Laik devletin sonu mu geldi?
Bu programı neden bu yazıya taşıdığım merak edilebilir. Nihayetinde bir belediye ile bir üniversitenin iş birliği yaparak bir yarışma düzenlediği ve sonuçların ilan edileceği ödül törenine ülkemizin Cumhurbaşkanının katıldığı bilgisini içeren bu haber, günlük gazetelerde yer bulan sıradan bir olay olarak görülebilir. Ancak bu haberi bir de din-devlet ilişkilerimizin yüz yıllık belleğiyle okuduğumuzda aslında uzun yıllar içinde kangrenleşen bir problemin çözümü yönünde, hem de ilk elden bir irade ortaya konulduğu gözükmektedir. On yıl öncesine kadar devlet erkânının cenaze törenleri dışında aynı çatı altında bulunması mümkün görünmeyen ülkemizin Cumhurbaşkanı, Belediye Başkanları ve İlahiyat Fakültesi hocalarının üstelik dinî bilgiyi artırmaya yönelik bir proje vesilesiyle bir araya gelişi sanıyorum tahlil edilmeye değer bir vakıadır.
Son yıllarda dikkat çeken bu yakınlaşma çeşitli biçimlerde yorumlanıyor. Toplumun dindar muhafazakâr geniş kitleleri din derslerinin orta öğretimde seçilebilmesini, hastanelerde dinî-moral destek sunulmasını, orduda serbest ibadeti, kamusal hayattaki başörtüsü yasaklarının kaldırılmasını büyük memnuniyetle karşılarken, Kemalist laikliği bir hayat tarzı ve modern olmanın temel kriteri olarak gören kesimler ise yeni durumdan hiç memnun görünmüyor.
Devletin din politikalarındaki her yumuşamayı laiklikten bir geri dönüş olarak yorumlayan sekülerist kesimler söz konusu memnuniyetsizliklerini neoliberal politikalara yönelik tepkisellik ve çevre duyarlılığı gibi meselelerle harmanlayarak kimi zaman şiddete varan yöntemlerle ortaya koyuyorlar. Oysa devletin din politikalarındaki değişimini çağdaş yönelimlerden sapma olarak değerlendiren görüş, Batılı ülkelerdeki gelişmeler tarafından desteklenmiyor. Zira bir süredir sosyal bilimciler Batı ülkelerindeki din-devlet yakınlaşmasını çalışıyor; öyle ki Türkiye'nin laikliğini inşa ederken ilham aldığı Fransa bile son yıllarda devletin dinî konularla daha çok ilgilenmesi gerektiğini tartışıyor. Öyleyse Türkiye'de din-devlet ilişkilerindeki yumuşama Batı'daki eğilimler eşliğinde nasıl okunabilir; bu yazıda bu sorunun cevabını arayacağım.
Hani yollar ayrılmıştı?
Batılı devletler içinde din-devlet ayrılığı denildiğinde akla gelen ilk ülkeler şüphesiz Fransa ve ABD'dir. Farklı tarihî ve sosyo-politik tecrübeler neticesinde kendi seküler yapılarını inşa eden her iki ülkede de bir süredir dinî kurumlara yönelik gözle görülür bir yumuşama ve iş birliğine işaret eden eğilimler dikkat çekiyor. Örneğin, din-devlet ayrımını anayasal düzlemde ortaya koyan ilk devletlerden biri olan ABD'de son yıllarda ele aldığımız mesele etrafında önemli tartışmalar yürütülüyor. 2000'li yıllarda Başkan George W. Bush, sosyal hizmetlerin toplumun muhtaç kesimlerine daha sağlıklı şekilde ulaştırılabilmesi için dinî gruplara maddi destek sağlanması yönünde düzenlemeler yapmıştı. O günden beri söz konusu finansal desteğin ayrım duvarı olarak ifade edilen sekülerizmi ihlal edip etmediği tartışılıyorsa da Amerikan Devleti henüz bu politikadan vazgeçmiş değil. Yine ihtiyaç sahibi ailelere çocuklarının eğitimi için sağlanan devlet yardımının ailenin dinî bir okulu tercih etmesi halinde bile verilmesi, bir kesim tarafından dolaylı yoldan devletin dinî kurumları desteklediği şeklinde değerlendirilse de Amerikan devleti halen bu uygulamaya devam ediyor.
Din özgürlüğü temelinde dizayn edilen devlet sekülerizminin aksine devleti dinin etkisinden korumayı amaçlayan Fransız laikliği de son yıllarda dikkat çekici bir yumuşama eğilimi gösteriyor. Özellikle Müslüman nüfusla ilişkiler konusunda devletin inisiyatif alması gerektiği yönündeki fikirler, Fransız İçişleri Bakanlığı'nın Müslümanların temsili için 'Le Conseil Français du Culte Musulman'ın (Fransa Müslüman İnanç Konseyi) oluşumuna önayak olması sonucunu doğurdu. Yine devlet okulu öğretmenlerine dinin toplumdaki yeriyle ilgili eğitimler verilmesi yönündeki kararlar ve dahası gençler arasında yaygın şekilde gözlenen dinî kültür eksikliğinin toplumsal yapılara olduğu gibi kültür aktarımına da olumsuz yansımaları olduğu yönündeki tartışmalar, din olgusunun bir inanç aktarımı olmaksızın tarih, coğrafya, edebiyat, sanat gibi dersler çerçevesinde nesnel bir yaklaşımla öğretim sürecine dahil edilebilmesi konusunu gündeme getirdi.
