Şaşkın Kerteriz Ekim 2016
Dahiliye bölümünde bekliyorum. İnsan Çapa'ya gelince rahatlıyor. "Oh be yalnız değilim, bak benim gibi bir sürü hasta daha var" diyorsun. Çapa hantal bir hastane ama her şeyin uzmanı burada. Derin bir sosyoloji işliyor Çapa'nın koridorlarında. Ağlayan ve gülen insanlar, intörnler, sağı solu sargılılar... Dev bir organizma yaşıyor her gün burada. Aç karnına kan verip poğaça aldım. Vişne suyunu da katık ettikten sonra poğaçanın yanına, telefonun müzik sisteminden bir jazz şarkısı açtım. Son ses dinliyorum. Karşı kaldırımda bir amca bir süredir beni kesiyor. 60 yaşlarında. Saçları çok güzel ağarmış. Hatta bazı yerler sigara dumanından sararmış bile. Bana bakıyor. Sonra çok yavaş adımlarla yanıma süzülüyor. Eliyle kulaklığımı çıkarmamı işaret ediyor. Aramızda şu garip konuşma geçiyor: "Selamünaleyküm. Aleykümselam. Sen bizim oraların adamlarına benziyon. Sizin oralar nereler. Gırşehir. Yok ben Karadeniz'denim. Ne dinliyon. Duke Ellington diye bir abimizi,
sizin oraların adamları gibi, bir nevi Hacı Taşan. O senin Duk de mi kara düzen çalıyo. O da bir nevi kara düzen." Bir süre susup bir sarma sigara ateşliyor. Bu sefer sorma sırası bende: "Senin hastalık ne emmi? Ciğerler bitmiş bende. E niye sigara içiyorsun hâlâ. E zaten bitmiş, içmeyek de napak, senin hastalık ne yeğen. Bilmiyoruz daha bakıyorlar. He baksınlar, kötü bir şey de çıksa bir, çıkmasa da bir. Naptın emmi, canlı canlı gömdün bizi. Ölüm yok mu sonunda…" Yanımdan kalkıp gidiyor, biten sigarasıyla yenisini ateşleyerek. Çevreme bakıyorum. Modern tıp yanımdaki adamın midesini almış başka organından mide yapmış. Anlatıyor kızına. Çok iyiymiş şimdi. Evet modern tıp her vehmimize, her hastalığımıza bir çare uyduruyor ya da buluyor bir şekilde. Ama o amcayı sadece teskin etmeyi başarıyor. Ölüm yok mu sonunda… Burada isyan yok. Derin bir kabulleniş var. Bir arkadaşı bekler gibi. Önce selamını almış, sonra kendisi gelecek. Beraber geçecekler ırmağı.
Başbakanlık Basın Müşavirliği'ne...
Milli Görüş yıllarından beridir ne yazık ki böyledir. Bizim çocuklar sahada savaşırlar ama geride ekmeği çalışmalara hiç katılmayanlar yer. Refah-yol zamanında SSK'ya memur alımı gündeme geldiğinde gençlik kolları olarak bir liste hazırlamış ve işsiz, ihtiyaç sahibi arkadaşlarımızı ilk sıraya yazmıştık. O liste yırtılmış, daha önce teşkilata hiç uğramamış insanlar işe alınmıştı bir şekilde. Sonra malum süreç, parti kapatıldı. Polis partinin eşyalarına el koymaya kalktı. O işe alınmayan gençler tehlikeyi göze alarak partinin eşyalarını gece 3'te bölüşüp evlerine taşıdılar, yeni parti kurulduğunda da geri getirdiler, sanki 'beytülmal'ın emanetini saklar gibi. O çocuklar 15 Temmuz'da da meydanlardaydılar.
Halil Kantarcı
Ramazan. Arkadaşlarla sahur yaptık. Gecenin geç bir saati eve dönüyorum. Tam o köşede karşılaşıyoruz onunla. Gülümsüyor. Sarılıyoruz. Ortak bir tanıdığımızın adı geçiyor. Bu sene onlara gideceğini söylüyor. Selam söyle diyorum. Belki ben de o tarihte memlekette olurum diyorum. Çok iyi olur diyor. Çay içeriz, sohbet ederiz. O çay hiç içilemiyor.
