Çoğu kitapsever, iyi bir yazarla ya da sıkı bir kitapla tanışma ânını unutmaz. İnternette tanıştığınız ve fotoğrafını bile görmeden hoşlandığınız kişinin güzel/yakışıklı çıkması gibi tuhaf bir heyecan barındırır o an. Yazar hakkında daha fazla bilgi edinmek, kendisiyle ilgili eleştirileri görmek, diğer kitaplarını da okumak istersiniz.
Nurdan Gürbilek, yerini pek az şeyin doldurabileceği bu heyecanı yoğun biçimde yaşamama sebep olan isimlerin başında geliyor. Gürbilek'le tanışmam 2006'nın sonlarında, bir çay ocağında Radikal'in kitap ekini karıştırırken gerçekleşmişti. Recaizâde Mahmud Ekrem'in Araba Sevdası romanındaki ünlü Bihruz Bey karakteri üzerine yazdığı 'Kötü Çocuk Türk' başlıklı makalesiyle (ve bu makalenin adını taşıyan kitabıyla) dikkatimi çekmişti ilk.
Kitabı elime almamla son sayfasını görmem arasındaki sürenin kısalığı hayret vericiydi; edebi/sosyolojik denemelerden oluşmasına rağmen su gibi akmıştı kitap. Ama kitabı ve yazarını sevmemin sebebi bu akıcılık değil, gündelik hayatımızın parçası haline gelmiş toplumsal/kültürel figürler üzerine yaptığı gerçek anlamda ufuk açıcı yorumlardı.
Kitabın ilk makalesi 'Ben de İsterem'i okurken kendimi metne kaptırmamın bir sebebi de Gürbilek'in üzerine kalem oynattığı konu ve dönemin figüranlarından biri olmamdı. Orhan Gencebay ve İbrahim Tatlıses gibi iki büyük isim üzerinden Türkiye'nin 70'lerin başından 80'lerin sonuna kadar yaşadığı değişimi anlatan makale, meseleyi ele alış biçimiyle benzerlerinden ayrıldığı gibi, aralara serpiştirdiği hoş detaylarla dönemin canlı şahidi olan okurların ilgisini canlı tutuyordu.
Asıl çalışma sahası edebiyat olmasına rağmen, onu bir 'edebiyat eleştirmeni' olmanın çok ötesine taşıyan özellikleri var. Bu özelliklerin ilki ve bana göre en önemlisi, bir edebiyat eserini, yazarı yahut kurgu karakteri yalnızca kendi bağlamında ele almakla yetinmeyip, onu dönemin ruhuyla, siyasetiyle, kültürüyle birlikte okuması; hatta bunu da kâfi görmeyip 'ruh kardeşi' olan benzer örneklerle karşılaştırması. Metinlerdeki bu perspektif sayesinde Raskolnikov'la Kenan Evren'i, Turgut Özal'la Küçük Emrah'ı yan yana incelenirken görebiliyorsunuz.
Edebiyat merkezli denemeleri ağırlıkta olmasına rağmen onun asıl 'sihirbazlığının' kültürel değişimi (dolayısıyla 80'leri) anlattığı makalelerde daha net görüldüğüne inananlardanım. Bu bağlamda, yazarın Vitrinde Yaşamak adlı kitabı -ziyadesiyle öznel bir tabir olacak belki ama- bir 'Best of Nurdan Gürbilek' niteliği taşıyor.
Aşağıdaki alıntı, Gürbilek'in 80'ler ortamıyla ilgili tespitlerinin en can alıcılarından biri olan 'geçmişe özlem' ve bunun yansımalarının özeti niteliğinde:
"80'lerin belirgin özelliklerinden biri de geçmişe duyulan ilginin artmasıydı ama bu geçmiş, bugüne olan uzaklığıyla beliren bir tarihsel ortam ya da iklim değil, bugünün ihtiyaçları ve fantezilerini uyaran bir imgeydi artık; dolayısıyla da tüketilebilirdi. Nitekim böyle bir kültürel iklim içinde 68 kuşağı tarihsel ağırlığı boşaltılıp içeriksiz bir ruha, seçkin bir kuşak ideolojisine dönüşebildi. 80 öncesinin sol geçmişi ise, 80'lerin özgürleşme ve bireyselleşme söyleminin karşıt modeli olarak kodlandığından, ancak daha 'düşük' bir estetiğin diliyle, arabesk olarak adlandırılan dil içinde poplaştırılabildi: Yorgun Demokrat-Genç Jakoben karşıtlığı, her şeyden önce geçmişin sırtından, onu alıntılayarak yapılmış bir pazar, bir tüketici kazanma savaşının ifadesiydi."
80'lerde (ve sonrasında) yalnızca geçmişten gelen kavramların içi boşaltılmamıştı elbette. Batı'dan gelen feminizm, çevrecilik, küreselleşme, ötekileştirme, insan hakları vb. kavramlar da dönemin ideolojik kısır döngülerine kurban edilerek sahip oldukları anlamların oldukça uzağına taşınmış, anlamsız gündelik tartışmaların mezesi haline getirilmişti.
