Fikirleri, duruşu, birikimi, eserleri, etkilediği ve yetişmesinde katkısı olduğu nice insanla cumhuriyet dönemi aydın profilimizin en seçkin örneklerinden biridir Nurettin Topçu. Anadolu insanının derdiyle dertlenen ve bu topraklarda yaşayan insanların bilim, felsefe, sanat, din ve eğitim alanlarında kendi öz değerlerini kaybetmeden bir sıçrama yapabilmesi davasına ömrünü vakfetmiş bir isim. Lacivert Dergi'de bu sayıdan itibaren sabit bir köşe olarak sizlerle buluşturmayı düşündüğümüz "Düşünce Atlası" adlı bölümün girizgâhını, fikir dünyamızın bu önemli ismiyle yapmak istedik. Bunun içinse Nurettin Topçu'nun kim olduğunu anlamak, bizlere ne söylemek istediğine biraz daha vâkıf olabilmek için Topçu'yu onun başucu talebelerinden biri olan Prof. Dr. Emin Işık ile konuştuk.
Sizinle Nurettin Topçu'yu konuşmak istiyoruz. O'nun fikriyatına baktığımızda hem milliyetçi hem sosyalist hem de mistik görüşlerin bir arada olduğunu görüyoruz. Topçu'da böylesine çoklu bir düşünce evreninin oluşmasını nasıl açıklayabiliriz?
Mistik olmasıyla açıklayabiliriz. Yani Allah'a bağlı, Allah'ı seven bir insandı Nurettin Topçu. Din, ruh, maneviyat ve ahlak gibi konular onun temel hassasiyetlerini oluşturuyordu. Yunus da hem mistiktir hem de sosyalisttir baktığımızda. Evliyaullahın ekseriyeti de böyledir aslında. Topçu Hoca fakirden yanadır, haktan hukuktan yanadır, doğrudan dürüstten yanadır. Hakkı yenmiş olduğuna inandığı için Anadolu halkını acıyarak severdi. İstanbulluları ise beğenmezdi çünkü Anadolu'yu sömüren, bir tüccar, esnaf yahut komisyoncu gözüyle bakardı onlara. Bunların üretmedikleri halde üretenlerin hakkını gasp ettiklerini düşünürdü. Anadolu halkının sefaletinden, perişanlığından ve hakkının yenmişliğinden dolayı o insanların dertleriyle dertlenirdi. Zaten kaleme aldığı Taşralı hikâyesinde de bunun izlerini gösterir bize Topçu. Bu kitabında Anadolu insanına zulmeden muhtarı, jandarma komutanını, karakol komutanını, kaymakamı anlatırdı. Kaymakam çok iyi bir insan olabilir fakat hakkı yenenleri himaye etmediği, onları kollayıp gözetmediği için, kaymakamın iyi olması kendi başına yetmez. Oradaki hakkı yenen insanlara sahip çıkması lazımdır. Topçu'nun sosyalist görüşleri bu temellere dayanıyordu. Yani bildiğimiz anlamda bir sosyalizm değil. Hocanın aynı zamanda komünizm düşmanı olduğunu ve hatta Komünizmle Mücadele Derneği'nde aktif olarak görev aldığını da belirtelim.
Bunun dışında hem milliyetçi hem de fazlasıyla dindardı. Onun milliyetçiliği, umumun menfaatini şahsi menfaatinin önünde tutmak şeklinde vücut bulmuştu. Aynı zamanda dindar kardeşlerini sevmek, onlarla beraber olmak şeklinde de görüyordu milliyetçiliği. Kuran-ı Kerim de; "Müminler ancak kardeştir" diye buyurmuyor mu zaten? Hoca buradan yola çıkarak din kardeşliğini öz kardeşlikten daha önemli görüyor, bunu bir dava kardeşliği olarak değerlendiriyor ve dindarlığıyla milliyetçiliğini de birleştirmiş oluyordu bir noktada. Bu duruma çok çarpıcı bir örnek vermek isterim: Sorbonne'da felsefe doktorasını birincilikle bitirdiğinde, okulun teamülleri gereği kendisine ödül verilmek isteniyor. Yetkililer; "Bir altın saat mi yoksa Amerika ve Kuzey Avrupa'ya mavi yolculuk mu" diye soruyorlar kendisine. Fakat Hoca, şahsı adına bir ödül istemediğini, eğer mümkünse Sorbonne Üniversitesi'nin giriş çıkışlarında 24 saat süreyle Türk bayrağının dalgalanmasını istediğini söylüyor ve bu isteği kabul ediliyor üniversite tarafından. Topçu, böyle bir milliyetçiydi anlayacağınız.
