Beytullah Çakır: Bir eğitim aristokrasisine ihtiyacımız var

Bir eğitim aristokrasisine ihtiyacımız var
Giriş Tarihi: 16.10.2017 11:43 Son Güncelleme: 16.10.2017 11:43
Eğitimde istikrarın sağlanabilmesi için yerel gerçekliğimize ve dünyadaki güncel gelişmelere uygun bir metodoloji üretmemiz ve buna uygun olarak bir ilerleyiş gerçekleştirmemiz gerekiyor.

Geçtiğimiz günlerde Temel Eğitimden Orta Öğretime Geçiş (TEOG) sınavının kaldırılması kararıyla Türkiye kamuoyunda birtakım tartışmaların yaşandığına şahit olduk. Biz de Türkiye Günlüğü'nde bu ay, söz konusu bu tartışmaların nedenlerini, nasıl çözülebileceğini, eğitimde uygulanabilecek alternatif modelleri ve neden kalıcı bir sistemin tesis edilemediğini eğitim bilimleri uzmanı İpek Çoşkun'la masaya yatırdık.

Hemen her sene eğitim sisteminde bir dizi değişiklikler yapıldığı ve bu durumun kamuoyunda da ciddi eleştirilere sebep olduğunu görüyoruz. Peki, söz konusu bu sistem değişikliklerinin sıklıkla yapılmasının sebepleri nelerdir? Neden süreklilik arz edecek bir sistem oluşturamadı Türkiye bu alanda?

Şunu baştan söylemek lazım, değişim arayışları bugün sadece Türkiye'de olagelen bir durum değil. Dünyadaki diğer eğitim sistemlerinde de bazı değişim ve yenilikler konusunda adımlar atılmaktadır. Burada aslolan değişimin ne tür bir ihtiyaçtan gerekli hale geldiği ve bu değişimi hayata geçirmek için kullanılacak yöntemlerin ne olduğudur. Bu noktada da tartışmamız gereken esas konu değişim değil "istikrar"dır. İstikrarın sağlanabilmesi için de çok güçlü bir metodoloji ile ilerlemek gerektiğini düşünüyorum. Burada kastettiğim, yerel gerçekliğimize ve dünyadaki güncel gelişmelere uygun bir metodoloji. Pek çok eğitimci yahut eğitim üzerine yorum yapan hemen herkesin aklına metodoloji deyince reform kelimesi geliyor. Ancak eğitimde "reform yorgunluğu" yaşadığımız kanaatindeyim. Başka bir ifade ile reform kelimesi deforme oldu artık. Türkiye'de eğitimle ilgili atılacak her adımda büyük söylemlerden biraz sıyrılmaya ve yerel gerçekliğin farkında olarak 'ince işçiliğe' ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla reform yerine restorasyona ihtiyacımız var diyorum ısrarla. Kendi gerçekliğimizin merkezde olduğu ancak dünyaya da kulak kabartarak küçük adımlarla ve dokunuşlarla istikrarı sağlamamız gerekiyor. Yoksa kocaman bir sistemi hareket ettirmeye çalıştığınızda bir yerlerde illa ki çatırdamalar ve kırılmalar yaşanacaktır. Sonuç olarak da denizi geçip derede boğulmak kaçınılmaz olacaktır. Sözüm ona çok güçlü Milli Eğitim politikaları yaparsınız ama yaptığınız bütün bu değişimler gelip bir öğretmen de yahut okul yöneticisinde tıkanabilir.

Vurgulamamız gereken bir diğer husus, Türkiye'de tarihsel olarak sadece eğitimde değil hemen her alanda değişimin geleneğe bir anti tez olarak sunulmasıdır. Ancak eğitimde gelenekten kopuş beraberinde bir hafıza kaybını getirir. Yalnız burada gelenekten kastımın doğru anlaşılmasını isterim. Eğitimde gelenekten bahsedince birilerinin aklına Ömer Seyfettin'in Falaka'sı gelebiliyor ne yazık ki. Benim gelenekten kastım, bilgiye yüklediğimiz anlamın ve değerin zamanla değişmesi meselesi aslında. Bilgiye bakışımız hali hazırda son derece pragmatist ve oportünist. Dolayısıyla sınavda sorulmayacak bir bilgi de değersiz, işe yaramaz addedilebiliyor. Örneğin sınav döneminde olan bir çocuğun test çözmeyip roman yahut hikâye okuması büyük bir zaaf olarak görülüyor. Bana sorarsanız bilgiyi bu tür bir doğal seleksiyona sokan da çocuklar değil eğitimciler ve veliler.

