Türkiye solu iktidar olabileceğine inanmıyor
Dünyada ve Türkiye'de sol, var olageldiğinden beri kendi içinde fraksiyonlara ayrıldı. Hepsi aynı amaca farklı yollarla ulaşılması gerektiğini düşündü. Marks ve Engels'in söylediğinin yıllar sonra Lenin tarafından yenilendiğini gören gruplar kendilerine farklı yollar aradılar. Peki bir dönem dünyada sosyalizm furyası sürerken Türkiye'de durum nasıldı? Sol hareket Türkiye'de nasıl başladı, gelişti ve bugün ne durumda? Bütün bunları Karabük Üniversitesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Can Kakışım ile konuştuk. "İnsanlara sosyalist mücadeleden ne anladıklarını sormak lazım. Sadece kimlik bazlı siyasete dayalı bir anlayışları varsa, bunu kabul ediyorlarsa, kabul ama o zaman ona sosyalizm denilemez" şeklinde konuşan Kakışım, sol hareketin değişen politikalarına dair çarpıcı yorumlarda bulundu.
Sol hareketin, Türk siyasi hayatına hangi dönemlerde, nasıl ve kimler tarafından girdiğinden bahsedebilir misiniz öncelikle?
Türkiye'de sol hareketin tarihi, Batı ülkelerine göre daha yakın dönemlere dayanıyor. Batı'da 1848 devrimlerine giden yolda sol örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlamışken, Türkiye'de bu ancak 19'uncu yüzyılın son çeyreğinde kendisini biraz da olsa göstermeye başlıyor fakat bu ilk hareketlenmelerin gerçek bir sol bilinçten önemli oranda yoksun olduğunu belirtmemiz gerekir. Ortaya çıkan ilk grup Ameleperver Cemiyeti adlı bir yapılanma. 1871 yılında kurulmuş fakat bu yapılanmanın geniş bir toplumsal hedefi yahut programı söz konusu değil. İşçilerin gündelik çıkarlarını nasıl koruyabiliriz yahut üst düzeye çıkartabiliriz gibi kısıtlı bir çerçevede çalışmalarını yürütmüşler. Sosyalist düşünceyi daha geniş bir perspektifle ve toplumsal bakış açısıyla ele alan ilk gruplar kim diye baktığımızda karşımıza gayrimüslim topluluklar çıkıyor. Türkiye'de sosyalist hareketi başlatan insanların esasen Batı'ya kültürel ve dilsel yakınlıkları da olan gayrimüslimler olduğunu söyleyebiliriz.
Hangi gruplar daha ziyade?
Ermeniler ve Bulgarlar. Bu grupların da sosyalizmin ideallerine hitap eden bir yaklaşımları aslında pek yok. Bu insanların sosyalizmi söylem olarak kabul etmeleri onların gerçekten de 20'nci yüzyılın uzunca bir dönemine damgasını vuran Marksist hareketlerle aynı çizgide olduklarını göstermiyor. Hatta bu grupların çalışmalarında sosyalizmin kendi milliyetçi düşüncelerine/ajandalarına fayda sağlayabilecek bir yaklaşım olarak anlam kazandığını söyleyebiliriz. Bu anlayışın temelinde ise II. Enternasyonal'in 1896 yılındaki Londra Konferansı'nda; "kendi devletine sahip olmayan azınlıkların, ulusal kurtuluş hareketi yürütmeye çalışan millî grupların bu çabalarının destekleneceği, onlara kendi kaderini tayin hakkının verileceğine" dair kabul edilen ilkeler oluşturuyor. Buna bağlı olarak Türkiye'deki Ermeni ve Bulgar komitacılar ve diğer gayrimüslim topluluklar da sosyalist düşünceyi temelde kendi ulusal hedeflerine yarar sağlayabileceği gibi bir beklentiyle hayata geçirmişlerdir. Mete Tunçay bu noktada bizzat şunu söylemektedir; "Sosyalist düşünce, Osmanlı'nın son yıllarında çeşitli ulusal grupların çatışan milliyetçilikleri için bir araç olarak kullanılmıştır." Bu oldukça dikkat çekici bir tespit ve haliyle Türk sosyalistlerini de kapsıyor. Onlar da kısa bir dönem sonra bu noktada çalışmaya başlayacaklar.