Topçu'nun oluşturduğu ekol, "Hareket" ekolü olarak biliniyor. Bu ekolün ismi, temelleri nelere dayanıyor?
Aksiyon, aksiyon. Aksiyon felsefesinin kurucusu Fransız Maurice Blondel'in Action kitabından dolayı kendi geliştirdiği akıma da "Hareket" adını veriyor Hoca. Topçu'nun çokça etkilendiği bir isim bu Blondel. Fransa'da sohbetlerine katılıyor, ziyaretine gidiyor sık sık hatta mektuplaşıyorlar. Kendisini etkileyen bir diğer isim de Sorbonne Üniveristesi'nde eğitim gördüğü yıllarda tanıdığı ve akıl yerine sezgiye önem veren görüşleriyle nam yapmış ünlü filozof Henri Bergson. Buradaki aksiyondan kasıt, amel-i salih dediğimiz şey aslında. Yoksa herhangi bir eşyanın yer değiştirmek için bir noktadan başka bir noktaya hareket etmesi değil! Topçu'nun vurguladığı aksiyon, iyiliği ve iyi olanı yaymak üzere yapılması gereken bir hareketi kapsıyor. Kötü huylarından arınıp iyi huylara yönelmeye doğru bir muhtevası var. Yani insanın hareketle birlikte kendi kendini değiştirmesi, olgunlaştırmasını salık veriyor.
Topçu'nun Sorbonne'da yaptığı doktora tezi İsyan Ahlakı diye çevrildi dilimize. Aslında burada bahsettiği isyan da, az evvel bahsettiğiniz hareket felsefesiyle iç içe olan ve onu destekleyen bir kavram değil mi?
Bakın, eğer bir yerde hürriyet kavramının önü boş bırakılırsa, orada kötülüklerin öne çıkması kaçınılmaz oluyor çünkü kötülük mahiyeti itibariyle daha atılgandır, şirrettir. Hoca'nın "isyan ahlakı" dediği şey, kötülüğe karşı tavır koymak, isyan etmek yani bir yerde harekete geçmektir. Eğer insanda yanlış olan şeylere karşı direnme gücü olmazsa kötülük alır başını yürür. İçinde yaşadığımız bu zamanda iyiliğin nasıl yaşatılacağını, kötülüğe karşı nasıl tavır alınacağını pek hesaba katmıyor insanlar ne yazık ki. Herkes iyilik yapsın diye söyleniyor ama iş eyleme gelince kimseden çıt çıkmıyor. Televizyonlarda görüyoruz mesela adam yolda duran savunmasız bir kediye sırf zevk olsun diye tekme atabiliyor. İşte Hoca'nın isyan ile ahlakı birleştirdiği nokta burası. Kötüye, yanlışa karşı isyan yani...
İrade ve özgürlük meselelerine nasıl bakardı peki?
Hoca hürriyet meselesinin çok üzerinde dururdu. Bir gün kendisine; "Hocam hür olduğumuz için sorumluyuz, değil mi" diye sorduğumda; "Hayır sorumlu olduğumuz için hürüz" cevabını vermişti bana. Yani yüklendiğimiz sorumluluk kadar hür olduğumuzu vurgulamaya çalışıyordu. Üzerimize hiçbir sorumluluk almadan toplumda yahut ailede, hür olduğunu iddia etmenin ormandaki vahşi hayvanların hürriyetinden ne farkı var ki? Hocanın sorumluluk aldığımız müddetçe hürüz vurgusu aslında onun düşüncesinde iradenin de ne denli merkezi bir yer tuttuğunu gösteriyor zira sorumluluk almanın yolu evvela güçlü bir iradeye sahip olmaktan geçer.
Nurettin Topçu Sorbonne Üniversitesi'nde felsefe doktorası yapan ilk Türk olmasına rağmen Türkiye'deki üniversitelerde ders vermesine neden izin verilmiyor?
