Kaya Genç: Kürk Mantolu romantizm

Kürk Mantolu romantizm
Giriş Tarihi: 13.7.2016 15:35 Son Güncelleme: 13.7.2016 15:38
Kaya Genç SAYI:26Temmuz 2016
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna’da eski ve yeni dünya, idealizm ve romantizm arasında karşıtlıklar kuruyor, bize iki şehrin ve iki ayrı hayata bakış biçiminin hikâyesini anlatıyor

Osmanlı için İstanbul neyse İmparatorluk Almanya'sı için de Berlin oydu: Farklılıkların ve geçmişin, arayışların ve kesişmelerin, yaklaşan çöküşün felaketini beklemenin mekânı. İdealizmin değil romantizmin şehriydi Berlin. Felaketle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Berlin kafeleri, pansiyonları ve meydanları yenilginin kederini yaşayanlarla dolmuştu. Weimar Cumhuriyeti'nin yenik, mutsuz, çaresiz insanları Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sının her bölümünde karşımıza çıkıp ısrarla bize hatırlatırlar: Bu, romantizm ve idealizm üzerine bir romandır.

İlk defa 1940 yılında Hakikat gazetesinde tefrika edilen, sonra 1943'te kitap formatında yayımlanan bu benzersiz romanın kalbindeki figürün, çevirmen Raif Efendi'nin adının neden Raif Efendi olduğunu düşündünüz mü hiç? Raif, Arapça bir isim ve merhametli, acıması olan anlamına geliyor. Bir de ismin efendi kısmı, unvan yanı var tabii. 1934 yılında Resmi Gazete'de yayımlanan 'Lâkap ve Unvanların Kaldırılması Hakkındaki Kanun' ile ağa, hafız, hoca, hacı, molla, efendi, beyefendi, paşa, hanımefendi gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştı. Çocukluğunuz okul arkadaşlarınıza; "Keyifler nasıl hacı?", "Hocam bu hafta sonu bir program yapsak mı", "Tam bir beyefendi gibi konuştun kanka" gibi cümleler kurarak geçtiyse siz de benim gibi lakap ve unvanları delice kullanmaya devam eden bir neslin evladısınız.

Raif Efendi de, idealizm çağında yaşayan bir romantikti. İsmiyle bile geçmişle bağını sürdürdüğünü göstermekteydi. Ofiste kişiliğine de alışmıştı arkadaşları, dönem için sıra dışı olan ismi ve unvanına da. Çalıştığı ofisteki koşulların, Raif Efendi'ye patronu tarafından yapılan muamelenin dönemin resmi ideolojisiyle sert bir karşıtlık oluşturduğunu Sabahattin Ali romanın Ankara'da geçen ilk bölümünde maharetle gösterir bize. Tek bir lüzumsuz cümlenin bulunmadığı bu olağanüstü bölümü Ali'nin kırık koluyla askerde, Büyükdere'de bir çadırın içinde yazdığını düşünmekte insana dokunan bir yan var.

Kürk Mantolu Madonna'nın isimsiz anlatıcısını ilk sayfalarda sokaklarında amaçsız ve umutsuzca gezerken bulduğumuz Ankara'da, ailelerinden gelen parayla iş kuranlar ile arkası onlar gibi sağlam olmayanlar arasındaki hiyerarşik ilişkiler birkaç keskin fırça darbesiyle önümüze serilir. İdealizm arkası sağlam güçlülerin, romantizm doğuştan hayatı kaymış olanların ideolojisidir. İdealist olan devlet, romantik olan bireydir. Yaşadığı dönemin idealistleri, Sabahattin Ali'yi bu ayrımları fark ettiği, gözlüklerinin arkasından Türkiye'nin ruhunu gördüğü ve gördüklerini yazdığı için sevmiyorlardı. Ali'nin kültürel ve siyasi romantizmi tehlikeli bulunuyor, insanlara ideallere inanmaya devam etmeleri salık veriliyordu.

Münih'te yeni bir uyanış tertipleyen Alman milliyetçilerinin orayı ikiyüzlü siyasetçilerin, parlamenter demokrasi gibi eskimiş kurumların kalbi, yozlaşmış, aşağılık bir şehir biçiminde tarif etmeye başladığı günlerde, Berlin'de kısa ömürlü Weimar Cumhuriyeti'nin (1919-1933) en ilginç günleri yaşanıyordu. Kürk Mantolu Madonna'nın Penguin tarafından yayımlanan İngilizce edisyonuna dair yazan Nagihan Haliloğlu'nun da isabetle işaret ettiği üzere, romanın "Christopher Isherwood bölgesine" girdiği yer burasıydı. Sonra Kabare filmine konu olacak Berlin romanlarında Isherwood 1929 yılında geldiği şehrin nasıl da başını döndürdüğünü anlatır. Burası hem bir yenilginin hem de yaklaşan faşizmin mekânıdır ama öncelikle bir coşkunun şehridir. Isherwood karakterleri gibi kahramanımız Raif de hayallerini burada yaşar.