Az evvel Ameleperver Cemiyeti'nden bahsettiniz. Bunun dışında Türk gruplardaki durum nedir, başka hangi yapılanmalar söz konusuydu?
Müslüman Türkler tarafından kurulan ilk sosyalist grup, "İştirakçı" namıyla tanınan Hüseyin Hilmi'nin önderliğinde 1910'da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası. Hüseyin Hilmi'nin İştirakçı olarak bilinmesinin sebebi de aynı isimle çıkarttığı dergiyle alakalı. Nasıl ki gayrimüslim topluluklar, sosyalizm meselesine araçsal/faydacı bir bakış açısıyla yaklaşmışlarsa, aynı bakış açısının Müslümanlar için de geçerli olduğunu söylememiz gerekiyor. Öyle ki, İştirak dergisinin ilk sayısında bile Osmanlı'nın nasıl kurtarılabileceği, "hasta adam"ın yeniden nasıl ayağa kaldırılabileceği sorularına yanıt aranıyor. Dergi elbette ki işçi hareketiyle ilgili bazı fikirleri de barındırıyor bünyesinde fakat milliyetçiliğe kayan bir perspektifleri de var. Erken dönem sol hareketin en önemli yapılanması olan Türkiye Komünist Partisi'ne baktığımızda onda da aynı yaklaşımın çok güçlü olduğunu görüyoruz. Mustafa Suphi önderliğindeki TKP de mazlum doğu halklarının temsilcisi olan Türkiye'nin Batı emperyalizmine nasıl direneceğiyle alakalı çalışmalar yürütmüş ve bu noktada da Milli Mücadele'nin tavizsiz bir destekçisi olmuştur.
Bir de Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası var…
Evet, onlar da TKP'yi oluşturan grupların Batı kanadında bulunuyorlar. Almanya'da kurulmuş, Kurtuluş dergisi çevresinde gelişmiş sonra Türkiye'ye gelmişlerdir. Bir de Milli Mücadele sırasında Anadolu'da faaliyet gösteren Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası vardır. Bu grubun da ciddi bazı çalışmaları söz konusu ama hepsinin üst şemsiyesini TKP oluşturuyor ve onların da Türkiye'nin Milli Mücadelesi'ne yönelik bakışı son derece olumlu bir tarzdadır. Mustafa Suphi'nin Ankara Hükümeti'nin de bilgisi dâhilinde olduğu anlaşılan bir komplo sonucu hayatını kaybetmesinden sonra bile TKP'nin bu noktada Kemalist harekete ve Milli Mücadele'ye yönelik destekleyici tavrı değişmemiştir. Zaten bu anlayış uzunca bir süre Türkiye'deki sol hareketin ana damarını teşkil edecektir.
O zaman Türkiye'deki ilk sosyalistleri kısmen de olsa yerli olarak nitelendirmek mümkün…
Yerlilik sübjektif bir kavram. Nasıl kullandığınızla alakalı bir husus ama antiemperyalist olmaları temelinde meseleyi ele alırsak tabii ki öyleler. Bugün de yerlilik tartışmasının temelini esasen bu antiemperyalizm hususu oluşturmaktadır. Türkiye'deki bazı sosyalist gruplar kendilerini antiemperyalist olarak tanımlarlarken, bu tanımlamayı yapanlara karşı diğer sol grupların; "Siz sadece Kemalizm'in başka bir boyutunu ortaya koyuyorsunuz" diye eleştirilerde bulunduğunu da unutmamak lazım.
Antiemperyalizm kavramının sol düşüncede bu denli merkezi bir konum işgal etmesi nasıl gerçekleşti?
Antiemperyalizm düşüncesini sol hareketlere asıl sokan kişi Lenin'dir. Biz yerlilik ve yerli olmamak meselesini antiemperyalizm temelinde tartışıyoruz ve bu teorinin bize daha yakın olduğunu iddia ediyoruz, bu yerlidir diyoruz ama aslında bu yöndeki düşüncenin temeli, Lenin'in ortaya koyduğu emperyalizm teorisine dayanıyor.
