Halep’in içi seni, dışı beni yakar
Bazı yetişkinler Ermenilerin bu durumda bir pozisyon almaları gerekeceğini söylerken bazıları da savaşın doğuya gelmeden batıda bir şekilde sonuçlanacağını söyler. Savaşın her zaman uzaklarında kalacağını, çocuklarını savaşın haberinden bile koruyabileceklerini düşünen büyükler bunun nasıl bir yanılsama olduğunu acı bir şekilde anlayacaktır.
Çok geçmeden Osmanlı ordusu gece vakti Nazaret'in evine gelip kahramanımızı yaka paça 'ordu'ya alır. Diğer Ermeni erkeklerle birlikte Güneydoğu'nun güneşinin altında ne işe yaradığı belli olmayan bir şekilde, Türk askerlerin bağırmaları ve aşağılamaları eşliğinde taş kırmaya başlarlar. Bir müddet sonra bu 'Ermeni tabur'un taş kırdığı yoldan kadınlar, çocuklar ve yaşlıların yürüdüğü görülür. Ermeni erkeklerin 'askere alınması'nın doğudaki köylerin ve şehirlerin boşaltılmasının bir ilk adımı olduğu anlaşılır. Ailesinin de sürülen bu topluluğun içinde olduğunu anlayan Nazaret, taburundan kaçıp bir şekilde onları bulmayı aklına koyar. Taş işçileri arasında açlık ve hastalığın arttığı bir noktada, bir subay Müslüman olurlarsa hallerinin iyileşeceğinden bahseder. Bir iki kişi can havliyle 'İslam'ı kabul ettikten sonra kalanlar aynı zor şartlarda devam ederler ve hemen sonra Osmanlı askerleri bu 'tiyatro'ya bir son verip Nazaret ve diğerlerini öldürmeye karar verir. Ermenileri öldürmeleri söylenen askerler kurbanlarını öldürmekle kalmazlar; karınlarını deşerler, parmaklarını keserler; yönetmen Fatih Akın bu sahneleri uzun uzun yakın plan gösterir. Kahramanımız bu katliamdan, diğerleri kadar barbar olmayan bir Türk'ün yardımıyla kurtulur. İyi Türk, Nazaret'e boynuna bıçak sapladığında ölü numarası yapması gerektiğinin işaretini verirken, arka planda başka bir asker deşmiş olduğu karından çıkan bağırsakları bir aşağı bir yukarı doğru çekiştirmektedir. Kan ve iç organların bu kadar hoyratça kullanılması sonucu sahne dehşet ikliminden karikatüre doğru kaymaya başlar.
Nazaret'in ölü numarası yapmasını sağlayan kesik, ses tellerini zedeler ve hikâyenin bundan sonrasında kahramanımız derdini sessiz bir şekilde anlatmak zorunda kalır. Bu elbette anlatılamamış Ermeni hikâyelerine sembolik bir göndermedir. Ama Nazaret'in hikâyesi Nazaret'in sesi olmadan da anlatılabilmelidir ve sinema bunun için en uygun araçtır. Nazaret'in sessiz kalmasının film açısından pratik bir yararı da var. Kesik, Akın'ın ilk İngilizce filmi. Nazaret ve diğer Ermenilerin Mardin'den itibaren İngilizce konuşuyor olmaları Amerikan seyirciyi sinemalara çekmek için düşünülmüş olsa bile, hikâyeyi asıl merak eden Türkler ve Ermeniler için hikâyenin içine girmeyi ve karakterleri benimsemeyi zorlaştıran bir etken. 2015 yılındaki imkânlarla aktörlerin karakterlerin konuştuğu dilde konuşmasını sağlamak çok da zor olmasa gerek. Aynı şekilde Nazaret'i Cezayirli değil Ermeni bir oyuncuya oynatmak da mümkün olabilirdi herhalde. Nazaret'i oynayan Tahir Rahim'in ortaokul çağında ikiz kızlara sahip olamayacak kadar genç görünmesi de filmin yarattığı dünyanın gerçekliğini zedeleyen başka bir problem. Bu kasting ve dil meseleleri ileride Nazaret'in Araplar ve Amerikalılarla olan ilişkilerinde, özellikle de pek çok gerçeklik iddiasının çekiştiği bir meseleyi ele alan bu filmde 'gerçeğe uygunluk' adına daha fazla sorun yaratıyor.
Film buna benzer bazı teknik yönlerden sarsılsa da, bahsettiğim karın deşme sahnelerinin karikatürize haline düşmeyen çok sarsıcı ve düşündürücü anlar da barındırıyor. Sesi kesilen ve artık asla Ermenice konuşamayacak olan Nazaret aynı zamanda bileğindeki haç dövmesini de bir bezle sararak örter. Ama haç ne kadar saklansa da çöllerde dolaşan Nazaret'in görüntüsü gitgide Nazaret'ten çıkan en ünlü şahıs olan Meryem oğlu İsa'ya benzemektedir. Nazaret bir müddet ordudan kaçan Türk askerlerle yaşadıktan sonra ailesini bulma amacıyla Halep'e doğru yol alır. Halep yolunda Ras al Ayn mülteci kampının görüntüleri her ne kadar bilgisayarla oynanmış olduğu çok belli olsa da beni en fazla etkileyen sahnelerden biri oldu. Halep'e, yeni bir hayata gitmeyi ümit eden insanların sınırda beklemesi, beklerken açlıktan ölmesi... İnsanların bu coğrafyada hâlâ yüzbinler halinde zorla göç ettirildiği bir zamanda gösterime giren film, insanı derin bir karamsarlığa sürüklemiyor değil.
