“Filin bütünü”nü görene övgü olarak Mevlâna’yı okumak
Dinî ve ahlaki hayatın en zor meselelerini izah etmek üzere yazılmış bir "fıkh-ı ekber"den hikâyeler ve masallar derlemek dünyanın garip bir cilvesidir. Bu itibarla "Mesnevî'den hikâyeler ve masallar" diye başlayan eserler, Mevlâna'nın bizzat kendi adının verilmiş olduğu ticari kurumlar, yemek adlarından bile tuhaf gelir bana.
Demek ki Mevlâna ne yaparsa yapsın, müşterek muhayyilemiz eserini bir tür masal-hikâye kitabı, kendisini de 13'üncü asrın hoş hikâyelerini anlatan bir şair olarak görmüştür. Mevlâna bütün gayretiyle bizi "sazlığa", yani hakikatimizin bulunduğu asıl vatana dönmeye davet ederken biz onu burada olmaya ve buranın ahvali üzerinde konuşmaya zorlarız.
Bir düşünür veya yazar ne yaparsa yapsın, muhayyilenin ona giydirdiği kimliği aşmak zor; belki düşünürü tanımanın önündeki en ciddi engellerden biri muhayyilenin giydirdiği kimliği aşmaktır. Eserlerine dönük bu bakış açısı Mevlâna çizimiyle de ikmal edilir; oldukça yaşlı ve cübbesine bürünmüş bir "dede" görüntüsü, gerçeğiyle bağımızı kopartarak duygusal ve zayıf bir zemine kaydırır ilişkimizi.
"Dede" imgesinin seçilmesi mühim, çünkü dede ile aramızdaki nesil farkı irtibatımızı tezyif eder. Neticede Mevlâna telakkimiz hikâye anlatan bir dede ile hazır cevaplarıyla imdada yetişen bir söz ustası arasında gider gelir. Mevlâna üzerindeki ilgide, bilginin yerini duygunun alması büyük düşünürün zihin dünyasını şekillendiren mirası hesaba katmamamızdan kaynaklanır.
Fili bütün görmek: Hakikati olduğu üzere idrak ve ahlak
Peki, Mevlâna'yı kim olarak görmeliyiz ve eserinin ana fikri nedir? Hiç kuşkusuz Mevlâna'nın düşüncesinin ana konusu "fili bütün görmek" şeklinde ifade edebileceğimiz külli ve yetkin bilgi arayışıdır. Bu arayış onu sadece yedi asırlık İslam mirasının kurucu düşünürlerinden biri hâline getirmez, kökleri asırlara dayanan metafizik gelenekle irtibatlandırır.
İslam'ın Doğu Akdeniz'e yerleşmesiyle Müslümanlar bu insanlık mirasını tevarüs etmiş, farklı dinî düşünceler içindeki geleneklerle "metafizik" düşüncenin sorunlarını tartışmışlardır. Birbiriyle bazen çatışan bazen destekleyen gelenekler bir amacı hiç ıskalamadı: Zihnin bütün dikkatini, hakikati olduğu hâl üzere idrake vermek. Başından itibaren hakikati olduğu hâl üzere idrak etmek tasavvufun temel maksadı idi. Tasavvuf bir teyakkun, yani hakikate dair gerçek ve kesin bilginin aranışı idi.
Sufiler ahlaklanma ve tezkiye yöntemiyle hakikat ile sahici ilişki kurabileceğimizi savunan ilk ekoldü. Onların iddiasına göre doğru bir ahlak, aklımızı yetkinleştirecek en sağlam ve güvenilir yoldur (pratik akıl). Bu amaçla akıl ahlakı var ederken, ahlak aklı terbiye eder ve "sahih" hâle getirir.
En nihayetinde aklı tam olan insan "ahlakı tam" insan olduğu gibi bunun tersi de doğrudur: Ahlakı tam olan insan eşyayı olduğu hâl üzere idrak eden akıllı insandır ki, o da Hz. Peygamber'dir. Sufiler buradan hareketle hakikati aramayı "hakikate ulaşmış" insanın izinde gitmekle sınırlayarak yöntemi sünnete uymak şeklinde tescil etmişlerdir. Bu meyanda zihnimizde birkaç hususu belirginleştirmek gerekir.
