Erich Ludendorff'un gördükleri ve yaşadıkları
I. Dünya Savaşı sırasında Genelkurmay İkinci Başkanlığına kadar yükselen Ludendorff, o dönemin diktatörü olarak anılıyordu. Almanya'da 1919'da yayınlanan hatıraları, Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı'nca Türkçeye çevrilerek üç cilt olarak eski harflerle basıldı. 1920 yılında yapılan çeviri, DBY Yayınları tarafından Latin harflerine çevrilerek günümüz Türkçesine uyarlandı. Toplam 750 sayfa olan kitap, I. Dünya Savaşı'nın en etkin isimlerinden birisi olan Ludendorff'un bütün bir savaşı cephe cephe anlattığı, kendi fikirleriyle yorumladığı geniş bir kaynak niteliğinde. Henüz yeni Balkan Harbi'nden çıkan Osmanlı'yla birlikte savaşmaktan memnun olmayan Ludendorff, kitapta sık sık Almanya'yı cihan devleti yapma hayallerinden bahsediyor.
Savaştan sonra siyasetle de ilgilenen Ludendorff, başarısızlıkla sonuçlanarak Hitler'in hapse girmesine neden olan fakat küçük bir parti olan Nazi Partisi'nin ülke çapında tanınmasını ve böylece ileriki yıllarda Hitler'in iktidara gelmesini sağlayan Birahane Darbesi'nin fikir babasıydı. Almanya'da bir savaş kahramanı olarak görülen Ludendorff, bu olayın ardından yargılanmış fakat hapse atılmamıştır. 1925 yılında başkanlık seçimlerine giren Ludendorff, umduğunu bulamayınca siyasetten uzaklaşmış ve inzivaya çekilmiştir.
Kitapta uzun uzun kendi askeri becerilerini, zorluklar içerisinde Almanya'nın geleceği adına verdiği kutsal mücadeleyi anlatan Ludendorff, felsefesini "Yalnız nizam, intizam, kuvvet ve kudret taraftarıyım" cümlesiyle özetliyor. "Genç bir subay iken doğrudan hayat mücadelesine atıldım ve hayata karşı neşe ve cesaretim hiçbir vakit kırılmadı" diyen Ludendorff'un, hayata karşı neşesinin savaş meydanlarında açığa çıktığını görüyoruz. Liege kuşatmasını anlattığı bölüme şöyle başlıyor: "Bu kaleye yapılan hücum askeri hayatımın en sevimli bir hatırasını teşkil eder. Bu hücum benim, cephede vazife yapan bir asker gibi muhabereye iştirak edebildiğim ilk ve neşeli bir işti."
1914 Ağustos'unda Belçika'nın Liege şehrini ele geçiren Ludendorff, burada yaşanan savaşın ardından 'Belçika zulmü' diye tamamen hayali bir suçlamayla karalandığını anlatıyor ve son derece insani davrandığını vurguluyor. Hatta savaş meydanındaki kibarlığını abartarak, Liege kuşatması esnasında bir kaleyi ele geçirişini şöyle anlatıyor: "Vardığımda orada hiçbir Alman askeri yoktu. Kale henüz düşman elindeydi. Kapalı olan kapıyı çaldım. Kapı onlar tarafından açıldı. Birkaç yüz Belçikalı, talebim üzerine bana teslim oldular."
Ciddi bir savaş fanatiği olan Ludendorff, insanlığın o güne kadarki zihniyetinin barışa müsait olmadığını, barış için öncelikle insan zihniyetinin değiştirilmesi gerektiğini savunuyor ve o günün ortamını şöyle yorumluyor: "Sulh fidanının kılıca karşı hiçbir direnme gücü yoktu." Alman hükümetinin savaşma azmini yeterli bulmayan Ludendorff, hatıralarının birçok yerinde kendisini devlet yöneticilerinden üstün gördüğünü açıkça belirtiyor ve herkesin kendisine karşı bir tür komplo içerisinde olduğunu düşünüyor: "Ne siyaset adamları ne de siyasi fıkralar ile hiçbir zaman alakadar olmadım. Milletin harp azmini çoğaltacağına, sürekli anlaşmadan bahseden fırkalar, başkumandanlığın taleplerini kabul etmiyorlardı. Hükümet de böyle düşünüyordu. Buna bağlı olarak gerek hükümet ve gerekse çoğunluk fırkaları, alttan alta, benim askeri zihniyetimi, azim ve meramımı kırmak hususunda birleşmiş idiler."
Ludendorff, aynı zamanda ilk kimyasal savaş olan I. Dünya Savaşı'ndaki zehirli gaz kullanımına da hatıralarında değiniyor. Askerlerin gazı kullanmayı öğrenemediklerini ve bu yüzden kendi ordularına zarar verdiklerini anlatan Ludendorff, rüzgârın bazen zehirli gazın yönünü değiştirdiğini ve Alman askerlerinin attığı gazların yine Alman askerlerini öldürdüğünü anlatıyor: "Zehirlenmeden dolayı feci kayba uğradık, zaten kıtaların gazla arası hiç hoş değildi."
Ludendorff, Almanya'nın I. Dünya Savaşı'ndaki yenilgisini büyük oranda İtilaf Devletleri'nin uyguladığı propagandanın etkinliğine bağlıyor. "Tarafsız ülkeler bizi bir nevi mağlubiyet ablukasına aldılar. Tarafsız milletlerin ruhuna giden yol bize karşı kapandı. Biz ne yaptıksa haksız, İtilaf Devletleri ne yaptıysa manen doğru ve haklı görülüyordu. Almanya dünyaya zulmediyordu, fakat İtilaf Devletleri'nin siyaseti gerçek ahlaki maksatları takip ediyor ve dünyanın saadet ve hürriyetini hedefliyordu. Propaganda İngiltere'nin elinde eski ve kudretli bir silahtı." diyen Ludendorff, basının ne kadar etkili bir güç olduğunun da farkına vardığını anlatıyor: "Yalnız başkent gazeteleri değil vilayet basını da dâhil bütün basının önemini çok iyi anladım." Propagandanın önemini hatıralarının birçok yerinde uzun uzun anlatan Ludendorff, İngiltere'nin bu konuda örnek teşkil edecek çalışmalar yaptığını söylüyor. Hitler'in de kahramanlarından biri olmasıyla, Ludendorff'un bu yazdıklarıyla II. Dünya Savaşı sürecine de bir anlamda yön verdiği söylenebilir.
Savaşta iki oğlu ölen ve "Harp benden hiçbir elem ve kederi esirgemedi" diyen Ludendorff, savaşın ardından Almanya'nın düştüğü duruma çok üzülse de geleceğe dair umutlarını kaybetmiyor. Alman milletine bir dizi öğütte bulunduktan sonra hatıralarını şöyle bitiriyor: "Bu derin uçuruma düştükten sonra Almanya'nın azameti ve mefkûresi uğrunda hayatlarını kaybeden ve şimdi vatanda yokluklarını hissettiren kahramanları hatırlayarak, tekrar Alman olmayı ve Alman olmaktan gurur duymayı öğrenelim." Ve kitabın sonuna eklediği şu cümleyle, belki de kendisini suçlayanlara bir mesaj vermek istiyor: "Tanrı böyle istedi!"