Sunuş
İbn Haldun'un Aksak Timur ile karşılaşmasına ilişkin anıları çok iyi bilinir; birçok dile çevrilmiştir. Bu karşılaşmadaki korkularını, beklentilerini, Timur'un hoşuna gidecek şeyleri söyleyerek, muhtemel gazabından kurtulmak için planlar yaptığını samimiyetle ifade etmesi, İbn Haldun'un bir bilim insanı olmaktan öte bir insan, içi-dışı bir insan olduğunu bize yüzyıllardır söylüyor. Memlûkler (Kölemenler) Şam'ı yakılıp yıkılmaktan kurtaramayacaklarını biliyorlardı ama insanların başka yerde olduğu gibi bütünüyle kılıçtan geçirilmemesi için Emir Timur'a bir heyet yollayarak, eman dileme yolunu seçmeleri akıllıcaydı. Bu aklı veren ise Memlûklerin kimi zaman müftü olarak atadıkları, kimi zaman hapse attıkları, üstelik de Hacca gitmek üzere ülkelerinden geçen misafir bir âlim olan İbn Haldun idi. Arkadaşları, ailesi için Ebu Zeyd, öğrencileri için Abdurrahman İbn Haldun ve künyesi itibariyle el-Hadramî yani Yemen'in esrarı dillere destan Hadramut ilinden... Tunus'ta doğduğu için Tunusî, mensubiyetini belirtmek için Maliki, hayatının önemli bölümünü Mağrip'te geçirdiği için Mağribî.
Kendi hayatını anlatan bir kitap yazan nadir âlimlerden olduğu için, hayatı çok iyi biliniyor, bilinmesine…
Bölüm 1: İbn Haldun ve Timur'un ilk buluşması
69 yaşında Timur ile karşılaşıyor; Timur da 65 yaşında. Şam ahalisi, Kadı el-Maliki dedikleri bu misafir âlim sayesinde kılıçtan kurtuluyor; Emir ile âlim arasında çok garip bir yakınlık doğuyor. O kadar ki, Timur onunla kişisel ilişkisi kesilmesin diye İbn Haldun'un katırını satın alıyor. İbn Haldun, "Olur mu öyle şey? Sizin gibi bir cihan hâkimine katır satılır mı? Alın sizin olsun" dese de Aksak Timur, katırı ancak satarsa alacağını söylüyor ama her halde "Üstümde nakit yok. Sonra göndereyim" tarzı bir bahane ile parayı vermiyor. Borçlu ya, bu sebepten olacak Timur, İbn Haldun'u adım-adım izliyor ve sonunda parayı gönderiyor. İlişkinin sürmesi için herhalde, parayı tamamen yollamıyor. Yoksa Timur için bir katırın bedeli nedir ki? Hazar Denizi'ni kuşatan, Anadolu'dan Afganistan'a, İran'dan Arap Denizi'ne, Orta Asya'nın ortasında top gibi bir imparatorluk... Semerkand'daki sarayının ihtişamı o zaman bile dillere destan.
Çağataylara göre Temur, Farslara göre Timur yani bildiğin Demir, üç-dört yıl daha yaşıyor tarihlere 'musahabe' diye geçen bu karşılaşmadan sonra. Rivayete göre, Mısırlıların Emir Timur'a gönderdikleri heyet, Timur'un ikram ettiği eti yemiyorlar. Emir kızmak üzere... Tek-tek yüzlerine bakıyor âlimlerin. Hepsinin kafaları önlerine eğik. Kimse ağzını açamıyor.
Emirin gözleri, başında Mısırlıların, Şam âlimlerininki gibi gösterişli bir kavuk değil de adi bir bez parçasının dolanmasından ibaret sarığıyla, yamadan görünmeyen cübbesiyle bu gösterişsiz kişiye takılıyor. İbn Haldun, korkusuzca konuşuyor:
"-Ey Emir! Ben birçok hükümdar huzurunda bulundum. Ölenlerini, yazdığım tarihimle yaşattım: Arap ve Acem hükümdarlarından şu şu zatları gördüm; şarkı ve garbı dolaştım... Elhamdülillah sizin devrinizi de idrak ettim, hepsinin arasında ancak sizin hakiki hükümdar olduğunuzu gördüm... Hükümdarların yemeği karın doyurmak için yenir, emirin yemeği ise şereflenmek ve iftihar etmek üzere yenir."
Bu sözlerdeki cesaret, samimiyet, Emir Timur'u ölümüne kadar etkileyecek ve ikisinin arasında kısa da sürse tesirli bir ilişki başlayacaktır.
