GEÇMİŞ İLE MODERN DÜNYANIN ÜSLUP BİRLİĞİ: HER ŞEY DEĞİŞİRKEN SABİT KALAN BAĞNAZLIK
Düşünce ile dil bilhassa düşüncenin açıklandığı-savunulduğu üslup arasındaki ilişkiyi düşüncenin seviyesini gösteren bir ölçüt olarak görmek istesek, üsluptaki sabit ve değişmez yapıya göre, düşünce alanında ciddi bir değişim olmamış gibi gelir. Bilhassa çağımızdaki örneklerde sıkça görüldüğü üzere, düşünce 'ideolojiler' gibi kitlelere mal olduğunda, doğruluk bir yana bırakılır, üslup daima sert, uzlaşmaz hale gelir. Böyle bir durumda herhangi bir düşünce rakibini 'anlamak' konusunda oldukça başarısız, öteki hakkında birtakım vehimlerle malul, kendi hususiyetlerine ve ayırıcı niteliklerine odaklanmak yerine başkasını -belki de hiç olmayan- karalamaya çalışan, kendi gerçekliğini başkasının eksikliği üzerinden anlatmaya yönelen, kısaca insaf ve izandan yoksun biri gibi hareket eder.
Öteden beri kabul edilen bir husustur; düşünürler rakiplerini anlamaya sahici bir emek vermez, kendilerinden önce gelenleri ağır dille eleştirir, bir öncekini gereksiz ve bir engel gibi düşünerek meşruiyetini güçlendirmeye çalışır. Her yeni için önceki cahil veya daha yaygın bir anlatımla 'mağara karanlığı' şeklinde tebellür eder. Binaenaleyh insanın özellikle geniş kitlelerin herhangi bir yeniyi savunma tarzı değişmeksizin aynı çizgide süreklilik arz eder. Bunun nedeni zihin değişirken düşüncenin anlatımını sağlayan dilin genellikle duygu ve hissiyatın etkisinde kalarak 'retorik' ve cedelci bir üslupla keskin hatlar oluşturmaya meyletmesidir. Bunun sonucunda ise yeni olan her şey, uzlaşmaz bir üslupla kendini anlatır, taraftarlarınca bağnazca savunulur ve dayatılır.
Hiç kuşkusuz yaşadığımız dünyanın ayırıcı özelliklerinden biri, her şeyiyle 'yeni' bir dünya içinde yaşadığımız iddiasıdır: Modern insan hayatın her alanında 'yenilik' arar, yeni hakkındaki bitmek tükenmez arzu modern insanın öteki çağlardakilerle kıyaslanmayacak bir niteliği haline gelir. Yeni dünya içinde insan zihni için özgürlük, bireysel tercih ve seçim bulunuyor denilse bile, yeniyi savunmak, hiçbir şekilde özgürlükle bağdaşmayacak uzlaşmaz ve cebri bir dille yapılır; modern dünya insanı yeni karşısında mahkûm ve mecbur addeder. Yenilik karşısındaki tutum bir irade ve tercihe bağlı olmaksızın bilfiil gerçekleşir, kendimizi o yeniye ulaşmak için koşuştururken buluruz. Hal böyleyken insanlar yeniyi zorunlu ve cebri bir özgürlükle (insan özgürlüğe mecburdur: İbn Arabi ve Spinoza) savunmayı sürdürürken yeni olan şey -her ne olursa olsun- bir öncekini sadece anlamsız ve 'kötü' görmekle kalmaz, hafızada öyle derin etki meydana getirir ki yeniden öncesini anlayamaz hale geliriz.
Modern çağın 'yeni' dogmatizmi
Vakıa modern çağda bir 'yeni' dogmatizmi yaşıyoruz, yeni propagandalarını bağnaz bir tutumla savunmak durumunda kalıyor insanlar. Bunun temel
nedenlerinden biri, başka hiçbir çağda olmayacak şekilde, bilgi ile üretim, bilgi ile teknik, kısaca bilgi ile pazar arasında zorunlu bir ilişkinin kurulmuş olmasıdır. Modern dünyada bilginin en ayırt edici özelliği bilgi ile teknik, bilgi ile üretim-tüketim arasında kurulan bu güçlü ilişkidir. Bilginin modern dünyadaki karşılığı artık evreni anlamak, var oluşun gayesini idrak etmek, insanı ahlaki bir yetkinlikle evrensel ilkelere taşımak olmaktan çıkarak sadece 'yapmak-üretmek', günlük hayatta kullanılabilecek ürün oluşturmak, ürünü insanlara ulaştırmakla bilginin 'gerçek' ve yararlı hale
geldiğini kanıtlamaktır. Hiçbir çağda bilgi için 'pazarda geçerlilik' şeklinde bir kriter ortaya çıkmamış, bilginin doğruluk ölçütünün 'yararlılık' ve teknik olduğu başka bir çağ yaşanmamıştır.
