Hiç kimse olamamışların tarihi
Eduardo Galeano öyle nevi şahsına münhasır bir yazardı ki kendisini en iyi tarif eden sözü yine kendisi söyledi, başkasına bırakmadı bu işi. Yine de sevgili dostu John Berger dayanamadı ve bu sözü başka bir biçimde yeniden üretti: "Galeano bir unutkanlık düşmanı. Suçlarımızı unutturmadığı için ona minnettarız."
Berger'in 'suçlarımızı' vurgusu mühim. Modern zamanların doymak bilmeyen 'hız' tutkusu gündelik yaşamımızı, psikolojimizi, alışkanlıklarımızı değiştiriyor, evet ama en çok darbeyi 'hafıza' yiyor. Çünkü düşünmek ve hatırlamak vakit ister. O da giderek elimizden alınıyor ve insanın karanlık tarafının sınırlarına dair bildiklerimiz çaya düşen şeker gibi hızla eriyor.
13 Nisan 2015'te akciğer kanserinden hayatını kaybeden Eduardo Galeano, 1940'ta Uruguay'ın başkenti Montevideo'da doğdu. Hayatını kazanmak zorunda olan herkes gibi, yapmadığı iş kalmadı. 14 yaşındayken El Sol dergisi için politik bant karikatürler çizmeye başladı. Çocukluğundan beri en büyük aşkı futboldu ama iyi bir oyuncu değildi, bu yüzden de iyi bir yazar olup harikulade futbol yazıları yazdı.
1960'larda başladığı gazetecilik, Galeano'nun yazarlık yaşamının da dönüm noktası oldu. Birçok söyleşisinde akıcı üslubunu ve az kelimeyle çok şey anlatabilme becerisini gazeteciliğe borçlu olduğunu söyledi. Askeri darbe 1973'te Uruguay'da taş üstüne taş bırakmadığında siyasi sebeplerden ötürü vatanını terk etmek zorunda kaldı ve bir süre Arjantin, İspanya gibi ülkelerde yaşadı. Büyük bölümü Türkçeye de tercüme edilen 20 kadar kitap yazdı.
Eduardo Galeano'nun 'Neredeyse Evrensel Bir Tarih' alt başlıklı kitabı Aynalar, yazarın unutkanlığa karşı açtığı savaştaki en büyük silahlarından biri oldu. İnsanlığın başlangıcına ait efsanelerle başlayan kitap, 600 civarında kısa denemeyle 'neredeyse' evrensel bir tarih anlatısı sunuyor okuruna. "Adem ile Havva, sınıfların ortaya çıkışı, şarabın tarihi, eski Çin, antik Mısır, Yunan uygarlığı, olimpiyatların başlangıcı, Amazonlu kadınlar, Mayalar, Aztekler, Büyük İskender, Homeros, Hz. Muhammed, Mozart, Tesla, Fidel Castro, Che, Maradona, Muhammed Ali, Alan Turing, Stalin, Lenin, Hitler, şehir trafiği, Ganj nehri" diye uzayıp giden, Galeano'nun enfes tasvirleriyle süslü denemeler silsilesi, insanlık tarihinin edebi bir lezzet olarak da sunulabileceğinin sıkı bir nişanesi. Aynı zamanda, yazarın kendi tarifiyle "gölgede kalmışların, hiç kimse olamamışların" en uzun hikâyesi.
Unutkanlıkla olan mücadelesinden başka, Galeano için kullanılan en yaygın ikinci sıfatsa 'dünyanın vicdanı'. Zira Uruguaylı kalem, konu ne olursa olsun 'önce adalet ve eşitlik' kuralına sıkı sıkıya bağlıydı. Bundan dolayı da bugün birer ezber halini almış ne varsa hem doğrusunu gösterir, hem de tatlı tatlı, alametifarikası olmuş bir üslupla alay ederdi. Yunan demokrasisiyle olduğu gibi…
"Yunanlar birbirini öldürmeye bayılırlardı ama savaşmanın dışında başka sporlarla da ilgilenirlerdi.
Yarışmalar Olimpia kentinde düzenlenirdi ve Yunanlılar olimpiyatlar boyunca savaşları bir süreliğine unuturlardı.
Hepsi çıplaktı: Koşucular, cirit ve disk atanlar, atlayanlar, boks yapanlar, güreşenler, at binenler ya da şarkı söyleyerek yarışanlar. Hiçbirinin ayağında marka ayakkabılar yoktu, sırtlarında da ne son moda formalar ne de kendi parlak tenleri dışında başka bir şey olurdu.
Şampiyon olanlar madalya almazlardı. Defne dalından yapılan bir taç, birkaç testi zeytinyağı, ömür boyu bedava karnını doyurma hakkı ve halkın saygısıyla hayranlığını kazanırlardı.
İlk şampiyon Korebus adında biriydi ve hayatını aşçılık yaparak kazanıyordu. Şampiyon olduktan sonra da aynı işi yapmaya devam etti. İlk olimpiyat oyunlarında bütün rakiplerinden ve korkunç kuzey rüzgârlarından daha hızlı koştu.
Yunan olimpiyatlarına kadınlar, köleler ve yabancılar hiçbir zaman katılmadılar.
Aynen Yunan demokrasisine katılmadıkları gibi."
