Montesquieu'nun kayıp mektupları
Kader konusunda iki görüş:
Rahşan hanım ve
Abdurrahman bey
Kader, cezaevlerini boşaltarak yer açmak ve belki biraz da para tasarruf etmek isteyen siyasetçi tarafından icat edilmiş bir kavramdır dersek, çok yanlış olmaz. Hatta bu konudaki güvenilir kaynaklar, mucitler arasında rahmetli Bülent Ecevit'in değerli eşi Rahşan Ecevit hanımefendinin bulunduğunu bile söylerler. Tarihe "Rahşan Affı" olarak geçen, 4616 sayılı "Şartla Salıverme ve Erteleme Yasası", 22 Aralık 2000'de çıkartılmıştı.
Her ne kadar af yasasının çıkartılmasında, gerçek etken, cezaevlerinde sürdürülen ölüm orucu eylemlerini sona erdirme arzusu idiyse de Rahşan Hanım, eşine çıkarttırdığı bu yasayı "kader mahkumları" için hazırladığını söylemişti.
O tarihten beri Türk Dili ve Edebiyatı'na "kader" kavramı "mahkûm" kavramı ile irtibatlı ve iltisaklı bir tarzda girmiş bulunuyor.
Gerçi ilahiyatçılar, toplumbilimciler ve tarihçiler, 14'üncü yüzyılda yaşamış olan Veliyiddin Abdurrahman ibn Muhammed ibn Ebu Bekir Muhammed ibn El Hasan'ın (ki biz kendisine, dedesinin adıyla, kısaca Haldun'un Oğlu anlamında "İbn Haldun" diyoruz), "kader" kelimesinin icadı payesini Rahşan Hanım'ın elinden aldığını söylerler ama ülkemizde bilim siyasetin birkaç adım gerisinden geldiği için biz kader kelimesini mahkûm kelimesine bağlama şerefini milletçe elimizde tutmaya devam edeceğiz.
İbn Haldun, kişilerin geleceğini belirleme işlevini elbette Allah'a veriyor, ama bunu yaparken daha çok İslam felsefesinde geçerli "sebeplere tevessül etme" anlayışından hareket ediyor. Aslında Rahşan hanımdan farklı bir iş yapmıyor. Rahşan hanım o zamanki demeçlerinde geçen "garipler" ifadesiyle, bazı kişilerin kendi geleceklerini belirleme çabasında kendilerinin değil, kendi dışındaki faktörlerin etkili olduğunu söylüyordu. İbn Haldun da sadece kişilerin değil, koca koca aşiretlerin ve hatta devasa kentlerin ahalisinin geleceklerinin adeta kendi dışlarında, kendi iradelerine rağmen, başka faktörler tarafından belirlendiğini öne sürüyordu.
Rahşan hanım, bilinçli bir tarzda kelimelere dökmemekle birlikte, bu faktörler arasında, hatta en başında, sosyal (ve onun bir parçası olarak, ekonomik) ilişkileri sayıyordu; ama o kadar.
Kafanı dağıtma!
Elbette Sayın Rahşan Ecevit'i bir İbn Haldun derinliğinde analiz yapmadığı için suçlayacak değiliz ama Kadı Abdurrahman (insan 20 yaşında mahkemeye yargıç olarak atanırsa, elbette ömür boyu "kadı" diye anılır), o zaman geçerli olan bilim anlayışına göre, bilimin her dalında eğitilmişti. O zamanın bilim anlayışı esasen tek bir bilim varsayıyordu. Şimdiki gibi biyoloji, sosyoloji, tıp, astronomi, kimya, ilahiyat, mantık, iklim-bilim, dil-bilim gibi kimine göre ikiye, kimine göre dörde, hatta modern tasnif sistemlerinde 10'a ayrılan dallarda 16 ayrı bilim "alanı" yoktu.
İlim tekti, onu insana Allah öğretirdi; sen okumaya Tevrat, İncil veya Kuran ile başlardın; sonra da gidebildiğin kadar giderdin. Kimi o dalda, kimi bu dalda daha çok okuma yapardı; ama sonuçta hepsi "âlim" (bilim insanı) sayılırdı. Rahşan hanım -Allah uzun ömür versin- 1923'te doğup, ilk, orta ve liseyi Ankara'da okumuş ve Robert Koleji iyi derece ile bitirmişti. Elbette o zamanların lisesi ile bugünün üniversitesi bile karşılaştırılamaz ama yine de bir İbn Haldun eğitimi görmemişti.
İbn Haldun'un zamanında insan "Ben felsefeci olacağım. O hâlde felsefe kitapları okuyayım; tıp ile ilgilenmeyeyim" demezmiş. Nitekim İbn Haldun, İbn Sina'nın tıp ve tababet felsefesi kitaplarını da okumuş, İbn Rüşd'ün mantık, felsefe ve dil bilimi kitaplarını da. (Şimdi öyle bir şey yapsanız, önce tez danışmanınızdan iyi bir azar işitirsiniz, "Kafanı dağıtma!" diye…)
Neyse, dönelim kadere. Mahkeme yargıcı olarak atandığına göre, Kadı Abdurrahman, bugünkü ifadesiyle hukukçu muydu? Hayır. Peki neydi? Tarih Felsefecisi. Peki, birileri onun sosyolojinin kurucusu olduğunu neye dayanarak söylüyorlar? Elbette bugünkü anlamıyla toplumbilimsel analizler yapmasına dayanarak. Bu tür analizleri ondan önce yapan olmadığına (yaptı ise de buna dair bir kitap yazmadığına) göre, İbn Haldun sosyolojinin de kurucusu olmuş oluyor.
