gelenek, tek tek bireylerin değil, bütün bireylerin az ya da çok katkısıyla ortaya çıkmış bir akıldır. "Muhafazakârlara göre bireye belli bir aidiyet hissi veren, onu köksüzlük duygusunun boşluğuna düşmekten koruyan ve kendi kimliğinin bilincine varmasını sağlayan, gelenektir. Muhafazakâr düşüncede gelenek toplumsal istikrarın temeli olarak görülür." (Mustafa Erdoğan).
Muhafazakârlıkla gelenekçilik aynı şey değildir. Muhafazakârlar sözgelimi kan davasını, giyotini, işkenceyi, ırkçılığı, Nazizmi ve buna benzer her türlü melaneti geleneğin bir parçası olarak görmezler. Devrimlerin ortaya çıkardığı gelenekler (güncel bir örnek olarak stadyum kutlamaları) muhafazakârların ilgi alanının dışındadır. Her muhafazakâr gelenekçidir ama her gelenekçi muhafazakâr değildir. Muhafazakârların geleneğe yüklediği anlam 'olanı olduğu gibi korumak'tan farklıdır. Modern bir siyasi düşünce geleneği olan muhafazakârlıkta gelenek, olumlu bir gönderme içermesine ve yeni kuşakların onu devam ettirme isteğine bağlı olarak katman katman anlam kazanır. Muhafazakârlıkla gelenek arasındaki ilişkiyi en iyi açıklayanlardan biri de Scruton'dur. Scruton'a göre gelenek şu üç özelliğe sahip olduğu takdirde anlamlıdır: "Kaynaklandığı fiile anlamını vermek ve o fiilden daha uzun ömürlü olmak", "bağlılarının sadakatini içinde barındırmak", "övgüyü hak eden bir tarihi arka plana sahip olmak."
Buraya bir virgül koyalım. Çünkü muhafazakârlığın gelenekle kurduğu ilişkideki sorunlar burada başlıyor…