Berlin de savaş sonrası İstanbul gibi bir şeylerin arifesindeydi velakin neyin arifesinde olduğunu bilmiyordu tam. Raif Efendi'nin gençlik yıllarında hissettiği şey hep bir şeylerin arifesinde olma duygusudur ve duyguları alınmamış herkes bunun nasıl bir şey olduğunu bilir. Bir şey olacağızdır ama ne olacağızdır? Romantiğin ilgilendiği konulardan biridir bu.

İstanbul'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde okuyan Raif Efendi, bir sanatkâr olmakla bir tüccar olmak arasında gidip gelir. Sanatçılık kendini ifşa etmek, ruhunu keşfetmek ve onu insanlara sunmak demektir. Ama anlayacaklar mıdır? Kimdir bu 'onlar?' Romantik için, onlar her zaman vardır ve hep belirleyicidir. Raif'in babası, 'onlar'ın temsilcisi olarak, ondan müesses nizama eklemlenmesini, ana akım bir hayat yaşamasını ister.

Romanımızın isimsiz kahramanının yaşadığı sıkıntı da tam bu değil mi? Kitabın başında bir Halk Evi'nin önünde yürüyen yorgun işçilere bakarken arz-ı endam ediveren arkadaşı Hamdi, anlatıcımızdan benzemesi beklenen model, modern ve ruhsuz bir kişiliktir. Hiyerarşileri doğal kabul edip sorgulamayan, Raif Efendi gibi içine kapalı kişilere tepeden bakıp hayatı onlara zehir edecek, şımarık ve ruhsuz biri olmasını beklerler ondan. Biz okurların kalbi ise bunların tam zıttı birine dönüşmesi için çarpar. Hamdi hayattaki yegâne varoluş amacı modern olduğunu çevresindekilere kanıtlamak olan, birisine iyilik yaparken bile bunun kendisini ne kadar iyi göstereceğini hesap eden, hiçbir şeye inanmayan 'ideal modern vatandaş'tır.

1930'ların Ankara'sının idealizmi, Hamdi'den de, anlatıcımızdan da her tür ruhanilikten arınmış kişiler olmalarını bekliyordu. Raif Efendi'nin ressamlığa meyletmesi de kendini Halit Ziya romanlarında kaybetmesi de yalnız bir tuhaflık değil bir 'sapma' olarak tehlikeli görülür. Edebiyat, şiir, duygular feminen şeylerdir ve ülke kalkınırken bunlara zaman ayırmak normal değildir.

1890'lardan itibaren yükselen saflık, zindelik ve sağlamlık üzerine kurulu Avrupa milliyetçiliği söyleminde normdan sapma ve dejenerasyon en büyük düşmanlardı. İster Osmanlı romancısı Halit Ziya, ister Rus yazar Tolstoy, ister İrlandalı nüktedan Oscar Wilde olsun, sanatçı hastalıklı bir figürdü: tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'nun 'hasta adam' olması gibi. Çöken imparatorluklar gibi sanatçılar da hasta ve romantiklerdi, zindelik ve üniformite üzerine kurulu idealist yeni dünyada onlara yer yoktu.

Romantizmin Osmanlı Devleti'ndeki seyrine bakarken Tanzimat Fermanı'nın ilanını ve 1850'lerden 19'uncu yüzyılın sonuna kadar uzanan Tanzimat edebiyatını hatırlamak gerekiyor. Genç Osmanlı hareketi, romantiklerden oluşuyordu ne de olsa. Namık Kemal, Halit Ziya gibi önde gelen entelektüeller bürokrasinin benimsediği ruhsuz modernleşme sürecinden şikâyetçiydiler. Mai ve Siyah'ın kahramanı Ahmet Cemil, romantizmi okuduğu kitaplar aracılığıyla benimsiyordu. Kimilerinde doğaya kimilerinde Osmanlı Devleti'nin ruhunun sürekliliğine yönelik bir romantizm duygusu, genç Osmanlıları pek çok başka şeyden daha kuvvetle birbirine bağlıyordu. Onların Schiller, Goethe, Hugo gibi büyük Avrupa romantiklerinin Türkçe çevirmenleri olduğunu da hatırlamak gerekiyor ayrıca. Genç Osmanlı geleneğinde çevirmenlik ile romantizm arasında bir bağlantı olduğunu ve Raif Efendi'nin hayatını Almancadan çeviriler yaparak kazandığını da.

