BAĞNAZLIK ÖTEKİNİ REDDETMEKTİR
Kadim devirlerde ya da Orta Çağ'da olsun, insanlık tarihi boyunca her toplumda bağnaz görüşler var olmuş. Bunları yeni türevleriyle birlikte modern dünyada da görüyoruz. Bağnazlık deyince ne anlamalıyız?
Bir düşünceye körü körüne bağlanmak, kendi gittiği yolun tek doğru yol olduğunu düşünmek, o yolun dışındaki her türlü farklı fikre kapalı olmaktır bağnazlık. Diğer adıyla ifade edersek taassup zayıf insanların, kendini geliştiremeyenlerin tepkisidir. Dolayısıyla her kesimde bağnaz bulunabilir. Bu açıdan bakıldığında çok yüksek seviyedeki bir tıp doktoru da yenilikçilik beklediğimiz bir sanatçı da mesleki anlamda çok bağnazca davranabilir. Bir teknik eleman, bir mühendis de işiyle alakalı bağnaz bir bakış açısına sahip olabilir. Her alan ve topluluk için söz konusu bu tanımlama. Bugün baktığımızda bazı dindarların yeni olan her şeye karşı çıkması da diğer kesimlerin geleneksel olanı tamamen reddetmesi de aynı seviyede bağnazlıktır.
Belki örneklerle anlatmak daha iyi olur. Mesela Abbasi dönemindeki tercüme hareketi hiç korkmadan eski Yunan'ı tercüme etmiş, tartışmış, o kadar ki Aristo'ya "Muallim-i evvel" unvanını uygun görmüş bizim âlimlerimiz. Bugün ABD'nin yaptığı gibi ilim, fikir, sanat insanlarını devşirmişiz ve bundan hiç çekinmemişiz, endişelenmemişiz. Az önce zayıf insanların tepkisi derken bundan bahsettim. Güçlü olduğumuz zamanlarda yeniliğe daha açık
olmuşuz.
İnsanlar bağnaz fikirleri kabul ederken ne düşünerek kabul ediyor? Bu fikirler ya da oluşumlar onlarda nasıl bir ihtiyacı dolduruyor?
İnsanda bir yere ait olmak bir ihtiyaçtır. Tabii ki belli merkezlerde toplaşmalar olacaktır. Bir yere muhabbetiniz artacak, aidiyet duygunuz gelişecektir. Sanatta, siyasette, sosyal yaşamımızda, bir fikre ya da bir ekole ait hissetmek çok normal. Bir kafeye bile daha yakın hissediyoruz kendimizi. İnsanın temel bir eğilimidir bu. Sosyal hayatta bir topluluğa ait olmak, o topluluğun içinde kalmak kişiye bir güvenlik alanı sağlar.
Bunun aksine yeni bir fikirle karşılaşmak veyahut bugüne kadar bildiği bir şeyin yanlış olduğunu öğrenmek insanda bir gerginlik oluşturur. Diğer yandan konfor alanında kalmak insana rahatlık sağlar. Bir fikre veya bir gruba bağnazca bağlandığınızda hayatınız boyunca hiçbir şey üzerinde
çok düşünmek zorunda kalmazsınız. Sadece o gruba ait yazılanları okursunuz, oradaki kişileri dinlersiniz, onların toplantılarına katılırsınız,
yalnız o gruptaki insanlarla sosyalleşirsiniz. Her şey sizin için düşünülür, bütün sorunlar sizin için çözülür, bütün cevaplar sizin yerinize hazırlanır. Bu cevapların yanlış olduğunu söyleyen hiç kimseyle karşılaşmazsınız bile. İşiniz, sosyalleşme ihtiyacınız, himayeniz, ihtiyaçlarınız o habitatın içinde kolayca ulaşılabilir şekilde hazırdır. Hatta kime oy kullanacağınızı bile dert etmezsiniz. Konfor alanımızda bizi onaylayan insanlarla, bir yankı odasında "en doğrusunu biz biliyoruz, biz yapıyoruz" diyen bir kitleyle yaşıyor olmak gerçekten çok rahattır. Peki, insan kendini dünyaya bu kadar kapattığında, düşünmeyi bıraktığında geriye ne kalır? Seyahat edelim, yiyip içelim, üstümüzü başımızı, evimizi barkımızı süsleyelim, hasılı çok kazanalım, çok harcayalım dışında neyle meşgul oluruz? İşte bu noktada farklı sorunlar ortaya çıkmaya başlar.
