Esir vatan: Rumeli
Yıllar boyu bize öğretilen, tembihlenen şu oldu: "Edirne'den Kars'a, Sinop'tan Hatay'a vatan burasıdır. Gerisi bizi ilgilendirmez." Gerisi yani geride kalanlar, bırakılanlar. Bir örnek vereyim ki, demek istediğim daha iyi anlaşılsın:
Eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin bir parçası olan Makedonya'daki Türkler, kurdukları "Yücel Teşkilatı" çatısı altında oldukça zorlu şartlarda varlık mücadelesi vermekteydiler. Yücelciler, yaşadıkları sıkıntıları ve taleplerini aktarmak üzere, Ankara'ya bir heyet gönderdiler. Fakat dönemin başbakanı olan İsmet İnönü, onları elleri boş bir şekilde geri gönderdi. Üstelik İnönü'nün görüşme esnasında Yücelcilere söyledikleri, Tito rejimi altında yaşadıklarından çok daha ağırdı: "Misak-ı Millî hudutları dışında Türk ve Müslüman unsuru diye bir şey kabul etmiyorum. Zaman çok vahimdir. Türkiye dışarı ile uğraşmamalıdır. Türkiye'nin başını ağrıtmayın." (Yücelciler 1947, Mehmet Ardıcı, İnsan Yayınları, Sayfa 16)
Vatan kavramını, kireçle boyanmış taşlarla sınırlayanlardan değilim. Bildiğim, gördüğüm, inandığım şudur: Türkiye, sadece bir ülkenin, bölgenin, coğrafyanın adı değildir. Türkiye, bugünkü mevcut sınırlardan ibaret değildir. Türkiye, Edirne'den başlayıp Kars'ta bitmez. Türkiye, Saraybosna'dan, Üsküp'ten, Yeni Pazar'dan, İşkodra'dan, Prizren'den, Yanya'dan başlar. Tıpkı umut gibi, bitmez.
Anlatmak istediğim şey, Balkanlar bizim için, kuru bir toprak parçasından ibaret değildir. Osmanlı bakiyesi topraklar arasında, Balkanlar özel bir ilgiyi hak ediyor. İbret ve kuvvet dâhil, birçok açıdan... Siyasi olaylar, etnik yapılar, iktisadi hayat, edebi hayat, yatırımlar vesaire.
Rumeli olmadan Anadolu tarihini tam olarak yazamayız. Aziz hatıralarımızın ve eksik parçalarımızın bir kısmı oradadır. Balkanların son asrını iyice okumadan, Türk-Yunan ve Balkan Harplerinin akıbetini öğrenmeden, Çamerya ve Srebrenitsa'da nelerin yaşandığını bilmeden günümüz Avrupa'sını çözemeyiz, onları anlayamayız.
Balkanlar, hayalimiz, heyecanımız, sevinç ve hüznümüzdür. İçli bir Rumeli türküsü duyduğumuzda, yüreğimizin yanması bundandır.
Anadolu neyse Rumeli de odur
Sultan Reşat (V. Mehmet), tahta çıkışının birinci, ikinci ve üçüncü yıllarında, "Seyahat paraları" adı altında Selanik, Kosova, Manastır, Edirne ve Bursa ibareli altın ve gümüş paralar darp ettirmiştir. Sultan Reşat, Üsküp ve Priştina'yı daha geniş bir yelpazede seyahat pullarına da bastırmıştır. Bu para ve pulların basıldığı dönem, Balkanların elimizden çıkmak üzere olduğu yıllara denk gelir. Bununla, şu mesaj verilmiştir: Bizim için İstanbul neyse Saraybosna da odur. Bizim için Edirne neyse, Selanik de odur. Bizim için Bursa neyse, Üsküp de odur.
Kuşkusuz, bu tür örnekleri kitaplar dolusu çoğaltabiliriz. İşte, onlardan birkaçı: Dedelerimiz "Sofya İslam'dır, İslam kalacaktır" diye miting düzenlemişti. Selanik'in kaybedildiğini öğrenen Mustafa Kemal Atatürk, şöyle çıkışmıştı: "Selanik'i nasıl terk edebildiniz, o güzelim yurdumuzu? Neden onu düşmana bırakıp da buraya geldiniz?" (Selanik Hayaletler Şehri, Mark Mazower, YKY, Sayfa 304)
Bir örnek daha: Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşı yıllarını anlattığı Zeytindağı isimli eserinin sunuş yazısında şöyle diyor: "Bizden Belgrad'ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak; 'Ne hacet' dedi, 'İstanbul'u da size verelim.' Babalarımız için Niş, İstanbul'a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar'ı, Trablus'u, Girit'i ve Medine'yi bırakırsak, Türk Milleti yaşayamaz sanıyorduk. Çocuklarımızın Avrupa'sı Marmara ve Meriç'te bitiyor."