Ne söylemek istiyor Lenin?
Lenin, Marks ve Engels'in öngörülerinin gerçekleşmediğini, onların düşündüğü gibi kapitalizm en yüksek seviyeye ulaştıkça toplumların sosyalizme daha yakın bir noktaya gelmediğini bilakis sosyalizmden gitgide uzaklaşıldığını görüyor, bunun sebebini arıyor ve kapitalizmin artık emperyalizm aşamasına ulaştığını tespit ediyor. Burjuvazinin sağladığı büyük sermaye birikiminden artık proletarya da yararlanmaktadır. Lenin'e göre endüstriyel ülke merkezlerinde oluşan bu sermaye birikimi artık burjuvaziyle proletaryayı birbirlerinin kâr ortağı haline getirmiştir ve bütün bunlar proletaryanın devrimci bilincini çok azaltmıştır. Lenin vardığı bu noktada, kapitalist düzenin başlıca besleyeninin proletaryadan sağlanan artı değer olmadığını daha ziyade uluslararası bir sömürü mekanizmasının tesis edildiğini düşünüyor ve bunun kesintiye uğratılması gerektiğine inanıyor. Ulusal kurtuluş hareketlerine destek verme düşüncesi de bu bağlamda doğuyor. Meseleye buradan baktığımızda bizzat Sovyetler Birliği'nin yönlendirilmesinde olan TKP'nin ve Mustafa Suphi'nin de, Türkiye'nin ulusal kurtuluş hareketine destek vermiş olması şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkıyor.
Türkiye'deki sol ve sosyalist hareketlerin özellikle 1960'lı yıllarda yoğun bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Söz konusu bu sol hareketlerin ise pek çok fraksiyona bölündüğünü ve bazıları arasında düşmanlık boyutuna varan farklılıkların olduğuna şahit oluyoruz. Bu ayrılıklar neden oluşuyor esasen?
Mustafa Suphi'nin Milli Mücadele'ye destek olma sebeplerinden az evvel bahsettik. 1960'lı yıllardaki gelişmeler de bu bakış açısının ilerleyen yıllardaki yansıması olarak anlaşılabilir. Bu dönemde iki hâkim anlayış söz konusu. Bir safta MDD kısaltmasıyla bilinen Milli Demokratik Devrimciler, öbür tarafta ise SD adıyla bilinen Sosyalist Devrimciler var. MDD'ciler öncelikle ulusal nitelikli bir demokratik devrimin başarılması gerektiği fikrindeler. Türkiye'nin sömürülmekte olan bir ülke olduğunu düşünüyorlar ve gerçekten sosyalist bir rejimi hayata geçirmek için öncelikle emperyalizm kıskacından kurtulunması gerektiğini savunuyorlar ancak bu kurtuluş tesis edildikten sonra sosyalist bir düzene geçmenin mümkün olabileceğini düşünüyorlar. MDD'cilere göre Türkiye'nin sadece proleter bir mücadele vererek kurtuluşunu gerçekleştirmesi mümkün değil. Entelektüellerin de, gençliğin de, ordunun da, hatta komprador olmayan burjuvazinin de içinde yer alacağı bütüncül bir mücadele gerekiyor. SD'ciler ise MDD'cilerin bu anlayışını "sosyalizmi yozlaştırma" hareketi olarak eleştiriyorlar ve MDD'cileri devrimi geciktirmiş, amacını saptırmış olmakla suçluyorlar.
Sosyalist hareketle Kemalizm arasındaki bağlantının MDD'cilerin bahsettiğiniz bu anlayışıyla tesis edildiğini söyleyebilir miyiz?