Bilginin doğruluk ölçütü yararlılık ve ürün oluşturmak haline gelince, bilginin taraftarları çoğaldı, dünya gerçekten bilgi dünyasına, daha doğrusu üreten bilgi dünyasına doğru gitti. Hemen her bilimsel araştırmanın önünde en ciddi sorunlardan biri 'ne işe yarayacağı' sorusuna verebileceği bir cevap bulmak kaygısı yatar. Modern dünyada toplumlar 'ürün' konusunda ikna edilmedikleri sürece bilginin bir işe yaramayacağını kabul ederler, böyle bir bilgiyi tamamen gereksiz sayarlar; bilgi dediğin şey, en azından hayata dolaylı yolla bile olsa yeni ürün getirmelidir. Hal böyle olunca bilgi de artık bir pazar malzemesi haline geldi, bilginin ürettiği araç ve gereçler insanları bir yandan hayran bırakırken öte yandan önceki yaşamı anlamsızlaştırmayı başardı.
Sufi şairler dünyadan söz ederken dünyayı 'alım-satım yeri', daha doğrusu bir pazar ve dükkân gibi mütalaa eder, yüksek ahlakı ise 'dükkânı kapatmak' ile özdeşleştirirlerdi. Günümüz dünyasında onların mecaz söyledikleri bu tespit tam olarak gerçekleşmiş görünüyor: Modern dünyada her şey pazarda, her şey dükkanda satılmaya hazır hale geldi, her ürünün bir bedeli var. Yeni 'dükkânda' düşünceler, bilgiler, araç gereçler, hatta değerler, kısaca her şey metadır, meta olmanın gerektirdiği üzere belli bir zaman sınırlamasıyla yerini bulur, ardından yerini başkasına bırakarak demode kabul edilir. Dikkate değer hususlardan biri modern dünyanın bu nedenle müzeleriyle öteki asırlardan ayrışmış olmasıdır: müze ancak bilginin, sanatın, düşüncenin değerinin 'zamanla yarıştığı' dünyada anlamlı olabilir. Bilginin doğruluk ve değer ile özdeşleştiği bir dünyada müzenin ne anlamı olabilir?
Kendini vazgeçilmez 'yeni' saydırmada en başarılı örnek
Dedik ki modern çağın her ürünü cebri bir üslupla kendini vazgeçilmez ilan eder, vazgeçilmez ürünler gibi kendisini kabul ettirir. Öyle ki kısa bir zaman diliminde hayatımıza girmiş herhangi bir ürün bireysel ve toplumsal hafızamızı tamamen silerek sanki ondan öncesi yaşanamaz bir hayatmış gibi hissettirir. Modern insan buzdolabını zaruri bir eşya olarak kabul etmiyor sadece, buzdolabı olmayan bir hayatın nasıl mümkün olabileceğini anlamıyor artık. Gerçekten de buzdolabını tanımayan insanlar nasıl yaşıyordu, yemeklerini nasıl saklıyorlardı? Günlük hayatta kullanılan bütün araç gereçler karşısındaki durum böyledir.
Telefonsuz, elektriksiz, bilgisayarsız, arabasız vs. kısaca tekniğin olmadığı bir çağın nasıl mümkün olabildiğini, nasıl yaşandığını o çağları yaşayanlar bile anlamıyor. Bir çağın bütün ürünleriyle birlikte kendini vazgeçilmez 'yeni' saydırmada en başarılı örnek, bunu savunurken en 'bağnaz' hareket eden çağ, modern çağdır. Artık bir önceki çağa veya çağlara Platon'un dediği gibi 'mağara' demek tatmin etmez modern dünyayı, hatta İslam'ın kendisinden önceki paganlığı itham üzere söylediği 'cahiliye' de yetmez, onlar gerçekte yaşamamış olanlar, yaşamadan ölenler çağıdır modern insan için.