Burada aslında birey olmaktan bahsediyoruz ama her insandan birey olmasını bekleyemeyiz. Bireyselliğin zirve yaptığı ABD toplumunda bile herkes bireyleşme sürecini tamamlamış değil. Orada da çok sayıda kült topluluklar, masonik yapılar var ve çok fazla insan oralara üye olmak istiyor. Üniversitelerde birtakım topluluklar var, oralara katılmak istiyor herkes. Çünkü o gruplara dâhil olduğunuzda sosyal konumunuz daha güçlü olur.
Sonuç olarak bir sosyal topluluğa ait olmanın getireceği hayatı kolaylaştıran ve hızlı ilerlemeyi sağlayan konfor, ortalama insanın ihtiyacıdır. Bunu yok saymanın ve herkesten en üst seviyede sorumluluk taşımayı, bütün hayati adımları kendi kararlarıyla atmasını, kendi hayatının bütün sorumluluğunu üstlenerek mütekâmil bir kafa taşımasını beklemek de biraz zor.
Burada biraz dini yapılardan bahsetmek gerekirse evet bugün bazı oluşumlarda bu mutaassıplığı görüyoruz. Burada bağnazlığın hangi noktada başladığını görmek çok önemli. Bir kanaat önderi ya da bir hoca, eğer insanlara başkalarının yazdıklarını da okumalarını tavsiye ediyorsa ondan korkmamak gerek. Sadece kendi fikirlerini destekleyen yazarları ya da kendi cemaatinin ürettiği kitapları okumayı, sadece o sohbetleri dinlemeyi
öneriyorsa işte bu bağnazlığı hazırlayan bir yaklaşımdır. Bunu çok uzun yıllardır dile getiriyorum. Ama bunu tek bir alan için söylemediğimin altını çizeyim.
Bağnazlık, dogma ya da taassup dediğimiz düşünceler hangi noktada insan ve toplum için tehlikeli olmaya başlar?
Bağnazlığın en bariz kriteri ötekini reddetmektir ve öteki dışlandığı zaman tehlikeli olmaya başlar. Her toplumun kendi tarihi boyunca farklı bağnazlıkları vardır ve her toplumda bağnazları içine alan belli kültürler, belli gruplaşmaları da vardır. O gruplaşmalar "bizim dışımızdaki yollar gereksiz veya yanlış, biz her şeye yeteriz, en doğru biziz" dediği zaman tehlikeli hale gelir. FETÖ böyle demeye başladığı andan itibaren toplum için bir tehlike oluşturdu. Ben tarihçi değilim fakat düşünüyorum da eskiden bir Kadiri'yle ya da bir Nakşi'yle karşılaşınca onlar da "bizim yolumuz doğru, siz yanlışsınız" diyor muydu? Bunların birer meşrep farklılığından ortaya çıktığını, hepimizin hedefinin aynı olduğunu, Allah'a giden sayısız yolların olabileceğini, herkesin kendi mizacına uygun bir yoldan ilerleyebileceğini düşünüyorlardı.
Mesela vakit bulduğumda halk dindarlığını etkileyen klasik kaynakların şöyle üç beşini baştan sona bir toplulukla okumak istiyorum. Bakıyorum selefimiz, her biri kendi meşreblerine ve seviyelerine göre Delail-i Hayrat okumuşlar, Marifetname okumuşlar, Mektubat okumuşlar, Müzekki'n-Nüfus okumuşlar. Bazıları daha farklı menakı ve destanları okumuş. Bunları bugün okuduğumuzda bize hikaye gibi geliyor. Söylenenlerin dini kaynaklarda yerini aramaya başlıyoruz hemen. Ama belli seviyedeki insanlar o kaynaklar vasıtasıyla yüksek dini duygulara bağlanıyor. Şimdi biz bu insanları
bağnazlıkla niye suçlamıyoruz? Çünkü ötekini reddetmiyor.
Peki, günümüze gelirsek eğer bilgi çağında hâlâ bu gibi fikirlerin bu kadar yaygın olması neden sizce?
