Elif Esen: Arap ayaklanmaları çerçevesinde İslam ve demokrasi

Arap ayaklanmaları çerçevesinde İslam ve demokrasi
Giriş Tarihi: 25.04.2014 14:36 Son Güncelleme: 28.11.2014 11:36
Elif Esen SAYI:01Mayıs 2014
Bu denli kısa sürede yaşanan sorunların, bölge halklarının demokrasiyi hak etmediği algısı ile değerlendirilmesi, en hafif ifade ile ikiyüzlülüktür. Katılımcı, çoğulcu ve kapsayıcı demokrasilerin bölgede kök tutması ancak yapısal, kurumsal bozuklukların gerçek destek ve rehberlik ile düzeltilmesi ile mümkün olacaktır.
Arap dünyasını 2011 yılında 'ekmek, özgürlük ve adalet' hedefiyle saran gençlik hareketleri kısa süre içinde söz konusu ülkelerde toplumun her kesimini kapsayan devrim hareketlerine dönüştü. Bu ayaklanmalar sırasında gündeme belki de en fazla gelen konulardan biri, İslam ile demokrasinin bir arada yaşayıp yaşayamayacağı oldu. Diktatör rejimlere karşı ayaklanan halk, demokrasi talepleri ile taşıdığı İslami değerler arasında bir çelişki görmezken, buna karşın eski düzene ait otoriter ve Batıcı elitler ile Batı'nın bazı kesimleri bu talepleri sekülerizme karşı bir darbe olarak okudu. Bu kesimler, kendi çıkarlarını korumak adına demokrasinin feda edilmesine destek verirken tartışmaların odağı olarak İslam ve demokrasinin bir arada mümkün olamayacağı savını kullandı.

Global ölçekte yaşanan bu tartışma, ülkemizde de hayli ilgi uyandırdı. Akademisyenlerden din adamlarına kadar konusunun uzmanı pek çok isim bu konuda görüşlerini ifade etti. Samuel Huntington'ın Medeniyetler Çatışması tezinden, John Esposito'nun İslam ve Demokrasi eseri ve İslamofobi çalışmaları gibi referans noktalarından hareketle derinleşen bu tartışmanın gerekliliği şüphesizdir. Ancak Arap dünyasında başlayan ayaklanmalar sonrası yaşananların neredeyse sadece İslam ve demokrasi tartışmasına indirgenmesi, bu ülkelerde yaşanan siyasi krizlerin ardında yatan temel nedenlerin yeterince irdelenmesine engel teşkil etmektedir. Nitekim Tunus'ta başarılı bir demokrasi tecrübesinden Mısır'da darbeye ve Suriye'de diktatör rejimin halkı acımasızca katlettiği bir kıyıma dönüşen süreçler; İslam ve demokrasi tartışmasından çok daha kapsamlı yapısal sorunlara işaret etmektedir. ABD'nin 11 Eylül 2001 tarihli New York Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon saldırıları sonrası Afganistan ile başlayıp Irak ile devam eden işgallerine karşı, bölge insanlarının gösterdiği tepki, askeri müdahalenin yeterli olmayacağını gösterdi. 2005 yılında Kahire'ye resmi ziyarette bulunan dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, "60 yıl boyunca ülkem Amerika Birleşik Devletleri, bu bölgede istikrarın sağlanması uğruna demokrasiyi feda etti ama sonunda ikisi de sağlanamadı. Şimdi farklı bir yol izliyoruz. Tüm halkların demokrasi taleplerini destekliyoruz" diyerek, bölgenin temel sorununu açıkça itiraf etti. Ancak Mısır'da, Rice'ın çağrısı Mübarek rejimi tarafından kızgınlıkla karşılanmakla kalmadı; ABD baskısı üzerine, demokratik gerçekleşeceği vaat edilen seçimlerde yolsuzluk ve hile devam etti.