Evet, Türkiye'de sosyalist hareketlerin Kemalizm'le olan bağlantısı antiemperyalizm hususundan doğacaktır. Kemalizm, sosyalist devrime giden yolda bir ara form gibi görülüyor. Burada Kemalizm'in, sosyalist hedeflerin gerçekleşmesi için kullanılabilecek bir olgu olarak anlaşılması durumu var. Atatürk'ün idealinde sosyalist bir toplum olduğuna inanan gruplar dahi söz konusu fakat ben, Atatürk'ün sosyalist bir toplum inşa etmek idealinde olduğuna hiç inanmıyorum açıkçası zira bunu düşündürecek herhangi bir veri de yok elimizde. Burada bunun düşünülmesine vesile olan kendisinin antiemperyalist duruşu ve mücadelesidir.
MDD'ci damarın kendisini Kemalizm'e yakın bir noktada mevzilendirmesinde, eski devletin aşırı tahakkümcü tavrı karşısında kendisine bir yaşam alanı sağlamak gayesi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, bu kısmen doğrudur. Kemalizm'in sol varyantını ortaya koyuyor MDD'ci anlayış. Sonuçta reel politik bir kaygıyla da hareket etmiştir, yani biraz da somut çıkar gözeten bir yaklaşım sergilediklerini söylemek yanlış olmaz.
Her iki grubun dışında da olan farklı bir ses var mı peki bu dönemlerde?
1970'lere doğru birtakım "çatlak sesler" ortaya çıkmaya başlıyor. İbrahim Kaypakkaya mesela böyledir. 1960'ların ortalarından itibaren en ayrıksı Kemalizm eleştirisini yapan sosyalist olarak dikkat çekmektedir ama çok bireyseldir.
Ne diyor farklı olarak?
Kemalizm'in faşizmin bir boyutu olduğunu söylüyor özetle. Bundan ötürü sosyalistlerin Kemalizm'le ittifak halinde olmasını kabul edilebilir bir şey olarak görmüyor. Kaypakkaya'nın fikirlerinde en önemli çıkış noktasını ise Kürt meselesi oluşturuyor. Türkiye'nin bu noktada aşırı milliyetçi yaklaşımlarda bulunduğunu dile getiriyor. Kaypakkaya'nın fikirleri ilk dönemde Türkiye solunda yeterince karşılık bulmasa da 70'lerin ikinci yarısından başlayarak kendisine daha fazla taban bulmaya başlayacaktır. Kurtuluş dergisi bu noktada önemli bir kilometre taşıdır örneğin. Derginin temel fikirsel yapısının Kemalizm eleştirisi üzerine kurulduğunu söylememiz gerekir. Kürt sorunu konusunda da Kaypakkaya'nın düşüncelerinin çok net bir biçimde devamı hatta dozunun biraz daha arttırılmış hali olarak görebiliriz bu hareketi.
Kaypakkaya'nın Kemalizm noktasındaki duruşuyla Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'ın duruşlarının hayli farklı olduğunu söyleyebiliriz o zaman.
Çok çok farklılar. Deniz Gezmiş'in ve Mahir Çayan'ın yaklaşımını az evvel anlatmaya çalıştığım Kemalizm'in sol varyantı olarak okumak yanlış olmaz. Gerçekten de bu ikilinin Kemalist ilkelerin korunması noktasında değer kazanan önemli eylemleri vardır. Deniz Gezmiş'in 29 Ekim'de Samsun'dan başlayıp 10 Kasım'da Anıtkabir'de bitmesini planladığı "Tam Bağımsızlık İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü" bu noktada çok anlamlı bir örnek teşkil ediyor bana göre. Burada Kemalist prensiplere net bir bağlılık söz konusu. Mahir Çayan bu konuda Deniz Gezmiş'e göre bir tık daha geridedir belki ama onun da Kemalizm'e yönelik son derece olumlu bir yaklaşımının olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Antiemperyalizm tartışması temelinde Kemalizm'in değerli bir "milli kurtuluşçu ideoloji olduğunu" belirtiyor kaleme aldığı yazılarında. Hatta o dönemlerde Atatürk'ün büstüne yapılan bir saldırıya karşı Mahir Çayan'ın başında olduğu Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin Fikir Kulüpleri Federasyonu; "Ata'nın büstüne el uzatan elleri kırarız" tarzında çok sert bir bildiri yayınlamıştır.