Son olarak, bir eğitim aristokrasisine ihtiyacımız olduğu açık. Aristokrasi kelimesinin ürkütücü geldiğini biliyorum, bahsettiğim istikrarı sağlayacak ve geleneği muhafaza edebilecek türden bir aristokrasi aslında. Cumhuriyet döneminde böyle bir aristokrasinin var olduğunu söyleyebiliriz ama bu, beklenilenin aksine Türkiye'de çeşitlilikten ziyade "tek tipçiliği" destekleyen bir pozisyon aldı çoğu zaman. Oysa ortak zeminde istikrarlı adımların atılması için akıl hocalığı yapmaları beklenirdi. Aksine ideolojik kırılmaları daha da derinleştirdiler. Dolayısıyla zihinsel zenginlikten uzaklaşarak son derece antipatik bir hal aldılar. Şimdilerde ideolojik bagajlarından kurtulmuş zihnini hafifletmiş eğitim aristokratlarına ihtiyaç söz konusu. Bu da öncelikle ilmi kaygı ve insana saygı ile olabilir.

Çocukların sahip oldukları niteliklerin, yapılan test sınavları sonucu belirleniyor olması da uzun yıllardır tartışılagelen bir konu. Çocukların bütün zamanı söz konusu bu sistem ve mevcut sınavlar yüzünden neredeyse öğütülüyor. Geçtiğimiz günlerde cumhurbaşkanı da Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sınavlarına gerek olmadığına dair bir açıklama yaptı. Bu tarz bir sistem sonucu belirlenen başarı oranları ne kadar sağlıklı peki? Daha insani ve ferdi merkeze alan bir eğitim modeli geliştirmek için önerileriniz nedir?

Pek çok soruyu muhteva eden bir soru olduğundan sondan başlayayım dilerseniz. Çocuk sahibi değilim ama işim gereği okullarla öğrencilerle ve öğretmenlerle çok yakın çalışıyorum. Dolayısıyla çocukların dünyasına çok yabancı sayılmam. Bir de eğitimleri ile yakından ilgilenmeye çalıştığım beş tane yeğenim var. Mesela bir tanesinin eğitim süreci gerçekten incelenemeye değer. Yeğenim okul çağına kadar ABD'de yaşadıktan sonra Türkiye'ye geldi. Okul öncesi eğitiminin bir kısmını orda aldı. Sonra ailecek Türkiye'ye döndüler ve Türk eğitim sistemi ile 1'inci sınıf itibariyle tanışmış oldu. Çocukluktan itibaren çok soru soran meraklı bir çocuktu. Soruları da çoğunlukla kafa yakıcı türden olurdu. Merakını ve sorgulayan tavrını elimizden geldiğince diri tutmaya çalıştık. Önüne ne gelirse, kimden gelirse gelsin ezbere almaması gerektiğini ailesi olarak sürekli anlattık ona.

Yeğenim eğitime yönelik ilk hayal kırıklığını 4'üncü sınıfta yaşadı. Öğretmeni ünlü biri ile ilgili bir ödev hazırlamasını istemişti. Yeğenim ödevini Steve Jobs üzerine hazırlamak istedi ve birkaç gün uğraşarak renkli görsellerle dolu bir ödev hazırladı. Okula gitti ve akşamında beş karış suratla eve döndü. Çünkü ödevini heyecanla öğretmenine sunduğunda öğretmeni "Üzerine ödev yapacak bizim milletimizden birini bulamadın mı" demiş. Kendimce 'eğitimci teyze' olarak moralini yerine getirmeye çalışsam da çok ikna edemedim. Yeğenim büyüdü, ergenlik dönemine girdi ve asıl önemlisi bu yıl TEOG sürecine girecekti. Şimdi zihninde daha büyük sorular var. Şundan eminim yeğenimin niteliklerini TEOG ölçemezdi. Ortaöğretim Kurumlar Sınavı (OKS) yahut Seviye Belirleme Sınavı (SBS) ise hiç ölçemezdi. Burada söylemeye çalıştığım şey yeğenimin mükemmel olduğu filan değil. O, sayıları 1 milyonun üzerinde olan akranlarından sadece bir tanesi. Söz konusu bu öğrencileri değerlendirirken sadece akademik başarıları üzerinden değil tutum ve davranışları üzerinden de gözlenebileceği bir modele ihtiyacımız var. 4'üncü sınıftan 5'inci sınıfa yahut 8'inci sınıftan 9'uncu sınıfa geçen bir öğrencinin profili hakkında bilgi veren tek şey notları. Oysa her bir öğrenci ile ilgili dosyalar hazırlanmalı ve bu dosyayı bir sonraki kademede yer alan öğretmenler inceleyebilmeli. Bu süreçte objektif değerlendirme ölçütünde merkezi sınavlara ihtiyaç her zaman söz konusu olacaktır. Ama sadece merkezi sınavlarla hareket etmek tek kazanımı sınav skoru olan hırslı bireyler güruhunu daha da artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ek olarak, hem veliyi hem öğrenciyi hem öğretmeni memnun edecek bir modeli tasarlamak da çok güç. Zira değer verdiğim bir eğitimcinin sıklıkla söylediği gibi; "Pedagoji memnuniyetle inşa edilemez."

TEOG'un kaldırılması gündeme gelince özellikle ailelerde panik ve kaygı havası oluştu. Bu süreçte ailelere ne tavsiye edersiniz?