Hakikat ve hakikate ulaşan insan tasavvuru
Hz. Peygamber tam ve yetkin anlamıyla hakikate eren kişidir. O zaman hakikat kapısı insana açıktır ve onun ulaştığından başka bir hakikat talebinde değiliz. O bize bir yöntem bırakmıştır: Hakikate gidebileceğimiz başka bir yol da yoktur. Bu ilkeler dâhilinde ahlaklanma ve nefs terbiyesiyle aklımızı kemale erdirmek, bu akıl sayesinde ise hakikati idrak etmek tasavvufun gayesiydi. Mevlâna'nın eserinde birçok hikâyenin gizli veya açık öznesi bu nedenle hep Hz. Peygamber'di. Mevlâna'yı ve eserini anlamada en belirleyici nokta burasıdır: Onun kimin adına ve kime dayanarak konuştuğunu bilebilmek.
Bu noktada Mevlâna'nın hakikat ve hakikate ulaşan insan tasavvurunu iki hikâye üzerinden ele alabiliriz:
Birincisi, karanlık mekânda fili tanımaya çalışan insanların hikâyesidir. Hikâye bilinçli bir amaca doğru bizi sevk ederek sorundan çözüme doğru intikal eder. Hikâyenin cazibesinden kurtulup anlatılana odaklanabilmek için sorunun tespiti ile çözüm kısmını ayrı ayrı düşünmek gerekir: Karanlık odadaki insanlar bir fili nasıl tanıyacaklar?
Onların duyulardan başka imkânları olmadığına göre herkes dokunduğu kısmı fil sayarak bir hüküm verecektir. Bununla birlikte kimse bilgisinin eksik olduğunu da düşünmeyecektir. Birine göre fil ayaktır, başka biri "fil hortumdur" diyecektir. Fili bütün olarak gören biri varsa tartışma bitecek; insanlar tikel ve cüzi bilgiden tümele intikal edeceklerdir. O zaman soru şudur: Gerçekte fili bütün olarak gören var mıdır yok mudur?
Fili bütün olarak gören insan Hz. Peygamber'dir. Biz onun hakikatin tümünü gördüğünü düşünerek hakikati onun yolunda ararız. O hakikatin tümünü görmüş, bize de onun bilgisini ve yöntemini getirmiştir. Yöntem iman-ahlaklanma yoluyla aklımızı ikmal yöntemidir. O hâlde filin bütününü görebilmek, ahlak köprüsünden geçmeye bağlıdır. Mesnevî'yi bir ahlak ve tasavvuf kitabına döndüren budur.
Çoban ile Hz. Musa: Teşbih ve tenzih arasında hakikat bilgisi
Mesnevî'nin en zor hikâyelerinden biri çoban ile Hz. Musa'nın hikâyesidir: Bir yanda dine dair bilgisi olmayan samimi çoban öte yandan dini tebliğle yükümlü peygamber! Hikâye peygamberin, çobanın samimi dindarlığını nebevi bilgiyle bozması sebebiyle azarlandığını anlatır. Çobanın samimiyet merkezli bilgisiz-dindarlığı ile nübüvvetin formel dindarlığı arasındaki çelişkinin en iyi ele alındığı yer burasıdır.
Hayatın her alanında kurumsallığı onaylayabiliriz, her işin bir yolu ve yordamı olmalıdır diyebiliriz. Her birimiz akıllı ve düşünen canlılar olsak bile düşünmek için sistematiğe ve yönteme ihtiyaç vardır. Bilimler ve sanatlar bu şekilde ortaya çıkar ve gelişir. Peki, Allah ile irtibatımız için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Daha açık anlatırsak, Allah ile konuşmanın bir usulü ve yordamı olabilir mi?
Necmeddin Kübra "Allah'a giden yollar nefisler sayısıncadır" demişti. Böyle bir yaklaşım insan ile Allah arasındaki irtibatın hesaba-kitaba gelmez yönlerine işaret ederken bireysel dindarlığın imkânlarına vurgu yapar. Kübra "sonsuz sayıda yollar" dese bile, şeriat ve hatta tarikat belirli sayıdaki yolları içerir.
Öte yandan bazı ayet-i kerimeler sonsuz yollar anlayışına imkân arayabilir: Her şeyden önce Allah'ın kula şah damarından daha yakın olması, Allah'ın her şeyle beraber olması gibi tabirler Kübra'nın düşüncesinin kaynağıdır. Acaba çobanın din anlayışını bu kapsamda "yaratıklar sayısınca olan yollardan biri" olarak düşünebilir miyiz?
