Werner Herzog’dan rüya tabirleri: Unutulmuş düşler mağarası
Unutulmuş Düşler Mağarası belgeselinin ismini duyduğumda aklıma ilk gelen soru hangi düşlerin unutulup hangilerinin zihnimizin nadide bir köşesinde saklı kaldığı oldu. Werner Herzog, 2010 yılında çektiği belgeselde bir bakıma unutulmuş düşlerin şeyhi olmayı deniyor. Güney Fransa'daki Chauvet mağaralarındaki duvar resimlerine bakıp atalarımızın neler düşünmüş olabileceğini araştırıp kurdukları düşleri tabir etmeye çalışıyor.
Herzog 32 bin yıllık düşlerin mağara duvarlarına yansımalarını bizimle paylaşmadan önce, seyircilere mağaraların keşfinin hikâyesini anlatıyor. Bu hikâyenin insanoğlunun tabiatına, zihnine ve ruhuna doğru bir yolculuk olduğu konusunda bir şüphemiz kalmasın diye de dronla çekilmiş olan muhteşem dağ, orman, nehir ve bağ görüntülerine Hıristiyan koral müziği eşlik ediyor. Bu müziğin üzerine bir de Herzog'un o tekinsiz Alman aksanlı sesi eklenince, daha mağaraya girmeden kendimizi bir çeşit düşün ya da ayinin içinde buluyoruz. Mağaranın bilinçaltının simgelerinden biri olduğunu hesaba katarsak, kameranın o mağarada insanlığın doğası ve psikolojisi hakkında neler bulacağını da biraz tedirgin bir şekilde merak ediyoruz.
Evrenin gizlerini nasıl saklayacağı ya da nasıl ortaya çıkaracağını asla bilemeyeceğimiz konusunda bir uyarı Chauvet mağaraları. Herzog'un anlattığına göre 32 bin yıl önce insanların kullanımında olan bu mağaranın ağzı bir deprem sonucu kapanıyor ve ancak 1994 yılında dağcılar tarafından başka bir tarafından açılmış bir delikten keşfediliyor. Daha önce yine Fransa'da bulunan ve ziyaretçi akınından sonra zarar gören Lascaux mağaralarından sonra, Chauvet mağaraları özel koruma altına alınıyor. Çetin yollardan mağaranın zeminine inmeyi başaran Herzog bizi kıskandırmak için 'On binlerce yıl boyunca bu mağaraya insan girmedi, biz de film ekibi olarak muhtemelen bir daha giremeyeceğiz' diyor. Allah'tan girdiklerinde bizim düşlerimizi de istila edecek kadar görüntü almayı başarıyor Herzog ve ekibi. Mağaranın zeminine ufak kazıklar üzerine oturtulmuş dar bir patikayı izleyerek, sarkıtlar ve dikitler arasından mağaranın içlerine doğru ilerliyor. Yani film ekibi için de bakmak serbest ama zemine ayak basmak bile yasak. Herzog bize yapılan testler sonucu 8 yaşlarında bir çocuğa ve bir kurda ait oldukları anlaşılan yan yana iki tane ayak izi gösteriyor ve 'Kurt çocuğun peşinde mağaraya mı girdi, yoksa arkadaş mıydılar? Bunu asla bilemeyeceğiz' diyor. Bu sekans da yine tüm dinlerde 'ayak izi'nin kutsal bir şey olduğunu hatırlatıyor bizlere. Humanist bilim adamlarının bu mağaraya neden kutsal bir emanet gibi yaklaştıklarını anlar gibi oluyoruz.
Unutulan düş: Sinema
Herzog mağaradaki düşleri yavaş yavaş, alıştıra alıştıra paylaşıyor bizimle. Önce bildiğimiz 'primitif' mağara resimleri görüyoruz. Daha sonra, gayet gerçeğine benzer şekilde çizilmiş, ardından ressam eskizleri gibi birbiriyle kesişen hayvan resimleri ve derken mağaranın duvarlarındaki kıvrımları hesaba katarak çizilmiş ve hareket ediyormuş hissini veren, 3D gözlüğünüzü çıkardığınızda gördüğünüz çifte kontura sahip aslan ve bizon resimleri. On binlerce sene öncesinden kalma bu resimlerle karşılaşınca insan insanoğlunun sürekli düşler peşinde olduğunu, elindeki imkânın ötesini düşünebilme yetisine sahip bir varlık olduğunu idrak ediyor. Ta 32 bin sene öncesindeki insan iki boyutlu tasvirin ötesine geçmeye çalışıyor ve hareket eden resmi, sinemayı düşlüyor.