Osmanlı devleti, 500 yıl boyunca Balkanların tamamındaydı. Bir başka ifadeyle, Balkan topraklarında bir din başka bir dine, bir dil başka bir dile, bir kültür başka bir kültüre elli kuşak hükmetti. Bu süreçte kayda değer hiçbir kayıp veya felaket yaşanmadı.
Osmanlı devleti, kaynaklarını Balkanlar için seferber etti, yatırımların önemli bir kısmını Balkan şehirlerine yaptı. İlaveten her türlü haklar ve ayrıcalıklar verildi. Verilen her hizmet ve her taviz, daha büyük beklentilere kapı araladı.
Tek kabahatleri Müslim olmalarıydı
Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, beş asır sonra ve hiçbir şey olmamış gibi, tekrar ayağa kalktılar. Ardından Balkanlardaki Müslüman nüfusu hızla eritmek için her türlü çabayı sarf ettiler. Bize ait isimleri değiştirmek için adeta seferberlik ilân ettiler. Osmanlı'ya ait eserleri yıka yıka bitiremediler. Bitmiyor. Dünyada bunun başka bir örneği yoktur.
Osmanlı devleti, onlar gibi, asimile etme, kendine benzetme, yurdundan uzaklaştırma siyaseti takip etseydi sonuç böyle olmazdı. Osmanlı tarihini okuyanlar iyi bilir ki, Boşnaklar eğer isteseydi, şu anda yeryüzünde bir tane bile Sırp kalmazdı.
Balkan Harbi'nde Türk ordusu bozguna uğradı ve neticesinde Anadolu'ya doğru büyük bir kaçış başladı. Yunan, Bulgar ve Sırp çeteleri, hapishanelerden özellikle bırakılan azılı mahkûmlar, Türk köylülerine çok büyük kötülükler yaptılar. Bu zulümden kurtulmayı başaran binlerce Müslüman, neredeyse çırılçıplak İstanbul kapılarına dayandı. Balkanlarda yaşanan acımasızlıktan kaçanlarsadece Türkler değildi. Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Torbeşler, Romanlar ve diğerleri. Tek kabahatleri Müslim olmalarıydı.
Osmanlı devleti Balkanlarda toprak kaybetmeye başladığı zaman, ileride neler olacağını tahmin etmiş ve bazı önlemler almıştır. Anadolu dışından gelen, getirilen İslam unsurları, yani devletine ve dinine sadık olanlar, Kastamonu'dan Aksaray ve Karaman'a, Adapazarı'ndan Sivas'a kadar olan bölgeye yerleştirilmiştir.
Tam burada, ilginç bir şeyi paylaşmak istiyorum: Anadolu'da, sadece Balkanlardan gelenlere "muhacir (göçmen)" derler. Elbette, bunun bir anlamı olmalı. Belki de milletimiz, Balkanların Müslümanların elinden tamamen çıktığını görmüş, düşünmüştür.
Ülkemizde, Selanik'ten gelenler çoktur. Çünkü orası, düşene kadar, muhacirlerin toplanma merkeziydi. Yeri gelmişken, birçok kişinin isimlerini bile bilmediği Çamerya'yı, Adakale'yi ve Belene'yi de hatırlayalım.
Çamerya'dan gelen Arnavutların, Adakale ve Bulgaristan'dan gelen Türklerin sayısı da az değildir. Yunanlıların sürgün, tecavüz, soykırım ve asimilasyon politikalarının kurbanı olan Çameryalı Arnavutlar, 1923'teki Türk-Yunan Mübadelesi ile Anadolu'ya hicret ettiler.
Neyi kaybettiğimizi hatırlayalım!
Tuna Nehri üzerinde, Sırbistan ve Romanya sınırında yer alan Adakale'de yaşayan Türkleri Romanya'dan ülkemize getiren, Süleyman Demirel'dir. 1967 yılında Romanya'ya gider. Dönüşünde, Adakale Türklerini beraberinde getirir.