Allah şah damarından daha yakın olduğu kuluna dilediklerini fısıldar, dilediği bilgileri ona verebilir. Kübra'nın bakış açısını teyit eden başka bir örnek Bayezid-i Bistami'de geçer. Bistami şöyle der: "Bir ara insanları Allah'a davet ettim, dergâh-ı ilahiye vardım, herkes oradaydı, bir ben yokmuşum."
Bayezid'in sözleri her insanın Allah ile bir irtibatının olabileceğini anlatmak üzere söylenmiş olmalıdır. Ancak sorun çözülmüş değildir: Her insan ile Allah arasında bir irtibat varsa ve bu irtibat üzerinden kuralsız bir dindarlık tesis edilmişse nübüvvet ne olacaktır? Nübüvvet dinî hayatta sistematik ve usule mutabık olanın bilgisini getirdi: Allah hakkında herhangi bir şekilde konuşmak yetmez, bir usul ve yönteme göre konuşmak gerekir, şanına layık şekilde. O'na ibadet etmek yetmez, bilgiye ve yönteme göre ibadet etmek gerekir vs…
Akıl-hayal gücü ilişkisi ya da çelişkisi
Bütün bunlar nübüvvetin dinî hayatı düzenleme amacını anlatır. Bu durumda nübüvvetle ortaya çıkan dindarlık ve din bilgisi (ilahiyat ilimleri), filozofların bilgi-düşünme yeteneğimizden bilimleri inşa etmeleri gibi dindarlığımızın kural ve usulünü belirleyen sistematik yapıya karşılık gelir. Hikâye bu çelişki üzerinde odaklanır:
Çoban sazını eline almış, türkü söylemektedir: "Allah'ım senin kimsen yoktur, gelsen de sana çorba pişirsem" diyormuş. Hz. Musa çobanı "Allah'a böyle dua edilir mi?" diye azarlamış, onun türküsünü bölmüş. Çoban nasıl yapılamayacağını duymuş da Allah'a nasıl dua edileceğini anlamamış. Allah Hz. Musa'yı ikaz ederek çobanın samimi dindarlığını bozmamasını söylemiş.
Hikâye ilahiyat biliminde teşbih ve tenzih problemi olarak yer alan ana sorunla ilgilidir. Çoban teşbihi ve hayal gücünü temsil ederken Hz. Musa ise tenzihi ve akıl gücünü temsil eder. Teşbih, Allah ile irtibat kurmamızı mümkün kılarken tenzih irtibatımızı güçleştirir, aramızdaki mesafeyi uzatır. Dini düşünce irtibat kurabileceğimiz –konuşabileceğimiz, bizi hesaba çekebilecek ve bizimle konuşacak bizim gibi- bir Tanrı anlayışına dayanarak deist telakkilerle bağını kopartır.
Allah'ı var kabul etmek yetmez, O'nunla irtibat kurabilmemiz gerekir. Özellikle dua, dinî hayatın kurucu unsurudur: Konuşabileceğimiz bir Allah anlayışı duayı mümkün kılar. Fakat deizme karşı teşbihçi bir anlayışı benimseyen din, dindarların bir kısmındaki aşırı teşbihe karşı bu kez tenzih diline yönelir. Din bilimleri bu durumu tevil, yani nasların akla göre yorumlanmasıyla yapar. Bu durumda din içinde ikili bir tutum ortaya çıkar: Tenzihçi ve teşbihçi eğilimler.
Çoban hikâyede teşbihi temsil ederek bu dilin iktiza ettiği yakınlık, sevgi ve ilgiye dayanır. Bu anlayış içinde Tanrı bizim gibi arzu duyan, yalnızlık çeken, ihtiyaçları olan, bilinmek isteyen, kullarıyla irtibat isteyen biridir. Çoban da iyilik yapmayı "bizzat Tanrıya iyilik yapmak" şeklinde düşünerek bir takım iyiliklerde söz eder. Tanrı'ya çorba pişirmek, çoraplarını yıkamak, bitlerini ayıklamak vs.
Burada belirttiği iyilikler insanın insana yaptığında erdem kabul edilebilecek iyiliklerdir. Ancak nübüvvet dilini temsil eden Hz. Musa için bunlar cisimleştirici ve insan biçimli tanrı telakkisidir ve hakikate aykırıdır. Bu durumda hikâye dinî hayat içinde iki temayülü karşı karşıya getirir: Tenzihçi ve teşbihçi, başka bir anlatımla akılcı ve hayalci Allah anlayışı!