Herzog'un bahsettiği 'unutulan düş' belki de bu 32 bin sene önce gördüğümüzü unutup, 20'nci yüzyıl icadı sandığımız sinema. Nitekim Herzog da yine o her şeyi bilen ama biraz da ürkütücü sesiyle 'Modern insan ruhu sanki burada uyanmış gibi' diyor. Gözümüzün önünde neredeyse canlanan resimlere baktıkça sayın Herr Herzog'a hak vermemek elde değil. Paleontologlardan biri herkesten 'bir dakika saygı duruşunda' bulunmalarını istiyor ve 'tamamen sessiz olursak kalp atışlarımızı duyabiliriz' diye ekliyor. Kamera saygı duruşundaki Avrupalıların yüz ifadelerinden resimlere geçiş yapıyor. Ve belgesel o anda en eski tapınma şekillerinden biri olan ataya tapmaya dönüşüyor, tarihçiler, arkeologlar, paleontologlar ve film ekibi sessizlikte geçmişle iletişime geçiyor.
Hayret, merak, şaşkınlık
Belgesel böyle 'kurucu' anlarla dolu. Zaman ve mekânı aşma çabası olan sanatın nasıl korunması gerektiği, korumakla öldürmek arasında çok ince bir çizginin olduğunu anlıyoruz. 'İlk gördüğüm an çok özeldi, resimler sonra geceler boyu rüyama girdi' diyor, mağaranın haritasını çıkarmaya çalışan ve bir zamanlar bir sirkte çalıştığını anlatan araştırmacı. Daha sonra insanların dünyadaki başka mağara resimleriyle nasıl rabıtalar kurduklarını anlatıyor. Verdiği en çarpıcı örnek Avustralya Aborijinlerinden. Aborijinler atalarının mağara resimlerini, düşlerini Avrupalılar gibi 'koruma altına' alıp ulaşılmaz hale getirmiyor. Tersine her yeni kuşak mağara resimlerine bir şeyler ekliyor, bozulmuş olan kısımları 'acaba orijinaline uygun mu' fetişizmine yenik düşmeden 'tamir ediyor'. Bu hem 'sanat eseri' hem de 'sanatçı'ya Avrupa'nınkinden çok farklı bir bakış. Mağaranın bir duvarındaki çok sayıdaki kırmızı el izlerini inceleyen ekip, el izlerinin hepsinde parmaklarda kendini tekrar eden hafif bir eğiklik fark etmiş ve bütün el izlerinin aynı kişiye ait olduğuna hükmetmiş. Ondan sonra da bu elin sahibinin bu inanılmaz resimleri çizen sanatçı olduğuna karar vermiş.
Resimlerin ne kadar inandırıcı olduğunu söylemiş miydim? Kamera tekrar tekrar resimler üzerinde yavaş yavaş dolanırken Herzog ışıkla oynuyor ve değişik açılardan gelen, değişik yoğunluktaki ışık hayvan resimlerine hareket hissi katıyor. Resimleri ilk çizenlerin de belki meşale ya da yağ kandili ışığında benzer oyunlar yapmış olabileceğini düşünüyor insan. Sayfa kenarlarını hızla çevirdiğinizde hareket ediyormuş hissi veren küçük resim defterlerinin tekniğine benzer bir şekilde boynuzlarıyla üzerinize hızla geliyormuş gibi gelen bizonlar, boyunlarını size doğru uzatmış, üzerinize atlamaya hazır gibi duran aslanlar... On binlerce sene sonra bizleri bile ürküten bu resimler, zamanında hangi hisleri çağrıştırıyordu acaba?
Herzog, belki de sinemanın düşünü kuran bu insanlara hürmet göstergesi olarak sinematografinin tüm imkânlarından yararlanarak, asla sıkmayan bir ritimle, fade in fade out ve diğer bir sürü başka şekillerde bizi tekrar tekrar bu resimlerin içinde dolaştırıyor. Herzog'un görüntüleri, müzikle birlikte kafamızda anlatılar kurgulamamızı sağlıyor; aslanlarla bizonlar arasındaki bir savaş, ya da bir çeşit kavimler göçü. Mağarada, ritüel bir özelliği olduğu çok açık olan yarım bir kadın tasvirinden başka insan tasviri yok- ve insan ne kadar yoksa, hayvanların yüzlerindeki ifadeler o kadar duygu yüklü, o kadar insani. Belgeseldeki tarihçilerin de değindiği gibi bu dönem insanların kendilerini doğadan farklı görmedikleri, dünyayı başka türlerle paylaştıklarının farkında oldukları, kopuşun henüz yaşanmadığı zamanlar. Belki de insanların mağaralarından ya da evlerinden çıktıklarında, bir hayvanla karşılaşma ihtimallerinin, bir insanla karşılama ihtimalleriyle aynı olduğu zamanlar.
