Yazıyorum okuyorum ve bolca susuyorum
yanan bir eve dalan bir anne gibi girse
ya da besmele bir şehir olsa, olabilir bence"
Uzaktan uzağa takip ettiğimiz şair ya da yazarların dünyalarını, bu dizeleri yazdıran duyguları öğrendiğinizde başka türlü okumaya çalışırız onların kelimelere dokunuşlarını. Ayşe Sevim de benim için öyle oldu. Bu dizeleri çok önceden okumuş olsam da sohbetimiz sırasında hakkında öğrendiklerim beni daha da yakınlaştırdı kendisine.
İnsan çoğu zaman 'kim' olduğunu sorgular. Ayşe Sevim de kim olduğunu merak edip şiir yazmaya başlayanlardan biri. Sevim, her yıl başka bir Ayşe ile karşılaştığını ve geçen zamanla birlikte daha farklı bir Ayşe'yi hissettiğini söylüyor.
Hatta bu durumu kendisini bir arkeoloğa benzeterek şu şekilde yorumluyor: "Mısır tarihine ait belli bir mezarı araştıran bir arkeolog düşünün. Bu arkeolog normalde neyi aradığını biliyordur fakat bulduğu her kalıntıyla şaşkına döner. Yani bildiğini iddia ettiği şeyle parça parça karşılaştıkça heyecanlanır. İnsanoğlu da böyle sanırım; hepimiz kaba saba bir şekilde kim olduğumuzu biliyoruz. Fakat kendimizle alakalı her kalıntıda, her tozda, her harekette şaşırıyoruz. Yine de illa kendimle ilgili bir şeyler söylemek gerekirse; 1979 İzmit doğumlu olduğumu, İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu olduğumu, geçmişte öğretmenlik, gazetecilik, editörlük yaptığımı söyleyebilirim. Şairim. Hâlâ şiir yazabiliyorum. Şiiri hissedebiliyorum."
Ayşe Sevim'in hikâyesinde hayal kırıklıkları, vazgeçişler çok sık yaşanmasına rağmen bir şekilde güzel tesadüfler yeniden ayağa kalkmasına vesile olmuş. Üniversitede hocası Ali Ural'la tanışıp yazı hayatına başlamak, 28 Şubat sürecinde ikna odalarına alınmak, eşinin işi nedeniyle çok sevdiği İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalmak, değer verdiği arkadaşlarının vefat edişi ve anne olmak, hikâyesinin yönünü belirleyen asıl değişiklikler. "Benim sıkıntım kâğıt üzerinde ortaya koyduğum bir projeyi tutup ayağa kaldırmakla alakalı… O plan için irtibata geçilecek kişileri bulmak, bir kapı yüzüme kapandığında yılmamak, enerji dolu olmak, tuttuğunu koparmak konusunda başarısızım. Felçli olan bu tarafımı senelerce nasıl tamir edebilirim diye düşündüm. Çok saçma bir düşünceydi kabul ediyorum. Bunu düşünmek yerine hareket kabiliyeti yüksek insanlarla çalışmalıydım. Artık öyle yapıyorum ama hayli vakit kaybettim."
28 Şubat'ın ne olduğunu bilmeyen gençleri gördükçe bu süreci onlara ve dünyaya anlatan hiçbir şey yapamamış olmanın üzüntüsünü hissediyor Ayşe Sevim. Daha önceden okuduğum bir söyleşisinde, "Yapılan iyi niyetli çalışmalar var ama hangisi sanat eseri? Öyle bir film çekmeliydik ki dünyanın öbür ucunda yaşayan ve başörtüsü hakkında hiçbir fikri olmayan insanlar bile bu filmi seyrettikten sonra oturduğu koltuktan kalkamamalıydı" diyor.
İstanbul'da nefes almaya alıştıktan sonra ondan uzağa düşmenin verdiği sıkıntıyı şöyle anlatıyor: "İstanbul bu ülkenin yüzü gibi, kollar, karın ve bacaklar diğer şehirlerce tamamlanıyor. Sanata dikkatli bakabilmek için gözlerin olduğu yerde, İstanbul'da olmak lazım. Yahut ona yakın duran Ankara gibi başka büyük şehirlerde… Edebiyat adına, sinema adına, müzik adına pek çok ilde ne yazık ki hareket yok. Beş yıldır Sinop'ta yaşıyorum. Ölü nefesler dolaşıyor etrafta, ezberci üniversite gençliği, okumayan öğretmenler, sınavcı lise talebeleri… Şiirle heyecanlanan yahut düşünebilen insanlar gittikçe azalıyor ne yazık ki…"
Feminizmi anlatan ansiklopedik bir madde niteliğinde kitabı da var Sevim'in. Bu kitap bir devlet üniversitesinde yardımcı ders kitabı olarak okutulmuş. Şimdilerde birçok proje üzerinde aynı anda çalışıyor. İki senedir, 40 kadar sanatçının bir arada yer alacağı kısa filmlerin, animasyonların, modern hikâyelerin, kara mizahın, kum sanatının olduğu büyük bir projeleri var. Bunu büyük bir heyecanla beklediğini söylüyor. Aynı zamanda bir neslin çocuklarına vermekten çekindiği 'Şaban' isimli karakterin hikâyenin başkahramanı olarak seçildiği, 11 yaş ve üzeri için macera romanı serisi hazırlıyor. Denizlerin altında yaşayan medeniyetlerden, ateşten dağlara, kokuyla beslenen varlıklara kadar pek çok karakter, olay ve zaman bu serinin içinde yer alıyor. Bu projeler yazarın aklındakilerin sadece bir kısmı.
"Sanırım herkes gibi ufalıp kaybolacağım. Keşke bu dünyadan ayrılınca arkamdan bir Fatiha okunsa… İnsana bundan daha güzel ne hediye olabilir? Umredeyken Cengiz Aytmatov için tavaf etmiştim. Eserlerinin benim üzerimde büyük tesiri vardır. Sonra Itri için de tavaf etmiştim. Bilirsiniz, Itri Salat-ı Ümmiye'yi bestelemiştir. Ne büyük bir hizmet, şimdi o beste olmasa belki biz bu kadar sık o salavatı dinlemeyecek yahut söylemeyecektik. Bu beste sayesinde insan yolda yürürken bile mırıldanabiliyor, bilgisayar başında çalışırken bir taraftan bu salavatı dinleyebiliyor… Yakında inşallah yeniden umreye gitme imkânım olacak, o zaman da Plevne Savunması'nı yapan Osman Paşa ve askerleri için tavaf etmeyi istiyorum. Ne yazık ki o kahramanları da tanımıyoruz. Siz ne sordunuz ben ne söyledim değil mi? Şuna gelmek istiyorum aslında, az önce isimlerini andığım güzel insanlar bile doğru dürüst anılmıyor. Biz büyüklerimizi anmayı, onların anılarına hürmet etmeyi öğrenmeliyiz önce. Bizim adımız insanların aklına bu büyükleri anmamız gerektiğini getirir inşallah."
Geçmişte bir yerde 'aklımızda insanların hep belli fotoğrafları kalır' diye okumuştum. Düşündüm… Ayşe Sevim'in aklımda kalan fotoğrafı ne oldu diye. Üç çocuğunu düzgün bir şekilde yetiştirme gayesinde olan bir annenin yanında, İstanbul'a olan özlemiyle gün sayan, her dizesini hissederek yazan bir şair. "Gözlerin çiğnenmemiş karlar gibi" dizelerinin sahibi sizce hangi fotoğrafa sığabilir?