Aynalar, bir deneme değil de tarih kitabı olarak anılabilir mi? Bence evet, hatta daha da fazlası, Aynalar 'kesinlikle' bir tarih kitabı niyetiyle okunmalı. Savaşlardan, imparatorluklardan, göçlerden vs. bahseden ciltler dolusu ansiklopedi, akademinin küçük odalarında gecesini gündüzüne katan değerli hocaların ciddi yüzleri kimseyi aldatmasın; tarih deney tüpleriyle değil, kurguyla yazılıyor. Bir akademisyenin tarih yazmasıyla bir edebiyatçının roman yazması arasında pek az fark bulunuyor. Çünkü tarihçiler, 'gördüklerini' değil, okuduklarından ve duyduklarından hareket ederek 'inandıklarını' yahut 'insanları inandırmak istediklerini' yazarlar.
Toplumların, varoluşlarına anlam katmak için kullandığı birinci enstrüman olan tarih, yukarıda yazdığım sebeplerden dolayı daima şüphelidir. 'Resmi tarih' ifadesi de bu şüphenin bir ürünü zaten. 'Aşırı derecede kahraman ile inanılmaz biçimde korkak' arasındaki münasebetlerin hikâyesi de tarih diye sunulabiliyor önümüze. Bu durumda insan bir tercih yapmak, tüm bu 'kurgucuların' içinde birine güvenmek zorunda. Tıpkı onların da eserlerini oluştururken birilerine yahut bir şeylere güvendikleri gibi.
Galeano'yu milyonlarca okur için değerli kılan şeyin bu güven duygusu olduğunu düşünüyorum. Çünkü Galeano, bize ait bir deyimle 'kimseye eyvallahı olmayan' bir adam. Dolayısıyla bir tarafı yüceltip bir başka tarafı gizlemek gibi dertleri yok. Yanılabilir, evet ama 'bilerek' yanıltmaz; "Bunlar bugünün değerli, itibarlı şahsiyetleri, iyisi mi etraflarından dolanayım" demez. Houston ve Austin gibi…
"Antonio Lopez de Santa Anna, 1833 ve 1855 yılları arasında tam on bir kez Meksika devlet başkanı oldu.
O dönemde Meksika Teksas'ı, Kaliforniya'yı, New Mexico'yu, Arizona'yı, Nevada'yı, Utah'yı, ve Colorado'yla Wyoming'in önemli bölümünü kaybetti.
Meksika 15 milyon dolarlık mütevazı bir fiyat ve gerçek sayısı hiç bilinmeyen miktarda yerli ve melez asker ölüsü karşılığında topraklarının yarısını kaybetti.
Budama, o zamanlar adı Tejas olan Teksas'tan başladı. Orada kölelik yasaklanmıştı. Zenci köle sahipleri olan Sam Houston ve Stephen Austin köleliği geri getiren istilaya liderlik ettiler.
Başkalarının toprağını çalan bu hırsızlar şimdi özgürlük kahramanı ve vatanın itibarlı kişileri. Sağlık ve kültür hizmetleri onların isimlerini taşıyor. Houston ağır hastalara şifa ve teselli dağıtırken, Austin entelektüellere ışık saçıyor."
Bir de ayna meselesi var tabii. Doğu kültüründe de Batı kültüründe de ayna, sadece bir ayna olarak ele alınmadı hiçbir zaman. Çoğu kez 'hakikati olduğu gibi yansıtmanın' sembolü olarak kullanıldı.
Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin çok hoş bir ayna hikâyesi var. İbrahim Hakkı hazretleri, Tillo'da kendisini yetiştiren hocası Fakirullah hazretlerinin 1734 yılında vefat etmesinin ardından çok üzülmüş ve "Hocamın başucuna doğmayan güneşi neyleyim" diyerek arayış içerisine girmiş. Fizik, geometri, astronomi gibi ilimlerle de ilgilenmiş olan İbrahim Hakkı hazretleri, hocasının türbesinin yanına içinde ayna olan bir kule, 2.5 kilometre uzağındaki tepenin üzerine de taş bir duvar yapmış.
İbrahim Hakkı hazretlerinin tasarladığı bu düzeneğin en ilginç tarafı, yalnızca ekinokslarda işliyor olması. 21 Mart ve 23 Eylül günlerinde doğan güneşin ışınları, önce duvarın ortasında bulunan pencereden süzülüp kuledeki aynaya yansıyor, sonra da türbeye ve oradan da İsmail Fakirullah hazretlerinin başucuna doğuyor.
Galeano'nun kitabına Aynalar ismini vermesinde, aynanın hakikatle ilişkili en güçlü simgelerden biri olmasının payı var diye düşünüyor; ve sözü son kez 'dünyanın vicdanına' bırakıyorum:
"Barış ve adalet haykırarak doğan yirminci yüzyıl, kanın içinde boğulmuş olarak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında.
Yine barış ve adalet haykırarak doğan yirmi birinci yüzyıl da önceki yüzyılın izinden gitmekte.
Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay'a gittiğine inanıyordum.
Ne var ki, Ay'a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları, ne tutulmayan vaatleri, ne de kırık umutları buldular.
Eğer bunlar Ay'da değilseler, neredeler o zaman?
Yoksa dünyada kaybolmadılar mı?
Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?"