Şaşkın Kerteriz - Temmuz 2016

Şaşkın Kerteriz - Temmuz 2016
Giriş Tarihi: 14.07.2016 11:30 Son Güncelleme: 14.07.2016 11:32
SAYI:26Temmuz 2016
Gözü dünya mı görür âşık-ı didar olanın...

Babası kuyumcuydu, dolayısıyla kendisi de bu mesleği seçti. Çevrenizde kuyumculuk yapan biri varsa eğer sorun, muhakkak babasından devralmıştır bu mesleği. Arkadaşlarımız arasındaki en mutlu kişiydi kendisi. Yok yok, mutluluğunun ailesinin zengin olmasıyla bir ilgisi yok. Doğuştan gülümseyen bir siması vardı. Yıllarca da o gülümsemeyi hep korudu. Siyasete hiç ilgi duymasa da babasının marifetiyle özel bir üniversitede siyaset okudu. Zar zor bitirdi okulu. Şehre döndüğünde babası diplomasını kuyumcu dükkânının duvarına astı. Gidip gelene gösterdi, gururlandı oğluyla. Olaylar hızla şekillendi. CHP il başkanının kızıyla evlendi. Böylece kendisi de siyasete girmiş oldu. Yıllarca zorla okuduğu siyaset yakasını bırakmadı yani. Sonra zamanla aynı partinin il başkanı oldu. Gülümseyen yüzü parti tabelasının arkasına basıldı. Mitinglere katıldı, konuşmalar yaptı. Siyaset de babadan kaldı yani. Sonra bir gün mistik meselelere merak sardı. Tibet'e kadar gitti geldi. Akşamları il teşkilatının lokalinde okey oynarken kendi deneyimlerini anlattı çevresindekilere. Bir gün biosuna Budist olduğunu yazdı, yetinmedi 'Zen Budisti' dedi kendine. Başka bir gün şaman atalarına merak sardı. Kuyumcuyu sattı babası ölünce. Siyaseti bıraktı. Balcılığa başladı. Şimdi her yaz başı petekleri yayla yayla gezdiriyor antika minibüsüyle. Neden balcılığı tercih ettin ki diye sordum telefonda, "Yüzümdeki gülümseme kaybolmasın diye" dedi. Gülümseyip konuşurken…

40 bin

40 bin feet yukarıda Karadeniz'e doğru süzülüyor Boeing 737. Gün batmak üzere. Bulutlarda esrarlı bir kızıl. Koltuk arkadaşım dikkatimi çekince fotoğrafını çekiyorum o kızıl bulutun. Sonra bu fotoğraflar Instagram ya da Twitter'a yüklenecek. Altına da belki özlü bir söz ya da mısra yazılacak. Bazı güzellikleri doya doya seyretmeye vakit bile bulamıyoruz artık. Delirmiş gibi her şeyin fotoğrafını çekiyoruz. Binlerce yüz, sosyal medya platformlarına saçılmış durumda. 40 bin feette derin düşünceler... Uçak inanılmaz bir hızla ilerliyor ve inişe geçiyor. Oysa yerinde sabit duruyor gibi geliyor bana. Pencereden aşağılara, şu minicik varoluşumuza bakıyorum. Her şeyi saçıp savuruşumuza... Dağlar iğne ucu, bulutlara üff desen dağılacak sanki. Sonra hostesle göz göze geliyorum, yüzümdeki endişe bulutunu görmüş olacak ki; "Bir şeyiniz yok değil mi?" diye soruyor. O an ne senin ne benim, diyorum içimden "Hiçbir şeyimiz yok şu akıp giden uçaktan başka." Ve aklıma başka bir Gazali'nin dizeleri geliyor: "Ara sıra yüzünü değiştirip gelmelisin/başka olmak çok yakışıyor sana."

Yannis Ritsos

Biliyorsun, ölüm diye bir şey yok, diyor adam kadına.
Biliyorum, evet, artık öldüğüme göre, diyor kadın.
İki gömleğin de ütülendi, çekmecede,
sadece küçücük bir gül benim özlediğim.