Her Günün Rutini
35'ine daha yeni bastı. Her gün annesiyle telefonda konuşup kavga ediyor. Temel mesele hâlâ o çocukla evlenmemiş olması. Sonra ablasını arıyor. Hep çocuğun çok içtiğinden şikâyetçi. Ama çok güzel içiyormuş. Bir ara seninkini dövmeye bile kalkmış ama o kadar karizmatikmiş ki. Ablası muhtemelen olanlar karşısında şaşkın diyeceksiniz. Yoo. Konuşmalardan ablasının da kardeşine katıldığını anlıyorum. Ablasından sonra o çocuğu arıyor. Akşama nereye gideceklerini tartışıyorlar önce. Bu baya uzun sürüyor. Sonra eş dost kritiğine geliyor sıra. Bir ara sesi yükseliyor kızın. Sonra 'aşkım' diyerek sakin sakin sessiz sessiz bir şeyler söylüyor. Ardından annesiyle ya da ablasıyla ilgili bir şeyler anlatıyor. Uzun sevgi cümleleriyle son buluyor görüşme. Her günün rutini bu. Muhtemelen evlenecekler o çocukla. Birinci sene her şey normal. İkinci seneye eskiyen koltuk takımları gibi eskiyecek bir şeyler. Olsun, yenisini alacaklar. Sadece koltukların değil, duyguların da. Bazı şarkılarla, bazı müsekkinlerle onaracaklar duyguları da. Bu böyle sürüp gidecek.
Şalvarlı ve Doktor
Otobüsün içinde birden bayılıyor. Herkes yanına koşuyor. Kalabalığın arasından bakıyorum. Herkes bir tanı koymak peşinde. Birden o geliyor. Sakalları çok uzun ve şalvarlı. Ben doktorum, açılın diyor. Herkes şüpheli bakışlarla ona bakıyor. Sihirli kelime yetmemiş olacak ki, kızıl saçlı yaşlı kadın doktora kimliğini soruyor. "Şu an kimliğim mi önemli yoksa bayılan kızın mı?" diyor doktor. Kadın şaşkın. Doktor kızın nabzını kontrol ediyor. Sonra telefonundan ambulansı arayıp belirtilerin kalp krizini andırdığını ifade ediyor. İlk müdahalesini yapıyor ve ambulans gelince de kızıl saçlı kadınla birlikte araca binip uzaklaşıyor. Arkamda münasebetsiz yorumcu bir ses; "Hem doktor hem de şalvarlı. Bir doktor neden şalvar giyer." Arkama dönüp 7,65 mermisi şiddetinde bakıyorum. Susuyor.
The Straın
Vampir dizilerine öteden beridir bir düşkünlüğüm var. Hatta sadece vampir dizileri de değil, tüm distopyalara. The Strain yeni bir vampir dizisi. Hem de distopik bir vampir dizisi. Önceki vampir dizilerine hep bir yerde başlayıp bir yerde bıraktım. Mesela True Blood. Eh işte. Çok kişi hatırlamaz ama benim efsanem Buffy The Vampire Slayer'dir. The Vampire Diaries falan hep bir tarafı saçmaya dayanır. The Strain'de nihayet saçmayı aşarak muhteşem bir inandırıcılık katılmış konuya. Tek sorun Efendi diye anılan vampirlerin reisi. Çünkü adam baya baya Ciguli'ye benziyor.
James Clarence Mangan
La ilahe illallah
Kuşlar gibi neşeli uçtuk
Biz: Osman, Emrah ve Perizad
Güldük, şakalaştık ve seyrettik
Şarap, güller… Güldük, türküler söyledik
Bütün unvanlardan vazgeçtik
Altına mücevhere hiç değer vermedik...
La ilahe illallah
Boğaziçi… Boğaziçi…
Bize engel olmadı…
Her gün neşe içinde
Yeşil Boğaziçi'ni
Bir yelkenliyle geçtik.
İrlandalı Milli Şair Mangan'ın
Türkçe Yazdığı Şiiri.