Türk solunun Kemalizm'le olan bu bağı esasen nerede kırılıyor peki?
12 Eylül darbesi, bu noktada ciddi bir kırılma noktası oluşturdu. Resmî ideolojinin yahut ordunun bir nevi müttefik olabileceğini düşünen Türkiye'deki solcular, 12 Eylül ile bunun böyle olmadığını görüyorlar. Yaşadıkları hayal kırıklığı, Kemalizm eleştirisini daha da ön plana çıkartmaya başlıyor Türkiye sosyalist düşüncesi içerisinde. Bugün antiemperyalist çizgi, Türkiye sosyalizminde hâlâ daha güçlü bir konumda bulunsa da SD'ci anlayışın devamının da artık hatırı sayılır bir karşılığının olduğunu belirtelim. Bu anlayışın özellikle entelektüel hayatın üzerinde daha fazla baskın olduğunu söyleyebiliriz. Kendilerini antiemperyalist temele oturtan yahut yerli olarak nitelendirilen sol gruplar Kemalist olmakla "itham edilirlerken" onların fikirsel derinlikleri yahut entelektüel kapasiteleri de sıklıkla diğer sol çevreler tarafından eleştiriliyor.
Geldiğimiz noktada tartışmalar ne durumda peki?
Bahsettiğimiz bu ayrılıkların/farklılıkların bugün de antiemperyalizm tartışması bağlamında şekillenmekte olduğunu düşünüyorum. Batı'nın artık bütün ilerici niteliğini kaybettiğini, Türkiye sosyalistleri için asla bir model teşkil edemeyeceğini savunan bir kesim var. Bir kesim de küreselleşme sürecinden dahi alınabilecek bazı ilkelerin olabileceğini savunuyor. Çokkültürcülük, kimlik siyaseti, yeni toplumsal hareketler gibi konular bunlar ve bütün bunların pratikteki yansımasını da Kürt meselesi oluşturuyor. Bu çerçevede sosyalist örgütler/partiler sürekli çoğalıyor. Örneğin TKP, Komünist Parti ve Halkın Türkiye Komünist Partisi şeklinde bir bölünme yaşadı yahut Vatan Partisi'yle Nurullah Ankut'un HKP'sini ele alalım. Söylemleri birbirine çok benzer olmasına rağmen, iki farklı parti olarak varlıklarını sürdürüyorlar. DSİP ve Yeşiller Partisi de böyle keza. Bugün sosyalist hareket içerisinde farklı farklı fraksiyonların var olmasının bütün bu fikirsel ayrılıklar dışında çok önemli bir sebebi daha var ki bu da bence iktidara ulaşmak noktasındaki ümitsizlikle alakalıdır. İktidara yakın bir noktada olsalar yahut siyasi yarışta biraz daha iddialı hale gelebilseler birlikte hareket etme eğilimleri de güçlenecektir.
Türkiye'de sol, Ecevit dönemi hariç neden iktidara gelemedi?
Ecevit döneminde CHP'nin gerçekten güçlü bir sosyal adaletçi yönü vardı ve yüzde 41 oy aldı. Türkiye'nin sosyolojisi düşünüldüğünde bu hiç fena bir oy oranı değil. Gerçi milliyetçi cephe koalisyonları sebebiyle iktidar süreci sürekli bölünmelere uğramak durumda kaldı ama yine de dikkate değer bir başarıdır bu. Solun iktidar şansı uluslararası bazı gelişmelerin sonucu olarak azalacaktır. En başta reel deneyimlerin izlenmesinin ardından sosyalizmin sürdürülebilir bir ekonomik yaklaşımının olmadığına dair düşünceler ortaya çıktı. Bu zaten CHP'nin o dönemki anlayışının da solunda olan bir durum fakat bununla birlikte, Batı'da da Keynesyen ekonomik modelin terk edilmesi eğilimi var. Yani sosyal adaletçi çizgi bırakıldı, yeni sağ hükümetler çerçevesinde neo-liberal politikalar hayata geçirildi. Artık ekonomide planlamacılığın yahut devlet müdahaleciliğinin ülke ekonomileri üzerinde büyük bir yük oluşturduğuna dair bir inanç söz konusu oldu ve bunun da doğal bir sonucu olarak Türkiye'de hem sosyalist hem de genel olarak sol düşünce güç kaybetmeye başladı. CHP de böyle bir siyasi ortam dâhilinde Ecevit dönemindeki çizgisini sosyal adaletten ziyade ulusalcılık, laiklik, yaşam tarzı tartışmasına kaydırdı. Sosyolojik değişimlere karşı bir cevap niteliği taşıyor bu çizgi değişikliği.