Mason olmadığı için. Özellikle o dönemlerde Türkiye'de bu işlerin yolu biraz buradan geçiyordu. Bu benim görüşüm ama Hoca'nın bizzat söylediği bir şey değil! Zaten Hoca, kendisine yapılan kötülüklerden, haksızlıklardan bahsetmeyi hiç sevmezdi ama millete yapılan kötülükler, haksızlıklar için haykırmaktan da hiç sakınmazdı. Kendisine birçok haksızlık yapılmıştır ama bunlardan şikâyetçi olduğunu hiç duymadım ben. İsmail Kara, Hoca'ya üniversitede kürsü verilmemesi konusunda çok isabetli bir şey söyler: "Böyle bir ilim ve fikir adamını üniversiteden uzak tutmakla, gençliğe büyük bir haksızlık yapılmıştır." Evet, Topçu'nun üniversite hocalığından mahrum bırakılması o dönem gençliğine de yapılan büyük bir haksızlıktır.
Sizin Topçu ile olan tanışıklığınız nereden geliyor?
Hoca, Fatih Çarşamba'da yapılan ve bizim ilk öğrencileri olduğumuz İstanbul İmam Hatip Okulu'nda, din psikolojisi ve dinler tarihi derslerimize giriyordu ama ben Hoca'yı çok önceden de gıyaben tanıyordum, adını duymuştum. Beş sene Adana'da okuduktan sonra İstanbul'daki okulun yeni binasının yapıldığını duyar duymaz geldim. "Kontenjanımız doldu, yer yok bu yüzden size kayıt yapamayız" dediler. Allah razı olsun, Celal Ökten Hoca araya girdi de okula kaydolduk. İmam Hatip'i bitirdikten sonra Yüksek İslam Enstitüsü'ne girdim ben. Nurettin Topçu'nun burada da ahlak dersimize gelmesini istedik, bunun için girişimimiz oldu fakat onun yerine Osman Pazarlı Hoca'yı gönderdiler. Zaten Nurettin Bey; "Sizin kafanızı bozarım diye beni oraya almazlar" diyordu. Çevrede basında, devlette, milli eğitimde zaten mimli bir adamdı. Kendisine yapılan her şeyin de farkındaydı. Ortada hiçbir suç olmamasına rağmen bir şikâyet uydurup Denizli'ye, İzmir'e sürdürüyorlardı Hoca'yı.
Mimli olmasının sebebi neydi, bu durum basında nasıl yer alıyordu?
Basın diye bir şey yoktu ki o zaman. Hemen hepsi hükümet (CHP) ne derse onu dile getiriyordu. Talimat Ankara'dan gelirdi isteyen manşet yapardı isteyen yayınlamazdı. En büyük gazete dört sayfaydı. O devirde dinden bahsedersen şeriatçı, fakirlikten bahsedersen komünist, tarihten bahsedersen hilafetçi olarak mimleniyordun. Hoca da maşallah hepsinden bahsederdi. Sabahattin Ali'yi, Nazım Hikmet'i bile zorla komünist yaptılar. Boğaziçi'nde yalıda büyümüş, paşa torunu olan Nazım Hikmet'ten komünist olur mu hiç? Bizim komünistler genelde sosyeteden çıkmıyor mu zaten?
Topçu'nun sizin de hocalığınızı yaptığı imam hatip okullarında verdiği derslerden ücret almadığı söyleniyor, bu doğru mu?
Doğru tabii. Hoca'nın kadrosu esasen İstanbul Lisesi'ndeydi, maaşını oradan alırdı. Cuma günleri öğleden önce dört saat dersimiz olurdu Topçu'yla. Okul açıldıktan üç ay sonra, yılbaşına doğru okulun muhasebecisi Saime Hanım, Müdür Mahir Bey'e diyor ki; "Herkes ücretini aldı, bir tek Nurettin Bey gelmedi. Yalnızca bir gün dersi olduğundan ona ulaşamıyorum." Cuma günü birinci saatin sonunda okulun hademesi Nurettin Bey'i çağırıyor müdürün odasına. Müdür; "Saime Hanım'a uğramamışsın birikmiş ücretin varmış, onu al" diyor. Hoca; "Burası din okulu, ben buraya ücret için değil ibadet için geliyorum" cevabını verince Mahir Bey; "Yahu Nurettin Bey, sen imzanı at, istersen parayı alma biz onunla hayır hasenat yaparız. Saime Hanım'ın zimmetinde kaldı, kaybolursa sorumlu olurum diye korkuyor." Bunun üzerine Hoca; "Sen benden akıllısın Mahir Bey ama ibadet parayla olmaz. Ben onu kendi zimmetime kabul ettikten sonra ister yemişim, ister sadaka vermişim ne fark eder" diyor ve çıkıp gidiyor. Ben yıllar sonra Hoca'ya neden böyle yaptığını sorduğumda; "Evladım, burası din adamı yetiştiren bir okul. Siz fakir fukaraya ilim götüreceksiniz, dua edeceksiniz oralarda bir şey beklemeyesiniz. Benim örnek olmam lazım gelir. Örneği olmayan şey yok sayılır. Kitapta yazılan hakikat değildir, hakikat yaşanan şeydir" cevabını vermişti bana.