İlim böyle tek kökenli olunca, âlim de çok yönlü olabiliyor ve istediği alanda derinleşebiliyordu. Nitekim İbn Haldun'a da kimse "Sen yargıç kadrosundasın; tarih, felsefe, sosyoloji gibi işlere karışma!" dememiş olmalı ki, hayatının daha ileri dönemlerinde de zaman zaman yargıçlık yapmakla birlikte, bugün tarih felsefesi, sosyoloji ve siyaset bilimi alanlarında kurucu olmasını sağlayan okumalar yapmış, eserler yazmıştır.
İbn Haldun hakkında çok kitap yazılmış, çok makale kaleme alınmıştır ama kendisi bütün bu bilimleri başlatan sadece bir büyük ve altı küçük kitap yazmıştır: Ders Kitabı (Kitab al-Ibar) gibi iddiasız bir başlık taşıyan bu büyük kitabın elimizde "Giriş" kısmı ile altı bölümü bulunuyor. Ama ne giriş! (İbn Haldun Üniversitesi Yayın Bölümü başkanı Savaş Tali zaman zaman yeni yazmaların bulunduğunu ve sayının arttığını söylüyor.)
Batı dillerine Prolegomena adıyla çevrilen bu eser hakkında 2270 adet (Google'da endeksli) kitap var. Yüksek lisans ve doktora tezlerinin sayısı on binlerle ölçülüyor.
Kadere dönelim diyoruz ama galiba yazının kaderinde kadere dönememek var! Kader dedik, İbn Haldun'a göre, "önceden belirlenmiş" olmakla birlikte, ancak olduktan sonra "kadermiş" diye anılabilir; Rahşan hanım ise, bütün Türk filmlerinde olduğu üzere, olmadan önce de kaderi kader sayıyor. İbn Haldun, belirleyicilerin varlığına işaret ediyor; ama bu belirleyicilerin ne kadar belirleyici olacağını asla önceden belirlenmiş saymıyor. Belirleyici faktörlerin belirleme fonksiyonu belirli değil! Belirleyici olabilecek şeylerin belirleyici olması için belirli sebeplerin olması, hazır bulunması ve insanın (ya da toplumun) bu sebeplere tevessül etmesi gerekli.
"Kim kaderci?"
Kişinin kader mahkûmu olması, Rahşan hanıma göre, elinde değil. Yani kader mahkûmu olacaksan olursun. İbn Haldun'a göre bu mahkûmiyet, önceden belirlenmiş değil; bir ölçüde yaşadığın yerin havasına suyuna, yılda düşen ortalama yağmur miktarına ve aldığın gıdanın ne kadar hayvansal ne kadar bitkisel protein içerdiğine bağlı. Garip ama öyle!
Rahşan hanıma (ve 18'inci yüzyılın sonlarından bu yana birçok aydına) göre, yaşadığınız sosyal çevre sizin kadere mahkûmiyetinizi size rağmen belirliyor; sizin bunu değiştirmek gibi bir imkânınız yok. Kendilerinden bu kadar "kadercilik" beklenmeyecek bu grubun bazıları agnostik (bilinemezci), bazıları doğrudan nihilist ve hatta ateist olan modern, hatta post-modern çağdaş aydın olan üyelerinin zorunlu bir sonuçlanma fikrine kapılmaları şaşırtıcıdır. İbn Haldun gibi, sonuçta "İslam âlimi" olan bir kadının, her şeyi ile bağlı olduğu Allah inancının yanında, kişilerin meslek seçimi gibi mikro bir konudan, ulusların geleceği gibi makro bir konuya kadar, sosyolojiyi, hukuku, felsefeyi iklime, gıdaya, havaya bağlaması daha az şaşırtıcı değil tabii.
Şimdi o zaman soralım bir daha: Kim kaderci? Kim dünya olaylarını dünyaya ait sebeplerle açıklıyor? Kim, insanın elini kolunu bağlı sanıyor; kim insana en geniş anlamda belirleyicilik atfediyor? Tabii eli-kolu bağlı insan, bir noktada çaresizdir ve o ölçüde de masumdur. Hele kendi kararıyla, kendi tercihleriyle değil, bilemediği bir şeylerin, tanımadığı kimselerin, yani onların eylemleri sonucu suça itilmişse, eh artık bu durumdan utanacak olan kişinin kendisi değil kaderidir.
Oğuz Atay'ın "Tutunamayan" kahramanları, Selim Işık, Turgut Özben, Süleyman Kargı, Metin Kutbay, Nermin Özben ve Günseli Ediz'in dönüp-dönüp; "Bat dünya, bat!" demeleri boşuna değil. Suçlu Rahşan hanımın garip-gurebası değil, onları bu kadere mahkûm edendir. O, her ne ise?
Cem Karaca'yı delirten şeyler, garip-gurebaya da suç işletiyor olabilir mi? Örneğin, "kırmızı ışıkta geçen şoförler, boşverli türküler, denize düşen uçaklar" vs? Hatta "Napolyon, Sezar ve Hitler"? Eh böyle olunca, bu insanları ve şeyleri tutup mahkemeye çıkartamayacağına göre, bunların delirttiği, katil veya hırsız ettiği kişileri masum sayıp, kaderi mahkûm edip işin içinden sıyrılmak daha kolay değil mi? Hem kolay hem de daha merhametli. Daha insancıl.
Ne hikmetledir bilinmez, İbn Haldun, belirleyici faktör olarak son derece seküler laik bir analizle, kentlilerin, köylülere göre daha uygar olmalarından tutun, gelenek görenek ve giyim-kuşama kadar bir yığın dünyevi sebep sıralıyor. Hava, su… Sıcak-soğuk… "Eğer beğenmediğin bir durum varsa başka iklime gitseydin" demek, kaderi değil, irade sahibi insanı sorumlu tutmak daha az mı insancıl?
Hiç sanmam…