Ben bilimsel gelişmeler ile psikolojik tekâmülün eş zamanlı ilerlemediği kanaatindeyim. Mesela ABD bugün teknolojide en önde gidiyor, uzayı
fethediyor. Fakat toplumuna bir bakıyorsunuz, bir sürü insan bir kült gruba girip topluca intihar ediyor. Oradaki evsizleri birkaç kez yakından gözlemleme fırsatı buldum. Çok etkilendim, çok üzüldüm gerçekten. Evsiz olmak sadece bir parkta oturmak değil. Banyo yapması, en basitinden elini yıkaması için 40 farklı çözüm bulması gerekiyor her seferinde. Bu devlet uzayda koloniler kuruyor ama toplumunu evsiz bırakıyor. Bunlar dünyanın en gelişmiş, en modern toplumu değil mi yani? Bilimin, teknolojinin gelişiyor olmasıyla insanlığın, psikolojinin, sosyolojinin gelişmesi aynı ilerlemiyor maalesef.
Yine altını çizeyim; bir yere ait olmak çok primitif bir ihtiyaç. Kişi bir fizik kitabı okuduğunda değil, biriyle konuştuğunda, onunla yakın ilişki kurduğunda, anlaşıldığında kendini daha iyi hissediyor. İnsanın temel ihtiyaçları hiçbir dönem değişmiyor, Maslow'un teorisi hâlâ geçerli. Bugün olması gereken şey o temel ihtiyaçların bu bilimsel gelişmeler içerisinde sağlıklı bir şekilde karşılanıyor olması. Bu temel ihtiyaçlar öyle bir şey ki sağlıklı bir çerçeveden karşılanmadığında insan onu sağlıksız yerlerden almaya başlıyor. Şöyle düşünün. Mesela temiz yemek bulamıyorsunuz. "E, o zaman yemeyeyim" demiyoruz değil mi? Sağlıksız yiyeceğe yöneliyoruz. Çünkü başka yemek yok. Psikolojik ihtiyaçlar da böyle. İnanma ihtiyacını siz doğru kaynaklardan gidermezseniz ruh onu mutlaka bir yerlerden karşılamaya çalışacak. Bu yüzden bugün bu kadar bilimin, teknolojinin geliştiği dünyada bizler yeni bağnazlıkların ortaya çıktığını görüyoruz.
Yeni bağnazlıklardan kastettiğiniz nelerdir?
Kapitalist sistem kendi bağnazlıklarını üretiyor. Edward Bernays'in hayatını anlatan "Ben Devri" belgeseli kapitalizmin nasıl işlediğini çok iyi anlatan bir içerik. Belgeselde tüketimi herkesin değer verdiği belli değer yargılarıyla özdeşleştirmeniz gerektiğini söylüyor. Mesela kapitalizm öncesi Amerikan toplumuna baktığımızda çok tutumlu olduklarını görürüz çünkü toplum göçmenlerden oluşuyordu ve bu insanlar bulundukları yere tutunmak, orada kalmak istiyorlardı. Tadilat işlerine kadar her şeylerini kendileri yapıyordu. Edward Bernays ve onun fikirlerine yakın insanlar bu toplumu tüketime alıştırmanın yollarını aradılar. Böylece toplumun algılarıyla oynanmaya başlandı. Bu yöntem tarih boyunca Yahudilerin yaptığı bir şeydir. Bernays da zaten Yahudi kökenli Amerikalı. İstiyorlardı ki sadece ihtiyaçtan ötürü satın alınmasın. Mutluluk ve haz için de satın alınsın.
Biz de o çarkın içindeyiz. Toplumlara sadece ihtiyaç için değil; haz için, keyfimiz için de satın almalıyız düşüncesi öğretiliyor. Bu çarkın içinde yer almazsan bu sefer demode olursun, ait olduğun gruptan dışlanırsın ya da başka bir etiket yapıştırılır üzerine. Dolayısıyla tüketim kapitalist
kültürün bize dayattığı bir çeşit bağnazlıktır. Tüketim kültürünün oluşturduğu bağnazlığın arkasında kapitalizmin çok satma ihtiyacı yatar. Manevi değerlerden kopmuş, hayatın daha çok maddi yönlerinden tatmin olma odaklı insanların bu yönelimleri zamanla onları bağnazlaştırıyor.
Bir yandan da siz insanların aşırı derecede "ben" odaklı bir hayat yaşadığından da bahsediyorsunuz.