Günümüzde sol, artık sınıfsal değil etnisite ve kimlik merkezli bir mücadele yürütür konuma geldi. Bugün etnisite merkezli harekete solun destek vermesi de mikro milliyetçiliği desteklemek değil mi aslında?
Bu haklı bir soru ve üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir mesele. Sol düşüncede meydana gelen bu geçişin temel sebebi sosyalizmin ekonomi alanındaki -ki ekonomi sosyalizmin temelidir- öngörülerinin gerçekleşmemesi. Marks'ın ve Engels'in yaklaşımlarının pratikte karşılık bulmadığını, Lenin'in emperyalizm teorisini buna mukabil geliştirdiğini söylemiştik fakat bundan sonraki süreçte de sosyalist ekonomilerin güç kazanması yahut kapitalist ekonomilerin çöküşü gibi bir gidişat söz konusu olmadı. Bilakis kapitalist ülkelerin refah seviyesi artarken sosyalist devletlerde sosyoekonomik açıdan ciddi sıkıntılar baş gösterdi. Sosyalizmin temelinde her zaman şöyle bir düşünce vardır; ekonomik altyapı ve sınıfsal ilişkiler diğer bütün üstyapı unsurlarını belirler. Sosyalizmin temeli olan materyalist felsefe de altyapı ve üstyapı arasındaki bu ilişkiye atıfta bulunur zaten. Reel sosyalizmin dünya üzerindeki uygulanma örnekleri ve dünya siyasetinde yaşanan bazı gelişmeler bu anlayışa birtakım köklü eleştirilerin gelmesine neden olacaktır. "Toplumda yaşanan adaletsizlikler sadece ekonomik altyapıdan mı kaynaklanmaktadır?" sorusu güçlü bir şekilde sorulmaya başlanıyor. Sınıf dışı adaletsizliklerin hepsinin ayrı ayrı öneminin olduğu, bunların illa ki sınıfsal sömürüye bağlanmaması, kendi bağlamlarında da değerlendirilmesi gerektiği noktasına geliniyor.
Bütün bu gelişmeler sonrasında önceden "burjuva hassasiyetleri" olarak değerlendirilen kimlik meseleleri artık bütün sol hareketlerde ve parti programlarında kendine önemli oranda yer bulmaya başlıyor. Sol ve sosyalizm, 1970'lerde daha sınıf bazlı bir mücadeleyi yürütmek noktasında eğilim gösterirken, 80 ve 90'lardan başlayarak çok daha yoğun biçimde kimlik bazlı bir mücadeleye girildiğini görüyoruz. İşin bu duruma evirilmesinde sosyalizmin ekonomik model olarak sürdürülemez olduğuna dair inancın ciddi bir etkisi var. Yaşanılan mevzi kaybı, sosyalistler tarafından kimlik bazlı siyasetin ön plana çıkışıyla birlikte ikame edilmeye çalışılacaktır. Bu girişim kısmen sosyalizmin tek boyutluluktan kurtarılmasıdır ama dengeyi bozacak şekilde kimlik hareketlerinin güç kazanmasına da deyim yerindeyse çanak tutmuştur.
Türkiye özelinde buna örnek verebilir miyiz?