Gürbilek'in kitabındaki döneme dair önemli tespitlerinden bir diğeri de 'hemen her şeyin vitrinde sergilenecek birer imaja dönüştüğü'ydü. İnternet çağıyla birlikte çılgın bir furya halini alan 'teşhir' kültürünün temellerinin 80'lerde atıldığını söylemek yanlış olmayacaktır:
"Nasıl piyasa farklı emek biçimlerini eşitler ve malları soyut bir değişim değerine indirgerse, toplum vitrine dönüştüğünde de bütün yaşantılar, yitirilen fırsatlar ve sarf edilen emek bir imajdan ibaret kalır.
Rumeli Hisarı'ndaki bir antikacının vitrininde, 19'uncu yüzyıldan kalma bazı ibrikler var. Zamanında defolu sayıldıkları için pazarlanamamışlar. Defoları, veremli işçilerin soluklarıyla birlikte cama üfledikleri kan damlaları. İbrikler bugün antika fiyatında."
Şüphesiz ki toplumun dönüşümü bireyin dönüşümünden bağımsız düşünülemez. Gürbilek de bu gerçeği ıskalamıyor zaten. Muhtemelen çoğumuzun öylesine dinleyip geçtiği şarkı sözleri, onun perspektifinde birer 'dönüşüm vesikası' haline geliyor. Birey, kendisini en iyi ve isabetli biçimde ifade ettiği için popülerleşmiş şarkılar ve şarkıcılar üzerinden de inceleniyor.
Yukarıda andığım 'Ben de İsterem' makalesinde bir adım daha ileri taşınan bu yaklaşım, ilk örneklerini kitaptaki 'Vicdan ve Teknik' başlıklı yazıda veriyor:
"Ama bugünden geriye doğru bakıldığında, Gencebay'ı 70'lerde popüler kılanın, aslında aynı yıllarda solu popüler kılan şeyle akraba olduğu görülebilir. Yalnızca 'yaşamanın kanunu'ndan söz ettiği, insanın kendi kaderini kendisinin tayin edemediği durumları dile getirdiği, bazılarına bu dünyada hayat hakkı tanınmadığını söylediği için değil. Bütün kaderciliğine rağmen, "Bir gün mutlaka göreceğiz / Biz de o güzel yarınları' diyebildiği için de değil. Onu 70'lerin solculuğunun üzerinde yükseldiği zemine yakın kılan, daha çok sesinin mutlaklığı, müziğinin dramatikliğiydi. Onu bir zamanlar sokağın sesi kılan, bugünse artık geride kalmış bir dramın inatçı bir sözcüsü gibi görmemize neden olan bu."
Toplum ve birey böylesine keskin bir dönüşümden geçerken 'mekânın' bundan etkilenmemesi, bunu yansıtmaması beklenemez elbette. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, çok partili rejime geçilmesi gibi dönemlerin en belirgin izleri halen daha caddelerde, meydanlarda, tarihi eserlerde görülüyor. Belki de bu yüzden, Türkiye'nin modernleşmesi üzerine yazılan tezlerin en ilgi çekicilerinden bir kısmı mimarlara/şehir planlamacılarına ait. (Bkz: Sibel Bozdoğan - Modernizm ve Ulusun İnşası, Murat Gül - Modern İstanbul'un Doğuşu).
Belki Cumhuriyet kadrolarının Ankara'yı imar etmesi yahut Menderes'in İstanbul'da yaptıkları gibi bir şey değil ama 80'lerdeki kültürel dönüşüm de küçük çaplı, doğrudan evin içine yansıyan mekânsal bir iz bıraktı: Misafir odasının yok oluşu.
Uzun yıllar boyunca hayatımızın gerçeği olarak varlığını sürdüren misafir odasının 90'lara girerken neredeyse hızlıca ortadan kaybolması pek dikkat çekmedi belki ama o, bu detayı ve ardındaki nedenleri yakalayarak yazıya dökmeyi başardı:
"Ben misafir odasını zihnime soğuk, işlevsiz bir bölge olarak yazmışım. Çocukken pek anlamazdım, niye ablamla ben oturma odasında yatıyoruz da misafir denen ve evimize nadiren uğrayan insanların ayrı bir odası var? O soğuk ama daima düzenli boşluk, ardından salon hayatına geçişteki ilk telaş bir geçi ânına, bir ara döneme işaret ediyormuş meğer. Yanlış anlaşılmasın: Çocukluğumun misafir odalı evlerinin yabancıyı kaydettiğini ya da konuk sevdiğini söylemeye çalışmıyorum. Tersine, pek kullanılmayan tozlu büfeleri, yapma çiçeklerle dolu kristal vazoları, misafir bekleyen gümüş şekerlikleriyle kapısı hep kapalı duran, yaşanmamışlığını kapıyı açanın yüzüne haykıran, çocuklar için saklanacak bir yer olmaktan öteye geçmeyen odalardı bunlar. İçi boşalmış işaretler. Yine de ben bugünün teklifsiz kültürüne bakarken, belki bir mesafe duygusu verir diye, aklıma iç denen şeyin ancak bir dış olursa gelişebileceğini ve hayatını buna göre düzenleyerek olmasa da bir odasını feda ederek yaşamış bu insanları getiriyorum. Bir de işlevini çoktan kaybetmiş, ama onsuz da yapılamayan o soğuk boşluğu."
Hepimizin 'baktığı' fakat pek azımızın 'gördüğü' detayları edebiyat ve sosyolojinin imkânlarıyla yazıya döken Gürbilek'e uzun ve sıhhatli bir ömür diliyorum ki, 2000'leri de onun keskin bakışıyla okuyabilelim.