Tenzih-teşbih dengesi
Buradan Necmeddin Kübra'ya tekrar dönebiliriz. Kübra'nın söylediğimiz sözünün dinî düşüncede söylenmiş olmanın ötesinde bir ehemmiyeti yoktur. Tasavvuf o sözü bilmiş fakat hiçbir şekilde takip etmemiş, onu genel ilkelerle yorumlamış, bunun yerine şeriatı, onun içindeki tarikatı esas alarak marifet ve hakikati sınırlı yollarda aramıştır.
Cüneyd-i Bağdadi'den itibaren gelişen ve daha sonra tarikatları da şekillendiren ana tasavvuf anlayışı, "sınırlı yollar" üzerine kuruldu. O zaman şunu tekrar sormamız lazım: Acaba nübüvvet çobanın bireysel ve teşbihçi din anlayışını onaylar mı? Galiba sorunun cevabı evet ile hayır arasında bir yerdedir.
Nübüvvet önce evet diyebilir; çünkü çobanın zihninde Tanrı'nın varlığı, Tanrı ile irtibat ve Tanrı'nın keyfiyeti hakkındaki bilgiler dinin başlama zeminidir. Bu bilgilerin bir kısmı nübüvvetten önce olabileceği gibi nübüvvetten duyulmuş da olabilir. En azından Allah'ın varlığı bilgisi meselesi nübüvvetten önce olmalıdır. Bu yönüyle nübüvvet çobanın bilgilerinin bir kısmına ve samimiyetini onaylar. Ancak nübüvveti burada tam onaylayıcı hâle getirmek de mümkün değildir.
Akıl-hayal gücü uzlaşması mümkün mü?
Başka bir anlatımla Hz. Musa'nın azarlandığını düşünmek büyük hata olur. Bu itibarla Mesnevî'deki hikâye, çobanın basit ve kuralsız dindarlığının şeriata karşı müdafaası olamaz; Hz. Musa'nın şeriatındaki derinliğe ve tenzih-teşbih dengesine dikkatimizi çekiyor olmalıdır. Nübüvvet, evet dediği yerde bu kez güçlü bir hayır ile insanı – kabiliyeti ne olursa olsun- yolculuğa çıkartır.
Mesnevî'de hikâyenin bu kısmı belirsiz bırakılmış olsa bile, genel tasavvuf telakkimizle hikâyeyi tamamlayabiliriz: Hikâyede Hz. Musa ile çoban arasındaki çelişki nübüvvet ile insan, akıl ile hayal arasındaki çelişkinin ortaya konulmasıdır. Nübüvvetin bilgisi insan kabiliyetine göre yorumlanır ve farklı derecelere aktarılır. Bu meyanda sadece tenzih dinî bilgiye uygun olmadığı gibi teşbih de insan zihnine ve kabiliyetlerine hakkını vermemek demektir.
İbn Arabi, Hz. Nuh'un davetinin başarısız olmasının nedenini sırf tenzihçi olmasına bağlar. Çoban ile Hz. Musa arasındaki farklılık Hz. Nuh (tenzih) ile kavmi (hayal, teşbih) arasındaki çatışmanın benzeridir. Peki, her ikisini uzlaştırmak mümkün mü? Muhakkik sufilere göre tenzih ile teşbihi (Hz. Musa ile çobanı) uzlaştırmak mümkündür, haddi zatında İslam şeriatı bu uzlaştırma üzerine kuludur: El-cem beyne't-tenzih ve't-teşbih (Tenzih ile teşbihin, akıl ile hayal gücünün uzlaşması)!
Bir kutsi hadiste Allah "Kulum! Ben hasta oldum, beni ziyaret etmedin, yemek istedim yemek vermedin, su istedim, su vermedin" denilir. Kul "Âlemlerin rabbi iken seni nasıl ziyaret ederim? Sana nasıl yemek veririm, sana nasıl su veririm" dediğinde "Falan kulum hasta olduğunda onu ziyaret etseydin beni orada bulurdun, falanca yemek-su istediğinde ona verseydin bana vermiş olurdun" der.
Hadis-i kutsi çoban ile Hz. Musa'yı uzlaştırabileceğimiz yegâne yöntemi bize gösterir: Çoban dinî hayattaki samimiyetini korumalıdır lakin Hz. Musa'nın dediği gibi Allah'ın çorba içmeyeceğini bilecek kadar da aklını kullanmalıdır. Samimi dindarlığını ise insana ve yaratıklarına hizmetle yerine getirecektir: Allah'ın kullarına hizmet, Allah'a hizmet demektir. Allah'a hizmetin yaratıklarına hizmet etmekten başka bir yolu yoktur.