1985-89 yılları arasındaki asimilasyon politikaları sebebiyle, yüz binlerce Müslüman Türk evladı ise evlerini ve işyerlerini geride bırakıp, Bulgaristan'ı terk etmek zorunda kalmıştır.
Rahmetli Aliya İzetbegoviç şöyle diyor: "Hatırlama, ilerlemiş medenî halklar ile geri kalmış ilkel halkları birbirinden ayıran bir ölçüttür. Medenî halkların anıları vardır. Önemli olaylarını hatırlayan halklar, tarih dediğimiz şeye sahip olurlar."
O hâlde, Balkan faciasında neyi kaybettiğimizi ve milletimizin Balkan günlerinden nelerin kaldığını birlikte hatırlayalım.
Koskoca Balkan coğrafyasının elimizden çıkacağına kimse ihtimal vermiyordu. 1911 yılında vefat eden bir insanımız; Üsküp, Selanik, İşkodra, Yanya gibi beldeleri bizim bilerek hayata gözlerini yumdu. Bu tarihten önce, bir vatandaşa, "Gün gelecek, buraları tamamen kaybedeceksiniz. Selanik Yunan, Filibe Bulgar, Üsküp Makedon şehri olacak" denilseydi; herhalde gülüp geçerdi. Ama oldu.
Kimse ne olduğunu anlamadan, Üsküp ve Filibe gibi, Yanya ve İşkodra gibi, Selanik ve Manastır gibi, Berat ve Gostivar gibi asırlar boyunca İslâm yurdu olan birçok Rumeli vilayetini kaybettik. Ayrıca Dedeağaç, Sofulu, İskeçe, Dimetoka, Kırcaali, Gümülcine gibi Edirne vilayetinin birçok kıymetli beldesi elimizden çıktı.
Bir günde, Drama ve Vardar Yenicesi'ni kaybettik. Birkaç ay içinde, İstanbul'dan önce fethedilen Üsküp, üçüncü büyük şehrimiz Selanik başka bir yere dönüştü. Olan bitene kimse inanmak istemedi, kötü bir şaka sanıldı. Üstelik o zamanlar, Selanik ve Üsküp'teki Müslüman sayısı, Trabzon veya Van'daki Müslüman sayısından daha fazlaydı. Buna rağmen oldu.
Esir Vatan
Balkan Harbi'nden sonra hazırlanan Osmanlı haritalarında, kaybedilen o büyük coğrafya kara bir zeminde gösterilir. Selânik, Manastır, Kavala, Üsküp, Berat, Yanya, İşkodra, Kalkandelen, Gostivar, Prizren gibi şehirlerin içinde olduğu Rumeli, karalar bağlamıştır. Üzerinde sadece iki kelime yer almıştır: Esir Vatan.
Balkanları kaybettik ancak Anadolu'yu elde tutabildik. Osmanlı devletini parçalayanlar, Anadolu'da kalanları da büyük bir yalnızlığa mahkûm ettiler. Batı ve doğu sınırlarımızda, karşımıza iki Ortodoks duvarı ördüler: Balkan Müslümanlarıyla irtibatımızı kesebilmek için, Bulgaristan ve Yunanistan. Türk dünyasıyla temasımız olmasın diye, önce Sovyetler Birliği, ardından Ermenistan ve Gürcistan.
Batılılar, Balkan topraklarını bizden alarak, bizi yani Osmanlı'yı yok edemediler, sadece böldüler. Balkan Müslümanları ve Türkleri ile irtibatımızı zayıflattılar. Ortak hareket etme imkânı, neredeyse kalmadı. Onlarca yıl Balkanlardaki Müslümanlardan ve Türklerden habersiz yaşadık. Bu coğrafyada ne oluyor, ilgilenmedik, bilemedik.
Batılılar, Balkan topraklarını bizden alarak, bir anlamda, akrabalarımızı; dayı ve amcalarımızı, teyze ve yengelerimizi, yeğenlerimizi aileden ayırdılar. Büyük Osmanlı ailesi dağıldı, fakat milleti oluşturan fertler arasındaki irtibat ve muhabbet kopmadı. Boşnaklarla, Arnavutlarla, Pomaklarla, Torbeşlerle, Balkan Türkleri ile ayrı düştük, fakat kalbimiz birlikte attı.