Nazaret uzun uzun mülteci kampında dolaştıktan sonra ölmek üzere olan abisinin hanımını bulur; artık konuşamayan Nazaret ailesinin bulabildiği tek ferdini kollarına alır ve belki de kadın, ölümünün en azından Nazaret'in hatırasında bir yer tutacağı inancıyla ruhunu teslim eder. Nazaret Halep yolunda bedevilere rastlar; yanlarında huzursuz görünen genç bir kız vardır. Kız Nazaret'e Ermeni olduğunu ve Araplara satıldığını anlatır. Damgalanıp bedevilerin malı haline gelen ve daha sonra özgürleştirilen Ermeni kadınları da hatırlatmış olur bize Akın, (bu kadınlardan birinin hikâyesi Nenemin Dövmeleri adlı belgeselde anlatılmaktadır) daha sonra Halep'e girmeden önce yardımsever bir Halepli Nazaret'i koruması altına alır. Bugün ev sahipliği yapan yarın mültecidir, yarın zulmedecek olan bugün mazlumdur… Film bize Halep'in nasıl bir mülteci ve göçmen şehri olduğunu çok iyi bir şekilde anlatır. Bugün o toprakları terk etmek zorunda kalanların çoğunun tarihinde başka sürgünler vardır. Film, asıl amacı bu olmasa da bu içinden çıkılmaz gibi görünen çarkı çok güzel yansıtır ve Suriyelilerin günümüzde yaşadığının nasıl katmerli bir vatansızlık, yersiz yurtsuzluk olduğunu kavramamıza yardımcı olur.
Bugün yaşanmaz hale getirilen Halep 1915 yılında Osmanlı ordusundan kaçan bir Ermeni için sığınılacak bir vaha gibidir. Ama elbette bu vahanın barışı da yarımdır. Nazaret müteşekkir bir şekilde Halepli sabun ustasının imalathanesinde çalışmaya ve vakit bulduğunda şehirde dolaşıp kızlarını aramaya başlar. Halep tam bir mülteci ve göçmen şehrine dönmüştür. Bir gün birtakım insanların kent halkı tarafından taşlanarak şehirden çıkarıldığını görür. Bunlar Osmanlı'nın idari görevlileridir ve yuhalanan ve taşlanan bu grup arasında elbette kadınlar ve çocuklar da vardır. Zalim, mazlum gibi kategorilerin hepsinin bağlamsal olduğunun bir kanıtı da Haleplilerin Nazaret'e 'ev sahipliği' yapma çabalarında görünür. Sabun imalathanesinde çalışan arkadaşları onu bir 'pavyona' götürürler. Tehcir sonucu pek çok kadın, kadın tüccarlarının eline düşmüştür. Pavyon, Nazaret'in iş arkadaşları için yorucu günün sonunda bir eğlence iken Nazaret için belki de kızlarıyla karşılaşacağı habis bir yerdir.
Nazaret kızlarını orada bulamaz ve film Halep'ten sonra çok farklı bir yörüngeye kayar. Tehcirin neden olduğu, Türk komşuların ne yapıp yapmadığı konu edilmeden kapatılan bu sayfadan sonra film bir macera filmine döner. Nazaret kızlarının izini Halep'ten sonra Lübnan'da, sonra Küba'da ve Amerika'da çok garip şekillerde tesadüf ettiği izlerle takip eder. Bu maceralı seyahatler, trenlerden atlamalar, gemilerde tehlikeli yasa dışı yolculuklar seyircide adeta bir Indiana Jones filmi seyrediyor hissi bırakır. Akın, Nazaret'in gittiği yerlerdeki Ermeniler ve onların hayata tutunma çabalarına da yüzeysel olarak değinir. En sonunda filmin merceğini o kadar büyütür ki kendimizi Kızılderili bir kadına saldıran Amerikalı demir yolu işçilerini seyrederken buluruz. Bu sahne her ne kadar kadınlara ve yerel halklara yapılan zulümleri birlikte düşünüp kınamamız için bir çağrı olsa da, daha çok başta anlatılan hikâyenin daha da silikleşmesine sebep olur. Mardin ve Halep başka bir filmde kalmış gibidir (bu noktada Akın'a Aristo'nun -yerde, zamanda, hikâyede- 'üç birlik' kuralını bir daha gözden geçirmesini tavsiye ediyoruz). Nazaret'in yolculuğu, neredeyse Halep'in çölleri kadar kurak ve ıssız görünen Kuzey Dakota'da son bulur. En sonunda Nazaret'in kızlarından neden ayrılmış olduğunun önemi bile kalmamıştır; belki de filmin en büyük kusuru budur. Tehcir filmin konusu olmaktan çıkıp, Nazaret'in çıktığı bu zor yolculuğun sebebi haline gelir. Ama bu haliyle bile bize birçok şey söylemeyi başaran Kesik, eksikleriyle, abartılarıyla konuyla ilgili filmlerin çekimine devam edilmesi gerektiğinin en iyi kanıtı.