Modern çağın değerleri, ahlakı, siyaseti vs. savunma tutumu da tam olarak bağnazca ve uzlaşmazdır: Cebri bir dille modern insana bu değerlerin sadece modern dünyaya -bilhassa da Avrupa'ya- mahsus olduğunu anlatarak mevcut değerlerin dışında başka bir şekilde yaşamanın mümkün olmadığına ikna etmek ister. Bu bakımdan modern dünyanın ayırıcı özelliklerinden biri sadece yeni bir dünya olmak değil, son dünya olmasıdır. Yakın zamanlarda 'tarihin sonu' diye kavramsallaştırılan tartışmaların ana gerekçesi buydu. Alain Badiou özellikle Avrupa'nın ahlak ve insanlık hakları gibi değerleri savunmasındaki 'pazar' alışkanlıklarına dikkat çeker, gerçekte bu değerlerin pazar ile ilişkisi üzerinden savunulduğunu söyler. Burada da aynı durum ortaya çıkar: Pazara yararlı olduğu ölçüde değerler savunulur, pazara yararlı olduğu kadar ahlak, hukuk ve siyaset vazgeçilmez sayılır.
Değişimi ve yeniliği bağnazca savunmak
Düşünce tarihinde en kadim tartışmalardan biri 'sofist' bağnazlığa karşı metafiziğin bilgi anlayışını inşa çabasında yaşandı. Socrates, Platon gibi felsefi düşünceyi oluşturan ahlakçı düşünürler, sofistlerin 'göreceliğine' karşı değişmez ilkeleri arama çabasını temsil ederler. Sofistler insan için kesin ve değişmez yasa olamayacağını, her hükmün ve bilginin nihayetinde insanın ahvaline ve zihinsel durumuna bağlı 'değişken' bir kanaat olduğunu savunarak tam bir sübjektifliği insan idrakinin nihai tutumu saydılar. Doğruluğun ölçütü insandır ve insan her şeyi kendince idrak edebilir. Hal böyle olunca onlara kuşkucular, görececiler denildi. Görececi bir tutumdan beklenen ise bizzat kendi düşüncelerini 'tereddütlü' bir dille anlatmaları, bir kuşku barındıracak şekilde kanaatlerini beyan etmeleridir.
Bununla birlikte onların düşüncesinde bir çelişki ortaya çıktı ve metafizikçiler bu çelişkiyi fark ederek onları eleştirdi, düşüncede ve ahlakta değişmez 'sabite' fikrine buradan hareketle vardılar. Onlar her ne kadar göreceliği savunuyor olsalar bile, öyle katı bir hüküm şeklinde bunu dayatıyorlardı ki nihayetinde verdikleri hükümler kesin ve uzlaşmaz kanaate dönüşüyordu. Bu yaklaşıma karşılık Platon gibi filozoflar şöyle dediler: Siz bilginin ve kesin bir hükmün mümkün olmadığını belirtip insan hakikatin ölçütüdür diyorsunuz fakat bu sözünüzü göreceli bir şekilde değil, kesin ve uzlaşmaz bir üslupla söylüyorsunuz." Bu itiraz gerçekten de sadece sofist iddiayı değil insanın herhangi bir konu hakkındaki genel tutumunu belirleyen 'duygusal' üslubuna yönelik en tutarlı eleştiri haline geldi. Vakıa bilginin görece olduğunu savunmak bile kesin bir dile dönüştü, düşünce ile üslup arasında ortaya çıkan bariz fark, düşüncenin çıkmazı haline geldi.
Modern dünyadaki tutum da tam olarak böyledir: Bu dünya içinde hangi konu ele alınırsa alınsın onun savunulması mutlak bir kesinlik ve tahakküm edici bir dille yapılır. Buradan meseleye bakınca düşünce alanındaki değişim bir yana üslup ve tutumda ciddi bir değişim oluşmadığını, insanın aynı kesinlik ve siyah-beyaz açıklığıyla hareket ettiğini fark edersiniz. Modern dünya öteki dünyalardan 'aydınlanma' fikriyle ayrışarak bir öncesini karanlık ve dogmatik çağ kabul etmiş, o dünyanın temsilcilerini hatta ona merak duyanları, bağnaz, gerici, dogmatik ve cahil olarak itham etmiştir. Vakıa öyle bir çağın olup olmadığının önemi yoktur. Modern çağ için önemli olan şey, yeninin kendini savunma dili, kullandığı üslup ve araçların bir rakibe ihtiyaç duymasıdır. Rakip tehlike olarak anlatıldığı ölçüde modern çağ kendini meşru sayabilecektir.
Modern dünya aydınlanma üzerine kurulu olsa bile aydınlanmanın ilkesini teşkil eden kuşkuculuk, eleştiri bu düşüncenin ürettiği kurumlarda hiçbir şekilde ortaya çıkmaz. Bu yönüyle insanların herhangi bir şeyi savunma tarzı tarihin bütün dönemlerinde bir değişiklik göstermeyerek 'sofistlerdeki çelişki gibi' aynı tarz devam etmiştir. Bunun sonucunda ise insan bağnazca bulduğu düşünce ve hayat tarzlarını bile 'bağnazca' eleştirmekten geri durmamıştır.