Edebiyat eleştirmeni ve tarihçisi Berna Moran, meşhur analizinde Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf romanını 'soylu vahşi' karakterini Türkçe edebiyata yerleştirmesinden yola çıkarak inceler. Soylu vahşi, Rousseau ve romantikler için mühim bir figürdür ve Avrupa'da olduğu gibi Anadolu'da da belirleyici olmuştur. Modernitenin bozamadığı ve aklını çelemediği doğal insan, kendi doğasını yaşamak ve düzenin güçlerinden uzaklaşmak üzere ormana çekilir, sırra kadem basar. Kuyucaklı Yusuf'un romantik soylu vahşisi Yusuf, Kürk Mantolu Madonna'da karşımıza bir oluşum halinde çıkar. Modernitenin, şehrin düzenine bir türlü ısınamayan Raif Efendi ve onun yansıması olan isimsiz anlatıcı, resim sanatı ve romanlar yoluyla ruhlarını keşfetmeye uğraşırlar.

Ebeveynlerinin 'erkek ol, erkek' uyarıları da akıllarını başlarına getirmez bu romantik gençlerin. Erkek olmak, adam olmak taleplerinin ardında duydukları şey, herkes gibi ol çağrısıdır. Romantiklik ise buna müsaade etmez hiç.

Gerçekler acıtır ve gençlik hayal kırıklıklarıyla maluldür. En güzel örneklerinden biri Herman Hesse'nin Bozkırkurdu olan 'gerçeklerin acısıyla geçen gençlik' romanlarında mevzu, genç karakterin bir sonraki adımının nereye yöneleceğidir. Bu yalnızca iyi eğitimli kahramanımızın değil, onun hikâyesini bize aktaran anlatıcımızın da meselesidir. Hesse'nin romanında Apollon ve Dionysos karşıtlığı olarak kendini gösteren "Ben bu hayatta ne yapacağım?" sorusunun (disiplinli ve rasyonel bir hayat mı yaşamalıyım yoksa spontan biçimde ruhumu mu takip etsem daha iyi?) nesilden nesile sürdüğünü, Kürk Mantolu Madonna'nın son sayfasında Raif Efendi'nin defterini okumayı bitiren ve hikayeyi baştan okumak üzere defterin ilk sayfasına geri dönen anlatıcıya bakarken anlarız.

İdealizm nesilden nesile devam eden bir felsefi yaklaşım ise şayet, Sabahattin Ali'ye bugün her görüşten okurun gösterdiği ilgi, romantizmin de ondan geri kalan yanı olmadığını, nesilden nesile bugüne kadar gelen bir miras olduğunu bize gösterir.

Raif Efendi'nin Berlin'de müzede önce yaptığı otoportreyi görüp âşık olduğu Maria Puder de bu mirasın taşıyıcısı ve bir sembolü olabilir pekâlâ. Onu gördüğü vakit Raif Efendi çocukluğundan beri okuduğu romanların kadın kahramanlarını hatırlar. Yaşadığı büyülenmeyi anlatırken saydığı romanlar arasında Aşk-ı Memnu'nun Nihal'i de vardır. Kürk mantosuyla Raif Efendi'ye ve bize bakan bu kadın, hem Osmanlı romancısı Halit Ziya'nın hem onun etkilendiği aşk hikâyeleri geleneğimizin bir temsilcisi olamaz mı? Bence olabilir. Sabahattin Ali romanın sonlarına doğru altını çizmeden, sıradan bir ayrıntıymış gibi bize Raif'in Maria'ya yazdığı, Berlin'e yolladığı mektupların eski alfabeyle kaleme alındığını belirtir. Raif'in âşık olduğu tablo ve kadın, illa bir şeylerin temsilcisi olacaksa, Maria Puder'de geleneğin, sürekliliğin ve romantizmin kesiştiğini görebiliriz. Kürk Mantolu Madonna, yaşadığı şehre, Berlin'e benzer, tıpkı Raif Efendi'nin de ilerleyen yaşında, yıllarca yaşadığı yere, Ankara'ya gittikçe daha çok benzemesi gibi.

BİZE ULAŞIN