Müzeyyen Senar, 8 Şubat 2015'te aramızdan ayrıldı. "Aramızdan" derken lafın gelişi değil bilerek söylüyorum çünkü o uzun hayatı sayesinde seyircisine önce kardeş, sonra abla ve nihayet anne olmuş, radyonun tılsımı ve kendisinin kabiliyeti ile önce dinleyici sonra seyirci onu aileden biri gibi samimi bulmuştu. Ayrıca "aramızdan" dememin bir diğer nedeni de kendisine olan muhabbetim dolayısıyla aramızda olmasından bir emniyet hissi, bir hoşnutluk duymamdır. Zaten bu yazının yazılması sebebi de ona olan muhabbetim sebebiyledir. Yazımı kaleme almadan evvel hürmete layık bir musikişinasın, merhum Cemil Bey için söylediği; "Ben Cemil'i herkesin sevmesine tahammül edemem" deyişi çok etkili olmuştur. Bu sözü duyunca düşündüm; ben sevdiğim bir kimseyi, bir sanatçıyı "herkesin" sevmesine tahammül eder miyim? Bırak tahammül etmeyi mutlu bile olurum "herkesle beraber" birini sevmekten... İnsan sevdiğini kıskanır tamam ama bu öylesi bir sevgi değil. Ben şeker yedim, siz de buyurun demek gibi bir şey...
Haydi buyurun...
Ben musikiden anlamam ama...
Meşrebim hikâyeci olduğu için bu yazı da bir musiki yazısı olmayıp Müzeyyen Senar'ın hikâyesi ile ilgilidir. Yoksa ben musikiden ne anlarım? Ama endişeye mahal yokmuş, musikiden tek anlamayan sadece ben değilmişim. Tanpınar diyor ki; "Ben hiç de musikişinas değilim. Hatta eskilerin tabiriyle bu sanatın sırrına aşina bir amatör bile olamadım. Bu bilgisizliğim evvelleri beni çok üzerdi. Şimdi o kadar değil. Hatta bundan biraz da memnunum. Yarım bilmekten ise hiç bilmemenin daima daha iyi olduğunu öğrendim. Ayrıca bu bilgisizlik sayesinde kendimi sanatların sanatına rahatça teslim ettiğimi fark ettim." Alıntı uzun oldu belki fakat lüzumlu idi. Sadece musikişinas olanlar bu sahada eser versin diyenler var fakat onlar bu sanatın sayısız odası olduğunu ve her bir odada başka başka fasıllar bulunduğunu unutmasınlar demek isterim. İşte Müzeyyen Senar'ın anıldığı bu yazı da o fasıllardan biri...
Allah vergisi bir ses
Müzeyyen Senar'ın sesi Allah vergisi tamam ama bir de annesinden bahsetmek lazım. Annesi ses ve sanat konusunda onun ilk rehberidir. Sesi güzel bir anneye sahip olmanın bütün nimetlerinden istifade etmiştir. Kendisine ninni niyetine söylenenleri ezberine alan bir çocuk olan Müzeyyen, rahat durmaz ve fasıl geçilen dost meclislerinde bıcır bıcır bir şeyler söyler. Sesi ve tavrı takdire şayan bulunur ama üzerine çektiği bu dikkatler, ona nazar olarak isabet eder de Müzeyyen kekeme olur. Hem de öyle bir kekeme ki; "Konuşurken zorlanmam geçsin diye dizime vura vura yara olmuştu dizlerim" diyecek kadar...
Aile dramı dediğin...
Söz ailesinden açılmışken; insanların şöhrete kavuşmuşları arasında aile dramı herhalde hep var. Belki o büyük dramlar içinde çürükler barındıran toprakların petrol sızdırması gibi sanata malzeme olacak sızıntılar yapıyor. Müzeyyen'in de anne babası ayrılıyor ve anne İstanbul'a yerleşiyor. Derler ki Müzeyyen geceleri kendine şarkı söyler, o şarkılar da hep anneden bellediği şarkılardır. Ve böylece annesi ona ninni söyler gibidir. Belki hikâyeleştirmek için söylenmiş ayrıntılardır bunlar ama anneden ayrı kalmış bir yavrucağın bildiği tek şey ile yani şarkı söylemek ile avunmaya çalışması uzak bir ihtimal değil.