Aileleri çok iyi anlayabiliyorum çünkü en yakınımda olan yeğenimin ve ailesinin yaşadığı stresi görüyorum. Çevremde benzer örnekleri gözlemleme fırsatım da oldu. Aileler haklı bir gerilim yaşıyorlar. Bu noktada ailelerin yaşadığı gerilimi, çocuklarına bir baskı unsuru oluşturacak şekilde kullanmamaları çok önemli. Türkiye'de kademeler arası geçişte öyle yahut böyle bir seçim sürecinden bahsedeceğimiz için çocuklar çalışmalarına devam etmeliler ve aileler de çocuklarını bu yönde teşvik etmeliler. Zira bu çalışmalar, lisedeki akademik başarılarını daha güçlü sürdürmek için de çok etkili olacaktır.

TEOG tartışmaları ortaya çıkmadan önce de ailelerin sınavlara bakışının "aşk ve nefret" arasında olduğunu hatırlatmakta fayda var. Halen de öyle… Bir taraftan sınavlara çok fazla anlam atfeden bir aile profilimiz varken bir tarafta da "stres" oluşturduğu gerekçesiyle sınavlardan nefret eden aile profilleri söz konusu. Mesela TEOG'daki soruların zorluk düzeyi inanın çocukları okul dışı kaynaklara mahkûm edecek düzeyde değildi. Ama çocuklardan önce aileler yarışa girdiği için kitaplar, kurslar, özel hocalar vasıtasıyla iş olduğundan daha da zorlaştırıldı. Velilerin kurduğu WhatsApp gruplarını incelemenizi öneririm. Bu gruplardaki konuşmalarda Ölçme ve Değerlendirme Genel Müdürlüğü'nün yahut ÖSYM'nin başına gelme iddiası olan velilerin varlığına şahit olacaksınız.

Ortak yazılı sınavlar az evvel de belirttiğimiz gibi ailelerin abarttığı kadar zor sınavlar değil. Bu nedenle Türkiye'de binlerce TEOG birincisi çıkıyor. MEB bunu bir merkezi sınav olarak da tasarlamadı, bakanlık olarak her dönem öğrencilerin bir yazılı sınavını Türkiye genelinde ortak yapalım, dedi. TEOG'un ne OKS ne de SBS gibi bir baskı yarattığı söylenebilir. Fark ettiğim husus şu; 1990'lardan beri merkezi sınavlar özellikle liselere geçişte uygulandığı için sınav, ailelerde bir tür bağımlılık yaratmış durumda. Her gün çocuğunun çözdüğü soru sayısının çetelesini tutan aileler var. Ailelerdeki bu durum aslında üniversiteye giriş öncesinde yaşanan erken bir gerilim. İyi bir üniversiteye girmenin ilk basamağının iyi bir liseye girmek olduğuna dair genel bir inanış var ailelerde. Ebetteki pek haksız oldukları söylenemez ama baskı ile büyüyen bir çocuğun Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden birinde en prestijli bir bölümde okusa bile ilerde aile yahut iş hayatında nasıl bir profile dönüşeceğini de gözden kaçırmamak gerekiyor. Yani çok yönlü düşünmemiz gerekiyor. Ailelerin biraz durulmasında fayda görüyorum.

Dünyanın bazı bölgelerinde ebeveynlerin çocuklarını okula göndermediği ve eğitimlerini kendilerinin üstlendiğine dair örnekler söz konusu. Türkiye'de de böyle uygulama örneklerine rast geliyor muyuz? Söz konusu bu durum mevcut sistemin çıkmazlarına bir alternatif üretebilir mi sizce?

Yine sondan başlayarak yanıtlayayım. Güçlü bir alternatif olmaz, en yaygın kullanıldığı ABD'de de olmadı nitekim ama bir seçenek olarak elimizin altında durmalı. Ailelere belli bir hareket alanı sağlanabilir bu noktada. Türkiye'de 12 yıl zorunlu eğitim uygulaması olduğundan, aileler genelde bu tip modelleri zorunluluğun olmadığı okul öncesi eğitim süreçlerinde deniyorlar. Bunun da çok yaygın olduğunu söylemek güç. Bir de aileler için yaz tatili dönemleri yani okulların olmadığı süreçler bile genellikle ciddi bir kriz halini alıyor. Anne baba çalışmasa bile çocuğun birkaç ay okula gitmiyor olması ailelerin çok da arzu ettiği bir şey değil. Evde eğitime de bu anlamda sıcak bakılacağını zannetmiyorum.

Kişisel olarak topyekûn bir evde eğitim uygulamasına ben de sıcak bakmıyorum bir eğitimci olarak. Şunu tartışabiliriz ama bazı derslerin evde yahut alternatif alanlarda eğitiminin alınmasına bir kapı aralanabilir. Kazanımların yine okullar tarafından ölçülmesinde benim için bir sakınca yok ama çocukların haftada 40 saat okulda olmasına alternatif esnek bir model geliştirilebilir. Örneğin resim, müzik gibi sanat derslerini okulda alabileceği gibi dışardan belediyelerin sağlayacağı kurslardan da pekâlâ alınabilmesi sağlanmalıdır.

BİZE ULAŞIN