Peki diğer Avrupa ülkelerindeki durum nedir? Evvela İngiltere, Finlandiya, Norveç, Danimarka ve Yunanistan gibi Avrupa ülkelerinin devlet kiliselerine sahip olduklarını ve bu anlamda devletin dinî hizmetleri karşıladığını belirtmek gerek. Temelde dinî kurumlarla iş birliği benimseyen ancak devlet kilisesine sahip olmayan Almanya gibi Avrupa ülkelerinde ise devlet eğitim ve sosyal hizmetler gibi sahalarda dinî kurumların aktif rolünü kabul eder ve destekler. Öyle ki örneğin kilise vergisinin toplandığı Almanya'da bu vergiyi ödemeyenler kiliseye bağlı hastane ve bakımevi hizmetlerinden mahrum kalır.
Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından bağımsızlığını kazanan ülkelerde ise dinî grup ve kiliselerdeki dikkat çekici canlanış sosyal bilimler literatüründeki yerini almış durumda. Eski demir perde ülkeleri yeni dönemde inanç hürriyetini garanti eden yasalar çıkarmış ve ayrıca Papalıkla anlaşmalar imzalamışlardır.
Türkiye: Din mi elden gidiyor; laiklik mi?
Batı'daki durumu bu şekilde ortaya koyduktan sonra Türkiye'deki gelişmelere nasıl yaklaşacağımızı konuşabiliriz, tabii nerden nereye geldiğimizin değerlendirmesini yapmak koşuluyla...
Türk siyasi hayatının önemli isimlerinden Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik adlı kitabında Türkiye'deki din-devlet ilişkilerini üç dönem çerçevesinde değerlendirir. Ona göre I. dönem, dine bağlı devlet anlayışının hüküm sürdüğü Osmanlı devridir. II. dönem ise 'yarı dinî devlet' olarak nitelediği 1839 Tanzimat'ın ilanından 1924'te Diyanet İşleri Teşkilatı'nın kuruluşuna kadar olan süreçtir. Son dönem ise 1924'ten sözü edilen eseri kaleme aldığı 1954'e kadar olan 'devlete bağlı din' anlayışının öne çıktığı süreçtir.
Başgil, daha 1950'lerde devlete bağlı din olgusundan söz ederken aradan geçen zamana rağmen fazla bir şey değişmemiş olsa gerek ki, 2004'te Hollanda'nın Avrupa Birliği dönem başkanlığı sırasında hazırlanan bir raporda Türkiye'de teokrasinin tam tersi bir durum yaşandığına ve İslam'ın devlete tabi kılındığına işaret edilmiş; bu haliyle laikliğin aşırı bir yorumunun yapıldığı belirtilmişti. Yine bundan bir yıl evvel, 2003'te Avrupa Parlamentosu dış ilişkiler komisyonu Türkiye'ye genel olarak din ve İslam'a yönelik daha yumuşak bir yaklaşım gösterilmesi tavsiyesinde bulunmuştu. Neyse ki bu yıllardan itibaren AK Parti hükümetinin ortaya koyduğu bir dizi açılım, Türkiye'de devletin dinî grup ve pratiklere yönelik olumsuz tavrını gözden geçirmesine yol açmış ve yeni bir dönemin başlangıcına vesile olmuştur.
O halde, kanaatimce Başgil'in ömrü vefa ettiği süre çerçevesinde yaptığı üçlü tasnife bir dönem daha eklemek mümkündür. Din ve devletin birbirini dışlamaktan ziyade iş birliğine yönelik faaliyetlerde bulunması bu dönemin temel karakteri olarak görünüyor. Bu çerçevede öncelikle geçmiş dönemlerde getirilen yasakların kaldırılması, ikinci olarak ise yeni iş birliklerinin tesisi dikkat çekiyor. Örneğin dinî kıyafet özgürlüğünün sağlanması, seçilme hakkının başörtülü kadınları da kapsayacak şekil alması ve imam hatip okulları önündeki engellerin kaldırılması birinci tür reformlara örnektir. Batı ülkelerinin aksine bir özel dinî okul çeşidine sahip olmayan Türk eğitim sisteminde din derslerinin seçmeli olarak ortaöğretimde yer alabilmesine ek olarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın devlet hiyerarşisindeki yerinin yükseltilip Başbakanlığa bağlanması; böylece sosyal sorunların giderilmesi yönünde daha aktif bir Diyanet İşleri Başkanlığı'nın önünün açılması ikinci tür reformlara işaret ediyor. Yine Avrupa'da örneklerine çok sık rastlansa da ülkemizde ilk kez 2015 yılında Sağlık Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın imzaladıkları bir protokolle 'Hastalarda Manevi Destek Programı'nın başlatılması ve aynı yıl, orduda uzun yıllar yasaklanan cemaatle namaz kılmanın serbest bırakılması da bu minvalde değerlendirilebilir.
Türkiye'nin yeni tercihi: Devlet-din iş birliği
Tüm bu reformlar ışığında gelinen duruma nasıl bakacağız? Uzun yıllar laikliğin aynı zamanda inanma ve ifade özgürlüğünü de barındırdığını görmezden geldikten sonra son yıllardaki gelişmeleri laikliğe aykırı bir yönelim olarak değerlendirmek isabetli görünmüyor. Bunun yerine kanaatimce öncelikle din-devlet ilişkileri arasındaki bir normalleşme sürecinden söz etmeliyiz ki bu süreç yukarıda anlatıldığı üzere Batı'daki gelişmelerle paralellik gösteriyor. Dolayısıyla laiklik tartışmalarını içine girdiği kısır döngüden mutlak suretle çıkarmalıyız; yeni perspektifler ışığında yeniden yorumlamalıyız. Böylesi bir müzakere sürecini laiklik karşıtlığı olarak değerlendirmek bir kolaycılıktır ve demokratik kültüre aykırıdır. Nitekim toplumun geniş kitlelerinin asıl sorunu devletin laik kimliğiyle değil, laikliği yorumlayış biçimiyledir.