Tekrardan laik
Ezberlenmiş bir hayatı var ama bundan memnun. Ezberler ve klişeler iyidir, yormaz seni, hayat kurtarır kimi zaman. Evlilik yıldönümlerinde Tolstoy'un aynı sözünü paylaşmayı seviyor her keresinde. Denizlerin idamı, 10 Kasım, 23 Nisan… Tüm bu günlerde aşırı duyarlık kasıyor. Hatta neredeyse duyarlıktan ölecek, öldürecek hepimizi. Yeni icadı kandiller. Takipçileri için bu konulara yoğunlaşıyor şimdilerde. Kandillerin yalan ve uydurma olduğunu söylüyor ama garip bir dini duyarlığı var. Tüm bunları tartışırken ezberler yardımına yetişiyor yine. Bir takipçisi uyarmış hatta. Sen bu meseleleri tartışmaya neden başladın demiş. Büyükbabasının ani ölümü (!) onda bu duyarlığın ortaya çıkmasını sağlamış. Oradan mezarlıkları falan eleştirmiş. İmamın dua etme şekline takılmış. Bu konuda mesafe kat edemediğimiz fikrine varmış. Korkutucuymuş dua. Oysa öyle değil de geride kalanlar için güzel konulardan bahsetmeliymiş. Bu alanı boş bıraktığına yanmış. Bulduğu delillerden sonra Hacı Bektaş, Mevlana, Pir Sultan Abdal'dan da sözler paylaşmış. Alevileri örnek inanç topluluğu olarak göstermiş ve kendisini fahri Alevi ilan etmiş. Ölürse de Aleviler gibi gömülmek istemiş. (Aleviler nasıl gömülüyorsa artık!) Bir Alevi arkadaşının yorumu ise çok üzmüş onu, çünkü Alevi dostu, Aleviliğin anneden geçtiğini söylemiş ona.
Gerici, ama iyi
Hastane. Acil servis. Oradan şuraya koşuşturan insanlar. Hemşireler, hastabakıcılar ve halinden memnun olmayan doktorlar da olmasa burasını sahipsiz sanırsın. Herkes kendine bir muhatap arıyor, verilen cevap klasik; çok yoğunuz. Oradan buradan inilti sesleri karışıyor, gişe çalışanının radyosundan çıkan tango müziğinin arasına. 'Çocuğum müziği yakala…' Adamın biri hasta bakıcıyla tartışıyor, diğeri dalgın, daha dış kapıya varmadan ateşliyor sigarasını. Hooop bulunamayan yetkili sökün ediyor saklandığı yerden, "Burada sigara yaka…." Sözünü bitirmeden başlıyor kavga. Arada tanıdık bir sima. Kavgayı ayırmaya çabalıyor ama nafile. Onunla önceden yazışırdık. İlk şiirlerini ve yazılarını çok sevmiştim, sanırım o da benimkileri sevmiş olacak ki bir dönem mektuplarımız sürdü gitti. Evlenmiş, arkasında top sakallı bir gölge. Tanımadı beni, tanımazlıktan geldi ya da bilemiyorum. Onun da kızı hasta olmuş, salgından. Aynı sıradayız, ellerimizde çocuklarımız, doktoru bekliyoruz. Gezi sürecinden sonra bir bildiriye imza attım diye tefe koymuştu beni, aynı suçlama enstrümanıyla; gerici, yobaz yazar. Ses etmemiştim. Şimdi ikimizin de çocukları hasta ve aynı sıradayız. O an düşüyor aklıma, bir şiiri, yokuşlarla ilgili. Kızı elinden kurtulup, dizinin üstüne düşüyor, koşup kaldırıyorum bir hamlede. Ofluyor, pufluyor ve teşekkür. Geçmiş olsun diyor, hayata, arkadaşlığa, eski dost gülümsemelere, uzun ve parıldayan mektuplara, hepsine geçmiş olsun… Arkasını dönünce eşine duyabileceğim bir ses tonuyla, "Gericidir ama iyi şairdir" diyor. Soran bakışlarla bakan eşime, "Gezicidir ama iyi şairdir" diyorum.