Bölge halkı için savaş ve ekonomik bunalımların derinleşmesinden öte bir anlam ifade etmeyen Bush yönetiminin yerini, henüz senatör iken ABD'nin Irak işgaline karşı çıkmış olan demokrat Obama aldığında, yeni Başkan Obama, 4 Haziran 2009 tarihinde yine Kahire'de tarihi bir konuşma yaparak ABD'nin bölge politikalarında önemli değişikliklere gidileceğine işaret etti. Ancak sonrasında yaşananlar Obama'nın özellikle Irak bağlamında Bush dönemi politikalarına devam ettiğini gösterdi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun söylediği gibi Batı, Soğuk Savaş sonrası demokrasi için Doğu Avrupa ülkelerine verdiği desteği Arap dünyasına layık görmedi. 2010 yılı sonunda Tunus'ta başlayan devrim rüzgârları; Tunus, Mısır, Libya gibi ülkelerde diktatör liderlerin devrilmesini sağlamış olsa da her ülke farklı sonuçlarla karşılaştı. Tunus'un devrik Cumhurbaşkanı Bin Ali, Suudi Arabistan'a sığındı; Tunus'ta yapılan demokratik seçimler sonucu sağlıklı işlemekte olan bir sistem gelişti. Seçimlerden galip ayrılan ve İslamcı olarak nitelendirilen 'Nahda Hareketi' önderliğinde kurulan koalisyon hükümeti, çoğulcu ve kapsayıcı katılımın sağlandığı yeni anayasa süreci ile Tunus, öncülük ettiği 'ekmek, özgürlük ve adalet' arayışında hedefe sağlam adımlarla ilerlemektedir. Bu noktada, Tunus'un sosyokültürel yapısı kadar jeopolitik durumunun etkili olduğu ifade edilmelidir. 10 milyonluk nüfusu, eğitim oranının bölge ülkelerine oranla yüksekliği, ordu, yargı gibi vesayet sistemi oluşturması, muhtemel yapıların güçsüz oluşu ve kriz bölgeleri ile sınır olmaması nedeni ile Tunus, dış etkenlerden de korunarak devrim sonrası dengeli bir yol izlemeyi başardı. 25 Ocak 2011'de başlayarak üç hafta içinde 30 yıllık Mübarek rejimini yıkan Mısır devrimi ise, 3 Temmuz 2013'te ordunun yapmış olduğu darbe ile Tunus tecrübesinin tersi istikamette ilerlemektedir.

Özellikle Mısır örneğinde, halkın özgürlük ve demokrasi taleplerinin bölgesel dinamiklerin istikrarı adına kurban edildiği görülmektedir. Devrim sırasında Mübarek'e destek vermeyerek halkın takdirini kazanan ordu, devrim sonrası bir yıllık süreçte ülkeyi Yüksek Askeri Konsey aracılığıyla yönetti. Ancak ordu, bu süreçte yayınladığı Anayasa Deklarasyonu ile tüm güçleri elinde toplaması ile yaşanan şiddet olayları ve bu olayların sorumlularının adalet karşısına çıkmaması gibi nedenlerle seçim dönemine dek halk nezdinde itibarını yitirdi.

1928'de, Hasan el-Benna tarafından kurulan hareket, uzun yıllar boyunca Mısır rejiminin baskısı altında kalmıştı. Zaman zaman seçimlerde yer almasına izin verilmiş olsa da, diğer tüm siyasi hareketler gibi Müslüman Kardeşler de ilk gerçek demokrasi tecrübesini 2011 devriminden sonra yaşamış oldular. Attıkları her adımda Mübarek döneminden kalan yargı tarafından engellenen, ordu tarafından da özellikle Sina Yarımadası'nda yaşanan terör olayları için yeterli destek görmeyen Müslüman Kardeşler, Tunus'taki muadili 'Nahda'nın aksine uzlaşmacı tavır gösterme konusunda da zorluklar yaşadı. 'Tamarod' (isyan) adlı gençlik hareketi, 2013 yılı Nisan ayında Mursi'nin istifa etmesi yönünde imza kampanyası başlattı ve Haziran sonu 22 milyon imza toplandığını iddia ederek, halkı sokağa çağırdı. Kısa süre içinde ordu destekli olduğu ortaya çıkan bu grubun önderliğinde, halk Tahrir Meydanı'na çıktı. Bu fırsatı kaçırmayan ordu, bir yıllık kötü yönetimi çabucak unutmuş olan bu kesimin desteği ile 03 Temmuz 2013'de darbe yaparak Mısır tarihinin ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi ile birlikte hareketin önde gelen tüm liderlerini tutukladı.

Darbeyi protesto eden binlerce kişi darbe rejimi tarafından katledildi, on binlercesi ise hâlâ herhangi bir suçlama olmaksızın hapislerde tutulmaktadır. Son olarak yargı, sadece iki duruşmada 529 sivili Müslüman Kardeşler üyesi olarak tek bir polisi öldürmek suçundan idama mahkûm etti. Ayrıca başlangıçta sadece Müslüman Kardeşler'i hedef alan darbe yönetimi, kısa süre içinde ordunun demokrasi getirmeyeceğini anlayıp muhalefete dönen diğer siyasi hareket ve aktivistleri de hedef almaya başladı.

Tüm bu yaşananlar karşısında ise başta ABD olmak üzere Batı dünyası 'darbeye darbe demekten' çekinmiş; aksine darbe yönetimine açıkça destek vermekten çekinmemişlerdir. Burada en önemli faktörün istikrar ve İsrail'in güvenliği olduğunun altını çizmek gerekmektedir.