Herzog günümüz insanıyla bu mağara resimlerini yapan insanlar arasındaki bağı düşünmemiz için, arkada yine atmosferik koral müzik, tam teçhizatlı kıyafetler giymiş olan araştırmacıların gerçekten de hayranlık ve ilgi dolu yüzlerine odaklanıyor- hayret, merak, şaşkınlık. Belki de bizi atalarımızla en sıkı bağlayan şey yüzümüze yansıyan bu ifadeler. Daha sonra, ak saçlı bir tarihçi bize bölgenin coğrafi özelliklerinden, 32 bin yıl önce güney Fransa'nın buzullar altında olduğunu, o zamanlar o coğrafyada çok daha farklı hayvanların yaşadığını anlatıyor. Muzip Herzog tarihçinin eline bir mızrak verip ataların nasıl avlandığını göstermesini istiyor. Mızrağı pek de hızla atamayan tarihçimiz gülüp, 'herhalde onlar bu konuda daha başarılıydı' diyor. İnsanoğlunun zorluklar karşısında gücü başardığı şüphesiz ama o zamanki şartlarda pek azımızın kendini doyurabileceğini düşünüyor insan ister istemez.
İnsanlığa ilham veren bir mağara
Daha önce hayvanlar hakkında da 'karanlık' diyebileceğimiz belgeseller çekmiş olan Herzog (sürüsünün yolunu terk edip tam tersi istikamete, bilinmezliğe doğru hareket eden penguen klibine YouTube'dan kolayca ulaşabilirsiniz) bu belgeseli de canlı hayvanlarla bitiriyor. Belgeselin 'son söz' kısmında mağaradan çıkıp çok uzakta olmayan bir nükleer santrale gidiyoruz. Santralde oluşan sıcak suyu değerlendiren Fransızlar bir deney olarak bir biyo-küre inşa etmişler. Kamera tropik bir sera olan bu yerde gezinirken dünyanın ilk şekil alma dönemine gitmişiz gibi bir hisse kapılıyoruz. Fakat bu tropik ormanın içine daldığımızda bulduğumuz Âdem ve Havva değil, timsahlar. Herzog bize timsahların yeni evlerini çok sevdiğini söyledikten sonra, sahne yeterince ürkünç değilmiş gibi meseleyi ve kamerayı iki tane albino timsaha getiriyor. Belki santralin suyundan, belki suni habitatlarından dolayı mutasyon geçirmiş bu timsahların bir gün Chauvet mağarasına girdiğini hayal etmemizi istiyor- öyle ya, Chauvet'nin ağzını kapatan deprem gibi bir deprem bu santrali ve serayı yerle bir edip, mağaranın ağzını bu 'yeni' canlılara açabilir. Peki sizce, diye soruyor en sonunda Herzog, 'Bu albinolar o mağaraya girip insanların çizdiği resimleri gördüklerinde bizim hakkımızda ne düşünecekler?'
Lineer, ilerlemeci zaman anlayışını da, türler arasındaki ilişkilere eleştirel yaklaşmamızı salık veren belgesel, 32 bin sene önceki insanın en azından günümüz insanı kadar zanaatkâr ve düşlerinin peşinden koşan varlıklar olduğunu, sanatın, insanın yeryüzü ve kendisi ile ilgili olan ilmin artarak değil, belki de azalarak günümüze kadar geldiğine işaret ediyor. Her türlü inançtan insana insanın doğası hakkında derin şeyler hissettiren bu mağaranın korunması ama bir yandan da insanlara ilham vermesini isteyen bilim adamları ve yöneticiler geçtiğimiz haftalarda mağaranın tam bir kopyasının inşasını bitirdi, 'yapma mağara' yakında ziyarete açılacak. Benjamin'in 'Teknik Olarak Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat Eseri' tezine yeni bir boyut kazandıran bu girişim için, göçmenlerin Avrupa'ya çok pahalıya mal olduğu konuşulan bir dönemde 55 milyon Euro harcanmış. Peki bu 'tıpkısının aynısı' mağarada toplanan insanlar da bir dakikalık sessizlik sağladıklarını kendi kalp atışlarını duyup, atalarıyla rabıta kurmayı başarabilecekler mi dersiniz? Bundan çok ümitli olmasak gerek. Ama ben yine de en yakın zamanda gidip bunu denemeye hazırım!