Elbette. Örneğin, en uzun soluklu sosyalist dergimiz Birikim'de 90 sonrasında kapitalizm eleştirisi yapan kaç tane yazı yayınlandı acaba? Dergi ilk çıktığından beri Sosyalist Kültür Dergisi alt başlığını taşır ama bugün kapitalizm eleştirisi çok düşük boyuttadır. Sadece Birikim değil tabii, kimlik bazlı hareket artık o kadar güç kazanmış ki sınıf bazlı hareket sol grupların büyük çoğunluğunda sadece merkeziliğini değil mevcudiyetini dahi kaybetmiş durumda. Aslında insanlara sosyalist mücadeleden ne anladıklarını sormak lazım. Sadece kimlik bazlı siyasete dayalı bir anlayışları varsa, bunu kabul ediyorlarsa, eyvallah ama o zaman ona sosyalizm denilemez. Türkiye'de kendine sosyalist diyenlere bu soru sorulsa; "Sosyal adaleti sağlamak da bizim için önemlidir" yanıtı alınacaktır mutlaka. O zaman ben bunun pratikteki uygulamasını, buna dair somut adımlar atıldığını görmek istiyorum ama ufukta bir şey belirmiyor.
Dünyada sol siyasetin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Dünyadaki sosyalist gruplara baktığımızda bazılarının radikal demokrasi düşüncesine sahip olduğunu görüyoruz. Bu sosyalist grupların hemen her konuda bir ajandası da söz konusu. Örneğin, etnik, dinsel, mezhepsel ve cinsel kimlik meseleleriyle yahut çevre sorunlarıyla alakalı belirli somut yaklaşımları var fakat bu hareketin planlarının aksine ekonomik değişimin gerçekleştirilmesi, sosyal adaletin sağlanması anlamında ve çözüm odaklı yeni adımların atılması hususunda elle tutulur bir programları yok. Şimdiye kadar geçen sürecin bizlere çok ciddi tecrübe ve bilgiler verdiğini unutmamamız gerekiyor. Ortaya atılan Marksist teorilerin ve reel sosyalizmin uygulamalarının başarılı ve başarısız olduğu yanları gördük. Başarısız olmalarını, meseleleri sadece ekonomiye indirgeyerek tek boyutlu şekilde ele almalarına bağladık ama daha sonrasında bunun nasıl dengesiz bir sosyalist yaklaşım yarattığını da irdeleme fırsatı bulduk. Artık geldiğimiz aşamada kimlik siyasetiyle sınıf siyasetinin dengesini bulmak zorundayız.
Evet sol, geçmişe göre tek boyutluluktan kurtulmuştur ve bu bir yere kadar olumlu bir gelişimdir. Sınıfsal mücadele dışında da farklı konulara eğilen sosyalist hareketler bu içerici niteliklerini kaybetmemelidir fakat bugün değindiği bütün sorunlara dair fikir üretmekle beraber asli unsuru olan sınıf siyasetini de bu kadar çerçevenin dışına çıkarmamaya özen göstermelidir. Kitlelerin ihtiyaçlarına doğru cevap verecek ekonomik belli bazı ilkeleri, reform önerilerini topluma sunmalıdır. Sol, ancak bu sayede elle tutulur bir siyasi alternatif oluşturabilir ve entelektüel ve akademik çevrelere ancak bu yolla yeniden güçlü bir geri dönüş yapabilir.
Teşekkür ederiz.
CAN KAKIŞIM KİMDİR?
1983 yılında Trabzon'da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu, yüksek lisans derecesini de aynı bölümden aldı. Doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi alanında hazırlayan Kakışım, doktora tez döneminde Kanada'ya giderek araştırmalarına devam etti. Doktora eğitimi süresince İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışan
Can Kakışım daha sonra Karabük Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'ne Yardımcı Doçent olarak atandı. Bu görevine halen devam etmektedir.
Kakışım'ın doktora tezi 2016'da İletişim Yayınları tarafından Sınıf, Etnisite ve Kimlik: Sosyalist Paradigmanın Evrimi adıyla kitaplaştırıldı. Kimlik siyaseti, çokkültürlülük, demokrasi teorisi ve sol hareketler üzerindeki araştırmalarını sürdüren Kakışım'ın bu konularda akademik ve yarı-akademik dergilerde yayınlanmış önemli çalışmaları bulunmaktadır.