Her ne kadar Müslüman Kardeşler, 'Camp David' ile ilgili bir tasarrufta bulunmayacaklarını açıkça ilan etmiş olsalar ve Mısır'da ordunun Müslüman Kardeşler'e oranla çok daha fazla sayıda tehlikeli addedilen 'İslamcı' tutukluyu serbest bıraktığı ortaya çıkmış olsa da; Gazze ablukasını hafifleten ve Hamas'ın siyasi bir partner olarak siyasal sisteme entegre olmasına destek veren Müslüman Kardeşler'e karşı darbeye sessiz kalınarak destek verilmiştir. Darbe sonrası yapılan anayasadan muhaliflere baskının artmasına kadar son gelişmelere bakıldığında, Mısır'da Mübarek dönemi politikalarının çok daha sert şekilde uygulanmak suretiyle geri döndüğü görülmektedir. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Rusya gibi ülkelerin darbeye tam desteğini de not etmek gerekmektedir.

İstikrar için özgürlük ve demokrasi çağrılarının görmezden gelinmesi yanında, Birleşmiş Milletler'de 2005 yılından itibaren tüm devletlerce kabul edilmiş olan 'koruma sorumluluğu' konusunda da, bölge ülkeleri söz konusu olduğunda çifte standart uygulandığı görülmektedir. 1969 yılında krala karşı düzenlediği darbe ile ülke yönetimini ele geçiren Kaddafi, 2011 yılında Batı destekli muhaliflerin elinde hayatını kaybedene kadar Libya'yı tam bir diktatörlükle yönetti. Hiçbir muhalif hareket ya da kurumsal yapının oluşmasına izin vermeyen Kaddafi'ye karşı, Libya'nın ayaklanan batı kesiminde büyük ölçekte katliam yapacağı gerekçesi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi koruma sorumluluğu çerçevesinde 1973 sayılı karar ile müdahale imkânı doğdu. Ancak kısa sürede sivillerin korunması amacı ile alınan kararın maddeleri esnetilerek Libya'da durum, Kaddafi rejiminin askeri güç ile sona erdirilmesi operasyonuna dönüşmüştür. Başını İngiltere ve Fransa'nın çektiği ancak ABD'nin desteği olmaksızın devam etmesi mümkün olmayan bu müdahale; ilgili BMGK kararını veto etmeyen Rusya ve Çin'in gelecekte bu mekanizmanın işlemesini veto etmesine neden oldu. Libya ile aynı dönemlerde başlayan Suriye ayaklanmasında Esad rejimi Ağustos 2011 itibariyle halkına karşı topyekûn savaş ilan ettiğinde, BMGK daimi üyeleri Rusya ve Çin, koruma sorumluluğu kararı alınmasını sürekli olarak veto ettiler. Libya'da Batılı güçlerin kendi çıkarlarını öncelediklerini tecrübe eden Rusya, Suriye konusunda kendi çıkarlarından ödün vermemeye kararlıdır. Dolayısıyla hâlihazırda 130 bin Suriyelinin hayatını kaybedip milyonlarcasının komşu ülkelerde mülteci durumunda olduğu Suriye, tarihin en ciddi insani krizi ve bölünme tehlikesi ile karşı karşıya olsa da, koruma sorumluluğu kararı ihtimaller dışındadır. BM, Suriye sınırları içinde rejimin ablukası altındaki sivillere insani yardım göndermekte sıkıntı yaşamaktadır. Prensipte her ülke, ırk, dil, din ve kültür farklılıklarının üzerinde yer alması gereken koruma sorumluluğu gibi ortak kabuller, jeopolitik strateji ve çıkarların kurbanı olmuştur.

Sonuç olarak sadece son üç yılda yukarıda sözü edilen dört ülkede yaşananlar üzerinden bir değerlendirme yapıldığında; bölgede temel meselenin İslam ve demokrasinin bir arada yaşaması sorunsalından öte, her ülke için geçerli olması gereken uluslararası değer ve olanakların realpolitik karşısında anlamsız kılınması olduğu görülecektir.

On yıllar boyunca özgürlükleri, onurları ve hakları Batı destekli diktatörler tarafından yok sayılmış halkların birkaç yıl gibi kısa bir sürede modern bir demokrasi geleneğine kavuşmaları gerçekçi bir beklenti değildir. Bu denli kısa sürede yaşanan sorunların, bölge halklarının demokrasiyi hak etmediği algısı ile değerlendirilmesi en hafif ifade ile ikiyüzlülüktür. Katılımcı, çoğulcu ve kapsayıcı demokrasilerin bölgede kök tutması ancak yapısal ve kurumsal bozuklukların gerçek destek ve rehberlik ile düzeltilmesi ile mümkün olacaktır.

BİZE ULAŞIN