Google-Vikipedi bilgisi buraya kadar. Eğer etki alanını sürekli genişleten ve sizlere tanıtmaya muvaffak olduğum GYY'nin Emir Timur'dan aşağı kalmayan az ve öz talimatı olmamış olsa idi, benim de İbn Haldun hakkındaki bilgim bundan ileri gitmeyebilirdi. Ama emir demiri keser hesabı, emir ile âlim arasında bu ilk sohbetten sonraki üç-dört yıllık alışverişin peşine düşmek zorunda kaldım. Ve kısa zamanda Şam kütüphanelerinde ve Şam'dan Endülüs'te Kurtuba Emeviye Sarayı'na uzanan bir araştırmaya kalktım.
Diyeceksiniz ki Şam'da katil Esed'in ülkesine getirdiği kanlı savaştan sonra geriye kütüphane mi kaldı? Endülüs Emevilerinin saraylarını bile yerle bir eden Aragon Kralı Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi İsabel'den geriye saray mı kaldı? Ben de diyeceğim ki: Çağımızda fiction ile non-fiction arasındaki çizgi ne kadar kalın ki, siz bu soruyu soruyorsunuz?
İşte bu araştırmanın sonunda, GYY'mizin ısrarı sayesinde, Timur ile İbn Haldun arasındaki yazışmaları gün ışığına çıkarmış ve böylece siyaset bilimi araştırmalarına önemli bir malzeme sağlamış bulunuyoruz.
Başka bir ifadeyle, Montesquieu araştırmalarımızın bir devamını sunuyoruz.
Bölüm 2: Mektuplaşma başlar
Timur, İbn Haldun ile görüşmesinden üç yıl sonra öldü. İbn Haldun da bir yıl sonra. Bu dört yıl içinde, İbn Haldun Mısır'da altı kez Maliki kadılığına atandı; altı kere de azledildi. Bugün bir üniversitede olsa tarih kürsüsü başkanı olarak atanabilecek olan İbn Haldun, Timur'a yazdığı yarım sayfa ebadında 12 forma (bugünkü ölçülerle A3 ebadında 160 sayfa) Kuzey Afrika ve Sahra hükümdarları tarihini anlattığı mektuptan başka ne gibi mektuplar yazdı? Araştırmalarımız, ikisi arasındaki muhabbetin sadece katırın satış bedelinin arta kalanıyla ilgili olmadığını gösteriyor. Elde ettiğimiz ve henüz tam okuyamadığımız arşivdeki malzemeleri kısmen sunalım:
Frenklerin Türk emirleri ile mücadeleleri
"Emir Timur;
Belki sırası gelip, sözünü etmedik; siz de sormadınız ama bu Frenklerin, Çağatay Oğulları ve onun gibi diğer Türk kavimleri ile ilgili tutum ve davranışlarını size arz etmem lazım. Bu adamlar, biz sizden mal alalım, siz de bizden mal alın; arada bir gençleriniz gelsin bizim tarlalarda ve değirmenlerde ve fırınlarda ırgatlık yapsın; gelip giderken de kâğıttı, evraktı, imzaydı, mühürdü diye vakit kaybetmesin diyerek, kendi aralarında bir Evropa ittihadı namıyla, cemiyet oluşturmuş idiler. Türklerin Anadolu'ya geçmiş kollarından biri ki başlarını İbn Usman adıyla maruf bir emirleri çekerdi. Bunlar; "Biz de artık Evropalı sayılırız. Bizi de bu cemiyete alın!" diye bunlara başvurmuş idi. Evropalılar, bundan 56 yıl mukaddem; "Eh sizsiz olmayız zaten. Gelin de görüşek" diyerek Türkleri de çağırdılar. Aradan çok devran geçti; başvuran İbn Usman vefat etti. Sonra onun yerine gelen şişman emir, sonra onun yerine gelen daha şişman emir, bu arada ayaklanıp idareyi ele alan yeni ve eski çerilerin komutanları hep vefat ettiler. Şimdi işbaşında olan Ebu Bilal namıyla maruf, ince ve uzun emir, "Bre aymazlar! Bu ne iştir? Siz çocuk mu oyalarsınız?" diye celallenince, Frenk'te oyun biter mi, hemen divan-ı hümayunlarının kapısına; "Tez bu adam öldürüle" tarzında yazılar asıp, silah-pusat resimleriyle donatıp, akıllarınca göz dağı vermezler mi? Frenklerin Filip isimli âlimi de; "Assasinleri yollayıp vurdurula!" diye fetva vermez mi? Ama emir hazretleri bilesiniz ki, Türklerin bu emiri, sizden bile daha yiğit çıktı. "Hele gelin hele… Hepiniz toptan gelin alayınızla" diye bir hamlede ve salvede bulundu ki, düne kadar; "Atarız da, asarız da, keseriz de" diye şişinen Frenkler, kesilen süt misali inip, "Hele yiğit; otur da bir konuşak" demeye başladılar. Gözünüz üzerinde olsun. Size dedim ya: Arap'tan değil siz Anadolu'daki Türk'ten korkun!"