Kendinden habersiz bir arif

Masada bir plan kalmamışsa masayı tersine çevir, derdi. O ideal bir gazeteci değildi elbette, hatta tam anlamıyla bir gazeteci olup olmadığı bile meçhuldü ama olaylara her zaman bilgece bir yaklaşımı vardı. Özellikle gazetecilerin büyük kısmında gözlemlenen, mesleğini abartmak hastalığına yakalanmamıştı. Gazeteciliğin bazen en pespaye meslek olabileceğini bile anlatırdı odasını ziyaret eden tilmizlerine, çömezlerine. Bu yüzden herhangi bir basın cemiyetine üye olmamış ve basın kartı kullanmamayı tercih etmişti. Niye diye sorduğumda, "Suça ortak olmamak için" derdi. O aslında gazeteciliği kullanan bir bilgeydi, daha da ileriye gidersem, kendinden habersiz bir arif bile diyebilirim onun için.

Sabiha

Sabiha Gökçen'e her gelişimde aynı duyguyu yaşıyorum: 'Bu havaalanının adı neden hâlâ değiştirilmez ki?' Havaalanlarında bazen değişik bir ıssızlığa yakalanıyorum erken saatlerdeki uçuşlarda. Sırayla alt kata ilerlerken, insanların soran bakışları bir şeyler anlatıyor bana. Çocukken böyle bir oyun kurmuştuk, otogara gidip insanların yüzünden kader okumak… Bu oyunu böyle bazen devam ettirirken buluyorum kendimi. Önümdeki bekleme koltuğunda bir kız, telefondan karşısındaki şahsa tüm hayatını anlatıyor 15 dakikada. Kendimizden bahsetmek sanırım aynı zamanda bir tür tedavi biçimi de: "Kahvaltıdan çok hoşlanırım." "Nevizade'yi sevmiyorum, ben tam bir Asmalımescit insanıyım." "Maviye bayılırım, evdeki her şeyin rengi mavi olsun istedim bu yüzden." Kendimden bahsederken utanırım oysa ben. Bu kadar 'ben'le n'apacağız bilmiyorum. Üstelik bu 'ben' tutkusu kendimizi daha iyi tanımaya da yol açmıyor. O 'ben'in içinde kaçak hevesler gizli. Herkesten gizlediğimiz başarısızlıklarımız gizli; yani eksiğiyle doğrusuyla biz, kendimiz. O sıra 'Son Çağrı' anonsu geliyor İzmir uçuşu için. Aklıma hemen 'kaldırımlarda demokrat otobüslerde dindar' dizesi düşüyor. Bu dizeyi al, her tür korkuya uygula; kaldırımlarda demokrat, uçaklarda dindar. Çünkü kaldırımda yürürken kendimizden eminizdir ama kontrolü bizde olmayan bir taşıta bindiğimizde içimizi saran tedirginliği azaltmak için bazı kelimelerin yardımına ihtiyaç duyarız, 'inşallah' gibi mesela. Herhangi bir ateist insanda bile görülen, kendi kontrolünde olmayan bir metafizik ürperme, ürpertidir bu. Peki ya gerçekten de İzmir uçağındakiler için son çağrı ise bu.

Her günün ekmeği

Ben eski kalemlerin, kirli ve gürültülü kıraathanelerin, uzun oturmaların, bitmeyen, sonsuz sohbetlerin insanıyım dedim ona. Demli çayların, kısa şiirlerin, insanı avutan romanların, ahretlik dostlukların, kabaran sevdaların, sızlayan yaraların, canlanan bulutsu hayallerin, uzak taşra kasabalarının, ufarak bahçelerin, sopsoğuk yayla sularının, köpüren kahvelerin, dinmeyen ağrıların ve hikâyelerin, susmayan tütsülü türkülerin, konuşan geçmişin adamıyım…

İslam Şiiri

Yahya Kemal Beyatlı, yaş gününde kurulan sofrada önünde rakı bardağı olduğunu hatırlatan Sami Uysal'a şu cevabı vermiş: "Mehmet Âkif İslam akaidinin şairidir, ben İslam şiirinin şairiyim."

Bir sahne

Amerikan filmleri ve dizilerinde çok sık rastlanan bir sahne vardır. Olay tüm şiddetiyle akıp giderken kahramanlardan birisi bir anda diğer oyunculara; "Babam bir keresinde şöyle demişti" diye başlayan bir hayat hikâyesi, konuya uygun bir ders ya da 'bu fıkranın gülünecek hiçbir tarafı yok' dediğimiz tatlı bir kıssa anlatmaya başlar. Bunların büyük kısmı içinde trajedi barındırsa da onlara göre gülünç hikâyelerdir. Biz Türklerin ise genelde gülünecek değil, ağlanacak hikâyeleri vardır.

BİZE ULAŞIN