İnsanlık kendi dışında bir hakikatle bağını kurduğu sürece doğru bir yere yöneldiğini hissediyordu ve savrulmadan yaşayabiliyordu. Batılısı da Hintlisi de tüm toplumlar bu düşünceye sahipti. Herkesin bağlandığı bir hakikat vardı. Biriyle konuşurken onun ait olduğu inancı ve kültürü bildiğinizde
neye bağlandığını da biliyordunuz. Günümüzde ise bu biraz değişti. Herkesin kendine ait bir inancı var. Herkes kendi değerlerini, kendi inançlarını, kendi doğrularını kendisi üretiyor. Bir inançtan diğerine, bir histen başka bir hisse savruluyoruz. Bugün bu sistemin etkisindeki psikologlar bize şöyle
söylüyor; "Bir şeyin doğrusu ya da yanlışı yoktur. Senin kendini nasıl hissettiğin önemlidir". Peki, ben iyi hissettiğimde karşımdaki kötü hissediyorsa? Böyle bir zihniyet bizi nereye götürür bilmiyorum. Eski bir söz vardır; "Bir şey haddini aştığında zıddına inkılap eder." Haddini aşan bireyleşme,
parçalanmaya ve ortada hiçbir hakikatin, hiçbir ortak değerin kalmamasına yol açıyor.
Bağnazlık neden dindarlara atfedilen bir şey gibi yerleşti peki? Her topluluğun kendi içinde bağnazları var hâlbuki.
Taassup, onun eski ifadesiyle mutaassıp olmak, yakın geçmişe kadar iyi bir anlam ifade ederdi. Kısaca "dindar" demekti. Şimdi düşününce anlıyoruz ki dindarları "mutassıp" diye tanımlamak aslında şu demekmiş; "Dindar aileler bağnazdır, her türlü yeniliğe kapalıdır." Bu bize söylene söylene
biz de o kadar içselleştirmişiz ki "taassup" kelimesini, aynı oto-oryantalizm kavramında olduğu gibi bir süre sonra kendi kendimize bu yakıştırmayı kabul etmişiz. Şaşılacak bir şeydir ki yakın zamana kadar birilerinden iyi bir şekilde bahsederken "çok mutaassıp bir aile" olarak tanımlıyorduk. Bizler
için de pek de pejoratif bir ifade değildi, aksine tanımlayıcıydı. Dolayısıyla ben taassup kavramının toplumumuzda Müslümanları tarif eden bir terime dönüşmesine üzülüyorum. Biraz bunda bizim de korkularımızdan kaynaklı payımız var. Seneler öncesine bakarsak dindar insanlar son 100-150 yıldaki dönüşümlerden korunmak amacıyla kendilerini dışarıya karşı çok kapatmış. Kızlarını okula göndermemişler, çocuklarını üniversiteye yollamamışlar, bozulmalarından, dejenere olmalarından korkmuşlar. Onları yargılamıyorum. Belki ben de o devirde yaşasaydım öyle bir tepki gösterirdim.
Seküler mahallelere baktığımızda da son zamanlarda Batı'dan ya da Uzak Doğu'dan farklı spritüal inançlara yönelim görüyoruz. Bu yönelimlerin bir akıma dönüşüyor olmasının sebepleri nedir?
Umberto Eco bir kitabında diyor ki; "İnsan Tanrı'yı reddettiğinde hiçbir şeye inanmaz hale gelmez, her şeye inanır hale gelir." Çünkü az önce konuştuğumuz gibi inanmak ya da bağlanmak insanda temel bir ihtiyaçtır. Bağnazlık da bağlanma ihtiyacından kaynaklanır. Bugün "yeni çağ dini akımları" denilen akımlar da insanın bu ihtiyacı sebebiyle gittikçe yaygınlaşıyor. Şinasi Gündüz Hoca'dan dinlemiştim, ABD'de yeni çağ dini akımlarının müthiş para getiren bir sektör haline geldiğini anlatmıştı. O kadarmış ki ticareti bırakıp tarikat kuran insanlar var. Adam normalde tüccar, bakıyor ki ticaretten para kazanmak zor. Biraz hitabeti ve karizması varsa tarikat kuruyor hemen. Girişi paralı olan o toplantılara salon
dolusu insan şifa bulmak için gelmeye başlıyor. Bizim ülkemizde de zaman zaman birtakım sapkın topluluk liderleri ortaya çıkıyor. Lüks çiftliklerde yakalanıyorlar. "Bu adam ne iş yaptı da bu parayı kazandı?" diyorsunuz. Hayatı boyunca yaptığı bir meslek yok. Sadece bir topluluğun başına geçmiş, onları kurtuluşa inandırmış, onlar da kendisine para akıtmış. Bugün bu alanlara çok ciddi bir yönelim var.