Latin Edebiyatı ve gofret
Asansör her keresinde 10'uncu kata geldiğinde aynı şekilde sallanıp insanı tedirgin etmeyi başarıyor. Büyük bir hastane burası ve asansör de bir tür tabut gibi katlar arasında inip çıkıyor diyor, aynadan çaktırmadan bana bakan giysisinden lise talebesi olduğunu anladığım genç. İki aydır ziyaret ediyorum onu. Gözlerimin önünde eriyip gidiyor. Asansörlerden nefret ettiğimi bildiği için hep aynı espriyi yapıyor ben odaya girince. Odası mezarlığı görüyor hafiften. Ne zaman camdan baksam diyor, mezarlığa gözüm takılıyor ve o 'her nefis ölümü tadacaktır' ayetine… Hem hastane yönetimini hem de belediyeyi bir yerlere şikâyet etmiş. Ya o mezarlık kalkmalı buradan diyor, ya da hastane. Bu kara ironiden dertli bir süredir. Ömrü boyunca din-diyanet işleriyle dalgasını geçti, şimdiyse garip bir şekilde mezarlıklar idaresi onunla dalgasını geçiyormuş. Yorum yapmadan başımı sallıyorum ve görevliler ile doktorlardan kaçırdığım çikolatalı gofreti veriyorum eline dostluğumuzun nişanesi olarak. O da bana bir şeyler okuyor İnfante'den. Ayrılırken, yine gel, diyor. Her çikolatalı gofrete bir sayfa Latin edebiyatı borçlandığını söyleyen sesi, mezarlığa bakan cama asılı kalıyor.
Niteliğin anlamı
Onunla ne zaman karşılaşsak uzun uzun memleketin halinden ve Rus edebiyatından konuşuyoruz. Birkaç aydır sürüyor karşılaşmalarımız ama sohbete kendimizi kaptırdığımız için her keresinde ne iş yaptığını sormayı unutuyorum. Aklıma takılıyor bir gün, soruyorum; çevirmenim, diyor. Ama onunki farklı bir çevirmenlik imiş. İlgiyle dinliyorum, biraz da şaşkınlıkla. Ben diyor, bazı kitapları Türkçeden Türkçeye çeviriyorum. Misal Sefiller, çakma bir yayınevine o kitabın iyi bir çevirisinden cümlelere takla attırarak, gereksiz uzun betimlemeleri de atarak yeni ve sadeleştirilmiş çeviriler hazırlıyorum. Tüm Tolstoy ve Dostoyevskileri ben özetledim, diyor. Diyecek bir şey bulamıyorum. Çayımın son yudumunu da içip kalkıyorum masadan. İki yıl sonra öğreniyorum ki, ucuz bir yayınevinin başına geçmiş ve verdiği ilk röportajda yayınevinin bundan sonra 'nitelikli iş yapacağı' sözünü vermiş. Nitelik kelimesinin anlamını Türkçeden Türkçeye yeniden sadeleştirerek aktarırken hayal ediyorum onu.
Üsküdar'da attar
Kimlere eski dostum diye hitap ederiz? Dostluklar nasıl sağlıklı bir şekilde eskir ki? 40-50 yıl süren, sürebilen dostluklar mesela. Sadece insanlarla mı? Konya'da bir meczup tanımıştım. Alaaddin Camii'nin en eski dostu olduğunu söylerdi sürekli. Mekânlarla ve yapılarla kurulan dostluklar da baki elbette. Geçenlerde bir fuarda gördüm, Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı kitabı 17'nci baskısını yapmış, sessiz sedasız. Kütüphanemden en çok yürütülen kitap. Çaktırmadan ya da çaktırarak alınan ve bir türlü geri gelmeyen… Oysa kitabın anlattıkları başka bir zamanın insanları ve halleri. Kitabı benden yürütenler o insanlara benzemeyenler ama benzemek isteyen arkadaşlar. Peki neden kaçırılıyor bu kitap benden? Adı, kapağı, yazarı yüzünden mi? Bilemiyorum. Bildiğim, bazı kitapların tanıtıma, reklama ihtiyacı yok. Kendi kendine oluşan bir ilgi sayesinde okurlar o reklamın âlâsını yapıyor.
Her şeyi sevelimciler
Orta düzey bir reklam ajansında çalışıyor. Yoğun çalıştığı için her sene iki tane yurtdışı seyahate ihtiyaç duyuyor. Ama özellikle Yunan Adaları... Rakının en iyisi oradaymış. Her Cumhuriyet Bayramı'nda Mustafa Kemal'li profil resmine rakı ile kaldırılan eller eşlik ediyor. Bu aralar tasavvufa merak sarmış ama içinde mesela namaz ve oruç olmayan bir tasavvuf. Yeni bir 'ekol'müş bu. Her şeyi sevelimcilerden. Başlarındaki adam tüm Ihlara Vadisi'ni ekolün içine sığdırmış; çok geniş yürekli biri belli ki! Gnostik Hıristiyanları da ihmal etmemiş bu arada. O kültürü alıp buna çarpıyor, bunu alıp öbürüne… Bizimkinin aklı karışmış tabii. Üveysiliği soruyor bana. Haydaaa! Diyorum. Kanı bile sana uygun olan gruptan alırsın. Sen önce namaz kılmayı öğren diyorum. Doğal olarak kızıyor. Bir sonraki görüşmemizde, ekolün başındaki zatın Hızır'dan ders alan biri olduğunu söylüyor.