Hâkim olduğun milletlere yardım et
Asabiye diye bir şeyden söz ettim size. Hatırınızda mı? Bir kavmin, hatta bir kavmin aksanca, âdetçe, görenekçe benzeşen bir kısmının arasındaki tesanüt, dayanışma, başkalarına karşı kendi adamlarını kayırma, onların ne olursa olsun hatalarını görmeme hali ve keyfiyeti. Ben esasen bu gibi ilimleri icat ediyorum ve inanıyorum ki bu gibi tespitleri benden önce yapan başka âlim olmadığı için, bu tespitlerime istediğim ismi veriyorum. Buna da "asabiye" dedim. Bu iki türlü olur: Nesepten ve sebepten.
Şimdi bizim Araplara bir bak. İçlerinden birine bir dokun; onun amcasının oğlu, teyzesinin kızı, yedi sülalesi tepene birikir. Bu gerilikten olur. Aynı kandan olunca, adamlar birbirlerinin haysiyeti, şerefi için o kanı akıtmakta bir beis görmezler. "Acaba bizim amcaoğlu bir hata mı yaptı? Teyzemin kızı bir halt mı karıştırdı" demezler. Kendi kabilesinin daima haklı olduğunu düşünüp, yerli-yersiz yumruğa, sopaya, kılıca davranırlar. Bu birinci taife. İkinci taife için bağlılık sebebi, ya aynı dinden olmak gerekir ya aynı devletten ya aynı umrandan. Bu taife için tesanüt bir sebepten geçer; akıl yürütmeyi gerektirir. Birinci taife bizim Arap bedevileri iken ikinci taife bu Frenk milletidir. Bunu bir merdiven gibi düşünün; en altta bedeviler var; umran merdivenini tırmandıkça, ikinci taifeye doğru yükseliyorsun.
Karşılaştığın ve hâkimiyetin altına aldığın milletlere bu gözle bakmalısın. Onlara yardım etmelisin ki, umran merdivenini tırmansınlar.
Araplara çok hayret etme ya Emir!
Size haberi ulaşmış. Bizim Arapların Firavun varisleri olan taifesinden bir çeribaşı, işbaşındaki emiri alaşağı edip, bu arada; "Hayır biz emirimizden vaz geçmeyiz" diye meydanları dolduran ahaliden 1000'den fazlasını oracıkta kılıçtan geçirtip, 5 binini de zindanlara doldurmuş; sonra ne kadı, ne mahkeme yüzü göstermeyip, bu insanları zindanda bırakmış olan biri var. Sizin önünüzden kaçan 12 yaşındaki Memlûk Sultanı Fereç'den sonra yerini alan bu eski askere, sizin Türkler hiç yüz vermedi. Sebebi, kendi halkına yaptığı eziyet ve haksızlıktı. Ama bu komutanın Arap biraderleri, daha ertesi gün bir elini bırakıp ötekini avuçladılar. Sanki o ellerde kan-vebal yokmuş gibi! Mesela şu Taifli tayfasının Frenklere neft satarak zengin olan emiri. Bu Mısırlı köle ile sanki babasının oğlu imiş, 50 yıllık dostuymuş gibi, el-ele, kol-kola geziyor.
Sizden bana gelen ve aramızda alışveriş mevzuu olan katırın bedelinin bir kısmını ödeyen elçiler, sizin bu işe hayret ettiğinizi ve benden bir açıklamasını istediğini söylediler.
Emir Timur; bu o kadar karışık bir mesele değil. Bizim bu havalide, ilke-prensip, mebde-umde değil de, daha çok ısırabilme-ısıramama ölçüsü vardır. Eğer bir eli ısıramıyorsak, onu öpmek (hadi bunu onuruna yediremedin diyelim) veya şöyle kuvvetlice sıkmak esastır. Ben bunu böylesi daha iyidir diyerek söylemiyorum. Sadece siz Türkmen beyimizin bu meseleyi anlamakta güçlük çektiğini duyunca, aradaki farkı belirteyim istedim.
Bölüm 3: Tükenmez bir derya
Elde daha çok mektup ve günce sayfası var. Bunlara bakınca âlim ile emirin arasındaki muhabbetin, Şam muhasarası ile sınırlı kalmadığı anlaşılıyor. Kimi İbn Haldun'un vefatından 60 yıl sonra doğacak olan İtalyan Makyevelli'nin siyasi realizminin esasen üstat ile başladığını söyler. Olabilir. Olmayabilir de. İbn Haldun'un sadece tarihçiliğin temelini atan bir tarihçi olmadığı kesin. Felsefeci, İslam felsefecisi, modern sosyal bilimlerin, özellikle sosyolojinin ilkelerini koyan kişi olduğunu biliyoruz.
Bakalım mektupları karıştırdıkça, güncelerini okudukça karşımıza neler çıkacak?