Ben karşı mahalleden aklı başında bulduğum birkaç kişiyi takip ediyorum, dinliyorum. Yaptıkları, ürettikleri işler cidden güzel. Onlarda şunu gözlemliyorum; çok ciddi bir şekilde Uzak Doğu'ya, Hindistan'a gitme eğilimi var. Gurulardan eğitimler alıp geliyorlar. Nedeni çok basit tabii ki. Ruhun ihtiyaçları var. Maddenin ötesindeki bir şeyle temas kurmak istiyor insan. Bu inançlara biz yeni diyoruz fakat onlar bizim için yeni. Normalde hepsinin binlerce yıllık kökeni var. Hindistan'daki bir gurunun ibadetlerini, ritüellerini incelediniz mi bilmiyorum. Hiçbiri böyle tertemiz, falan değil. Ayrıca bana göre Uzak Doğu'daki o inançlar toplumları bastırmak için üst tabaka tarafından icat edilmiş dinler. Kast sistemi ne söyler insana mesela? Siz doğduğunuz toplumsal sınıfla barışık olmalısınız ve ona rıza göstermelisiniz. Burada siz çok itaatkâr, munis olursanız, size düşen rolü çok güzel bir şekilde oynarsanız, sonraki hayatınızda bir üst kasta yükselebilirsiniz. Bu aslında en tepedekilerin en alttakileri yönetme ve sömürme tekniğidir. Dolayısıyla aslında güneşin altında yeni bir şey yok. Sadece yeni isimlerle söylüyorlar.
Bugün "evrene istek gönderme" gibi yeni kelimeler dilimize yerleşti diyebiliriz aslında.
Bu insanlara bakınca şunu görüyorum; sadece Allah diyemiyorlar. Bu inançlar onlara kendilerince daha yeni geliyor. Allah dediklerinde gelecek tarihi, siyasi hiçbir çağrışımı kabul etmek istemiyorlar, hiçbir kültürel hatıranın içinde olmak istemiyorlar. Allah demek nasip olur inşallah. Ben kişisel
gelişim tarzında yazılmış bu tip spritüal birkaç kitap okudum. "Büyük güç" diyor, "evrensel zekâ" diyor, "evrenin ruhu" diyor, bunlar gibi kavramlar söyleniyor. Onların yerine Allah kelimesini koyun, otomatikman tasavvufi bir kitap oluyor. Mesela "isteğini evrene gönder" diyorlar. Evren kelimesi
yerine Allah kelimesini koyduğunuzda oluyor zaten. Acizane bir şey söyleyeceğim; ben gerçekten samimi ve saf bir şekilde ruhunun ihtiyacını karşılamak için arayışta olanların, bu arayışı kötülüğe ya da şirke dönüştürmeyenlerin çabasının Allah katında karşılıksız kalmayacağını düşünüyorum. Bu inançları pazarlayan ve insanları sömürenlerden bahsetmiyorum fakat diğerlerine çok üzülüyorum. Su arayan ama suyu bulamayan birisi gibi düşünüyorum. Oturup ölmeyi beklemiyor da arıyor. Mesela Aborijinlerin hayatını okuyorsunuz. Öyle büyük bir güce inanıyorlar ki o güce Allah diyememişler. O arayış da boşa gitmeyecektir diye düşünüyorum.
İnsan gerçekle safsatayı nasıl ayırt etmeli peki?
Hepimizin bağnaz tarafları var. Kendi taraflarımızı görmek, kendimize karşıdan bakmak, bunu yapamıyorsak bize söylenmesine açık olmak gerekiyor. Bakın bazı bağnazlıklara da ihtiyacımız var. Burada bahsettiğim bağnazlıkları tırnak içine almak istiyorum. Mesela vatan benim kırmızı çizgimdir. Vatanımın parçalanmasına, işgaline, sömürülmesine bağnazca karşı koyarım. Gazzeliler bağnaz yani değil mi? Dünyada başka bir yere gitmeden o topraklarda ölmeyi seçiyorlar. Körü körüne, hiç tartışılmayacak şekilde. Bizlerin de böyle tartışılmaz temel ilkelerimizin olması gerekiyor mutlaka. Burada önemli olan bağnazlıklarımızı, bağımlılıklarımızı ya da taassubumuzu iyi seçmek. Asla vazgeçmeyeceğin şeyler nedir? Fani şeyler mi, baki olan mı? Allah'ın değer verdikleri mi, senin kendi kendine ürettiğin değerler mi? Bunlar olmazsa boşlukta yüzen bir cisim gibi olmayız? Mevlâna'nın pergel metaforunu unutmayın. Bir zemin olmak zorunda ve ben ayağımı o zemine dayandırmalıyım.