Evden kaçıyor!
Ve evden kaçış... Ben de nasihat olsun diye değil samimi kanaatim olduğu için söyleyeyim: Kimse kaçıp göçmesin! Taş yerinde ağırdır. Müzeyyen'in kaçışı da zaten şöhret olmak için değil. Anneyi bulmak içindi ama Allah korumuş, yoksa heba olması an meselesi olacak kadar cahilce bir cesaretle Müzeyyen çocuk yaşta Bursa'dan kaçar. Menzil İstanbul! Elinde sadece annesinin adresi vardır. Ve Allah'ın bir lütfu ile helal süt emmiş bir kadın onu görür. Evinde misafir eder ve Müzeyyen'i annesine götürür. O kadın kimdi, adı neydi bilen yok çünkü kadın adını Müzeyyen'e söylememiştir. Müzeyyen Senar olduğunda bile o kadını konserlerde seyirciler arasında arar gözleri. Sanki kadın bir gün çıkıp gelecek ve o muhteşem kurtarışı yâd edecekler gibi gelir hep. Şimdi bu kaçışla ilgili söylemek istediğim bir şey var: Bu kaçış hikâyesini okuyanlar Müzeyyen'i çok "cesur" bulabilir hatta onun bütün hayatı boyunca sergilediği açık sözlülük, gözü peklik, mertlik gibi hallerini hep cesaretine hatta erkek gibi kadın oluşuna yorabilirler ama ben aklım yettiği kadar söyleyeyim; bence cesaretten değil zaruretten öyle yapmıştır Müzeyyen. Çünkü elinde, sesinden ve kişiliğinden başka hiçbir şeyi yoktur. Ona arka çıkacak bir aile yapısı yok, ona çok düzenli bir musiki eğitimi aldıracak bir ortamı yok. Sadece onu 14 yaşında İstanbul Radyosu'nda her hafta canlı yayına çıkaracak kadar sihirli bir sesi var. Ve o sesle ayakta kalabilmek için gerektiğinde kaya kadar sağlam bir mizacı dışında bir gücü yok.
Erken gelen şöhret
Küçük yaşta keşfedilen sese ilk yatırımlar Üsküdar Musiki Cemiyeti'nde yapılır. Meşk usulü henüz can çekişmekteyse de Müzeyyen iki tekrardan sonra şarkıyı geçebilecek hafızaya sahiptir. Eski musiki terbiyesinde hafıza, gücüne güç katarmış sanatçının. Müzeyyen radyoyla tanıştığında ayağının altına sandık koyarak programa çıkacak kadar gençtir. Sesi ve ismi yavaş yavaş duyulduğunda Safiye Ayla ona altın kıymetinde bir nasihat verecek ve "Kendin gibi söyle" diyecektir. Bu nasihati yıllar sonra hem Zeki Müren'e hem Bülent Ersoy'a verir Müzeyyen çünkü ablalık sadece bir hürmet ifadesi olarak değil kendinden sonra gelen genç sanatçıların elinden tutmasıyla da hak ettiği bir rütbedir. Yani sözde değil özde abladır...