Gerçekten çok etkileyici…
Nurettin Hoca, hayatını inandığını tatbik etme üzerine kuran bir adamdı. İnandığını taviz vermeden yaşayan, kimseden çekinmeden doğru bildiklerini yazan, kaypaklık yapmayan, hiçbir siyasi endişesi olmayan, toplumdan dışlanma korkusu olmayan bir adamdı. Mesela Necip Fazıl bile ona, sosyalizme olan yakınlığından dolayı çok yüklendi zamanında. Hoca aldırmadı hiç. "Hayat başka bir şeydir, inandığın gibi yaşayacaksın" derdi. Hz. Ömer'in iki tane mumu varmış, birini kendi işleri için, diğerini devlet işleri için yakarmış. Hz. Ömer'i görmedim, kitaplarda okudum ama benim gördüğüm Nurettin Topçu yaşayan bir Hz. Ömer'di deyim yerindeyse.
Topçu'nun sizi en çok etkileyen yönü neydi peki?
Hakka, hukuka olan aşırı hassasiyeti beni çok etkilerdi. Nurettin Bey çok dakikti mesela. Zil çalar, hiç oyalanmadan derse başlar, çıkış zilinde cümlesini bitirir bitirmez çıkardı dersten. "Teneffüs çocukların hakkıdır, titizlikle riayet etmek lazım" derdi. Ne kendi hakkını ne bizim hakkımızı yedirirdi. Bazı hocalar ayaklarını sürükleyerek sınıfa girer, teneffüs biteceği zaman sınıftan giderdi. Öyle örnekler de gördük, yaşadık. Hakka hukuka öyle riayet ederdi ki; bize bir kere gelse ve biz ona iki kere iade-i ziyaret yapsak "Hakkınız geçiyor çocuklar. Ben de size gelmeliyim; ne zaman geleyim" diye sorardı. İstediğiniz zaman buyurun gelin dediğimizde, "Olmaz öyle şey" deyip illa gün, saat belirtmemizi isterdi. Akşam 8 dersiniz mesela, 8'e 2 dakika kala gelse bile beklerdi ve zile tam dediği saatte basardı. Hani derler ya Konigsberg ahalisi saatlerini Kant'ın sokaktan geçişine göre ayarlarlarmış diye, o işin fasaryası, biz saatlerimizi Nurettin Bey'e göre ayarlardık vesselam.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bakın size birincil ağızdan dinlediğim bir anı daha anlatayım Topçu ile alakalı. Eski ahşap bir ev vardı, onu yaptırıyordu Hoca. Arkadaşlarından Yurdakul Dağoğlu var, işçilerin maaşları için sıkışmış, ondan bir haftalığına 800 lira kadar borç almış. Dağoğlu fazlasını teklif etse de; "Benim maaşım o kadar" diyerek reddetmiş. Aybaşında geri ödeyeceğini söyleyerek almış parayı. Eskiden öğretmenlerin maaşını Ziraat Bankası'ndan alıp okullara getiren mutemetler olurdu. Tam maaşların yatacağı gün, mutemet nedense gecikmiş ve akşam 5 buçuk gibi gelmiş. Hoca parayı aldığı gibi koşarak Yurdakul'un bürosuna gitmiş. Saat 19'a doğru varabilmiş ofise. Kan ter içindeyken; "Kusura bakma, mutemet geç geldi o yüzden geç kaldım" diyerek borcunu teslim etmiş. "Hocam neden zahmet ettiniz, yarın verirdiniz" diyen Yurdakul'a; "Yarın aybaşı değil ama sözüm bu şekildeydi" diye cevap vermiş Topçu Hoca. Allah rahmet eylesin.
Teşekkür ederiz.