Doksanlı yıllarla beraber millî azmimiz yeniden uyanışa geçti. Balkanlardaki kardeşlerimizi ve ecdat yadigârı emanetleri hatırladık. Bulgaristan, Batı Trakya, Bosna, Makedonya, Kosova demeye başladık. Devlet ve millet olarak bölgenin en ücra köşelerine ulaştık. Sadece eserleri değil, gönülleri de ihya ettik. Selamımız fazlasıyla karşılık buldu. Gezi Kalkışması, 17/25 Aralık kumpası, 15 Temmuz Darbe Girişimi, Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı Operasyonu ve Barış Pınarı Harekâtı gibi önemli ve zorlu dönemlerde Balkanların aklımıza gelmeyecek yerlerinden ay yıldızlı bayrağımız çıktı.
Bugün aramızda birtakım sınırlar olabilir, kâğıt üzerinde ayrı da görünebiliriz. Ama en ufak bir olayda, ailemiz yine az çok bir araya geliyor. Ailemizin bir ferdi haksızlığa maruz kaldığı zaman, o haksızlığı kendimize de yapılmış sayıyoruz. Bosna'dan Sancak'a, Bulgaristan'dan Arnavutluk'a kadar o coğrafyada yaşayan Müslümanların hepsi, en ufak bir olayda bakışlarını Türkiye'ye çeviriyor. Canları tehlikede olduğu zaman, Türkiye'ye sığınmanın yollarını arıyorlar. Bunu birinin yazması lazım… O hâlde, yazalım.
Hafızamızı tazelemek
Balkan haklarına ağabeylik veya liderlik edebilecek bir tek ülke var: Türkiye. Arnavutlara, Boşnaklara, Pomaklara, Torbeşlere, Romanlara ve diğerlerine. Hem İslami hem de insani nedenlerle, Balkanlarda yaşanan gelişmelere kayıtsız kalamayız. Örneğin, Sırpların eline hem Bosnalı ve Sancaklı Boşnakların hem de Kosovalı Arnavutların kanı bulaşmıştır. Buna karşılık Bosna Kosova'yı, Kosova da Bosna'yı tanımıyor.
Bir örnek daha verelim: Arnavutlar Çamerya'da Yunanlılar eliyle, Boşnaklar Srebrenitsa'da Sırplar eliyle büyük bir soykırıma maruz bırakıldılar. Ancak Srebrenitsa Soykırımı Arnavut gazetelerinde, Çamerya Soykırımı Boşnak gazetelerinde manşet haber olamıyor. Örnekleri çoğaltabiliriz ancak burada duralım. Canımızı sıkmamak için örnekleri çoğaltmayalım.
Bu yazının kaleme alınma gerekçesi, eski defterleri açmak veya geçmişin zaferleriyle övünmek değil, hafızamızı tazelemektir. Ebu Yakup İshak et Türki ne güzel söylüyor: "Eskiyi koruyamazsan yeniyle / Övünmen fayda vermez geçmişin şan ve şerefiyle."
Cumhuriyet Türkiye'si, hâlen Osmanlı'nın mirasını yemeye devam ediyor. Osmanlı'dan sonra yapılan onca yatırıma rağmen Boşnaklar, Arnavutlar ve diğer Balkan halkları arasında kalıcı ve mümbit bir zemin oluşturamadı, oluşturamıyor. Çabalıyor ama başaramıyor.
Yıllardır işin edebiyatını yapmaktan, edebiyatın işini yapmayı unuttuk. Dedelerimizin ve Balkan halklarının şiirlerini, hikâyelerini, masallarını ve destanlarını okumaz, okuyamaz olduk. Hatta birbirimizin hâlini hatırını sormak için İngilizlerin, Almanların, Fransızların dilini kullanır olduk. Bazı şeyleri unutmuş veya unutturulmuş olabiliriz ama kim kaderinden kaçabilir? Kaderimizden kaçamayız, kurtulamayız.
Neticede unutmak da kadere dâhildir. Kaderimizin farkında olalım: Kurtuluş günlerini ve zaferleri kutlayalım ama kayıplarımızı da unutmayalım. Kaybettiklerimizi hatırlayıp elimizde kalanlara, gidenleri gördükçe yanımızda duranlara daha sıkı sarılalım.
Son sözümüz şu olsun: Birileri, nasıl, her fırsatta Bizans'tan, Pontus'tan ve Büyük Ermenistan'dan bahsediyorsa; biz de Selanik'ten, Kavala'dan, Gümrü'den bahsedelim. Böylece topraklarımızda gözü olanlar, bulundukları topraklarda göz görmüş olsunlar.