İki tokat bir düet
Türlü sıkıntılara muhatap olduğu sanat hayatında iki kere tokat yemiştir Müzeyyen. İki tokadı da bir düete bağlamıştır derim ben. Hikâye şöyle: Müzeyyen bir programda şarkının güftesini uçurur aklından ve unutur. O zaman durumu kurtardıysa da hocası Mesut Cemil Bey bir tokat atar kendisine. "O tokadı hak etmiştim" der Müzeyyen yıllar sonra. İkinci tokat yine Mesut Cemil'den gelir. Şarkının sözleri yine unutulmuştur ama bu sefer Müzeyyen, arkadaşı Semahat Özdenses'e işaret etmiş, kaldığı yerden devam etmiştir arkadaşı. Yani unutmayı düet yaparak kapatmışlardır ama Mesut Cemil Bey'den ikinci tokadı yemekten kurtulamaz. İşin ilginç yanı o gün bir hata ile başlayan düet, bir gelenek olmuş ve radyo programlarında dinleyicinin beğenerek takip ettiği bir usul haline gelmiştir. Zaten sadece düet için değil solist olarak sahne almak konusunda da Müzeyyen kendine has bir tarz getirmiştir. Gazino programlarına başladığı günlerde âdet şöyledir: Önce bir fasıl geçilir, sonra sırayla ikişer parça solo okur sanatçılar. Müzeyyen bu geleneği de değiştirerek tek başına sahne almak istemiş ve solistlik müessesesinin oluşumuna anlamlı bir katkı yapmıştır. Zaten sanatçıdan beklenen "kendine has olmak" hali sahnede hep gözlenir. Daha evvel kararlaştırılan parçaları okumayıp o anki hissiyatına göre parçalar okumak, geçişleri kendi istediği şekilde yapmak, program süresini seyircinin enerjisine göre ayarlamak gibi hallere alışıktır onun sazendeleri...
Gazi'nin huzurunda
Müzeyyen soyadını aldığı ilk eşi Ali Senar ile beraber Gazi'nin huzuruna da çıkar. Ama Gazi, Müzeyyen'in saçının bir kuaför marifetiyle toplanmasını ister. İlginçtir o günden sonra da hep o şekil bırakır saçlarını. Ve ilk kez Gazi'ye söylediği gece bir başka olay yaşanır. Müzeyyen'in saçını yaparlar ve bir de kocasının bıyıklarını alıverirler hemencecik. Kocası Ali Bey somurtarak oturur gece boyu. Eh benim de bıyıklarımı kesseler ben de somurturdum...
Muganniye
Artık herkes Müzeyyen sevgisine bir isim bulmuştur: Dinleyicilerin ve seyircilerin kraliçesi, musikinin divası, yakın dostlarının vefakâr Müzeyyen ablası ve Arap seyircilerin muganniyesi... Çünkü Müzeyyen, Mısır mahreçli filmlerde Ümmü Gülsüm'ün söylediği şarkıları da söylemiştir. Artık sadece Türkçe konuşup söyleyenler arasında değil, Arapça mukaleme edenler arasında da şöhretlidir. Yurtdışında sayısız konser verir...
Kaprisli değil ama titiz
Şöhretli olanlar genelde kaprisli olurken Müzeyyen abla bir sanatçı gibi değil de iş yapan bir zanaatkâr gibidir. Az müşteri geldiği gün; "Bu gece müşteri kırık" diyerek parasının yarısını alıp gerisini iade etmeler, herkesten evvel gazinoya gelmeler, kendinden sonrakileri sahnelere alıştırmalar… Hepsi bir esnaf ahlakı örneğidir sanki... Sahnede az bir enstrüman ile söylemek, böylece seyircinin kulağını kendi sesiyle doldurmak gayreti, programın bir uygun anında eliyle elmayı ikiye bölme şovu, seyirciyle beraber ağlamalar, Göksu deresindeki teknesinde uzun yıllar tek başına yaşamalar da Müzeyyen Senar'dan kalan hatıra parçalarıdır...
Müzeyyen, Feraye parçasına gelmişse anla ki program bitmiştir. Benim yazının bitiminde söyleyeceğim bir parçam yok ama şu kadarını söylemekle yetineyim ki; sayısız plak, devlet sanatçılığı, ödüller, rekor seviyede sahnede kalışlar, musiki tarihinde haklı bir isim ve daha nice nakışlı işlerle geçmiş bir ömrü bir yazıya sığdırmak zor, kusurları bize, güzellikleri Müzeyyen'in sanatına ve aziz hatırasına sayınız vesselam...