Sol ve liberalizm neden seçim kazanamaz?
Liberal ve sol düşünce, Batı modernitesinin söylemsel kuruluşu içinde, gerek Avrupa gerekse de Amerika deneyiminde, tarihsel olarak biri egemen, diğeri güçlü ve popüler konumda olan iki ideoloji... Şüphesiz ki, tek ve homojen bir liberal düşünce yok. Bununla birlikte, gerek bireysel hak ve özgürlüklere gerekse de serbest pazar ekonomisine verilen kurucu önem temelinde, liberal düşünce akımından genel düzeyde söz edebiliriz. Aynı saptamayı sol düşünce için de yapabiliriz: Tek ve homojen bir sol düşünce olmamakla birlikte, sınıf çatışması ve eşitlik kavramlarının bu akım içinde ortak olarak kabul edilen kurucu önemde olduğunu da söyleyebiliriz.
Liberal düşüncenin Batı modernitesi içindeki egemen ideoloji konumu, rakipleri tarafından da kabul edilen bir durum. Benzer bir durum, sol düşünce için de geçerli; bu akımın modernite içindeki dönüştürücü etkisi ve popülerliği üzerinde geniş bir görüş birliği olduğunu görebiliriz. Muhafazakârlık gibi güçlü akımları da beraber düşünmemiz gerekmekle birlikte, Batı modernitesinin söylemsel kuruluşu içinde liberal ve sol düşünce akımları arasındaki rekabetin egemen ve popüler konumda olduğunu söyleyebiliriz. Birey-sınıf ve özgürlük-eşitlik eksenleri, Batı modernitesinde siyasal alanın ve hayatın ana eksenleri oldu.
Modernleşme sürecinin ikili niteliği
Peki, 19'uncu yüzyıldan bugüne Türkiye'de yaşadığımız modernleşme süreci için aynı saptamayı yapabilir miyiz? Batılılaşma söyleminin çok güçlü ve tanımlayıcı nitelikte olduğu modernleşme sürecinde liberal ve sol düşünce akımları arasındaki ilişki Batı modernitesine benzer mi yoksa farklı mı gelişti? Bu sorunun önemi şu noktada yatmaktadır: Türkiye'de, Batılılaşma isteğiyle çerçevelen modernleşme sürecinde, Batı modernitesinde egemen konumda olan liberal ve sol düşünce akımları hiçbir zaman egemen, seçim kazanan ve toplumu yöneten bir konumda olamadılar. Eğer böyleyse, Türkiye siyasal modernleşmesinde niçin liberal ve sol düşünceler egemen ve popüler konuma gelememişlerdir? Batılılaşma mottosuyla gelişen Türkiye modernleşmesinin, tarihsel olarak yüzleştiği bu ikilemi nasıl açıklamalıyız?
Bu bağlamda, 19'uncu yüzyıl geç Osmanlı döneminden 1923 Cumhuriyet Türkiye'sinin kuruluşuna, o dönemden de bugünün Türkiye'sine kadar yaklaşık 200 yıllık siyasal modernleşme sürecinin gelişimine kısaca bakmak bile bize önemli ipuçları veriyor.
Türkiye'nin, Batı modernitesiyle, Osmanlı'nın kuruluşundan, özellikle İstanbul'un fethinden bugüne süren içli dışlı ve yakın bir ilişkisi oldu. Kuruluşundan, 15'inci yüzyılın bitimine kadar geçen 600 yıl gibi bir sürede Osmanlı İmparatorluğu ve 1923'ten bugüne Türkiye, Batı modernitesinin siyasal düzeylerde hareketinin en önemli referanslarından biri konumundaydı ve öyle de olmaya devam edecektir. 18'inci yüzyıldan itibaren Osmanlı ve Türkiye modernleşme süreçlerinin gelişiminin en önemli referansı Batı modernitesi oldu. Hatta Derrida'nın "kurucu dışarısı" (constitutive outside) kavramını kullanırsak, Osmanlı'dan bugüne Türkiye, Batı modernitesinin, Batı da Türkiye modernleşmesinin "kurucu dışarısı"dır. Bu ilişki içinde her zaman Batı, Osmanlı ve Türkiye'yi "öteki" olarak görürken Türkiye de Batı'ya hep şüpheyle yaklaştı ve Batı'yı kendi bekası için güvenlik riski olarak gördü. Türkiye'nin modernleşme süreci içinde güvenlik, ekonomi ve kültüre göre ön plana alındı ve Türkiye'nin "beka sorunu"nu çözmek için devlet güvenliğini güçlendirmek ana hedef görüldü.
Güvenlik ikilemi, Batı'ya bakışı Osmanlı'dan günümüze ciddi anlamda etkiledi. Ziya Gökalp'in "medeniyet-kültür ayrımı", Mustafa Kemal Atatürk'ün "çağdaş medeniyet seviyesine hızla ulaşmak" mottosu, Nazım Hikmet'in destansı Kurtuluş Savaşı epik anlatımı ve 68 kuşağının; "emperyalizme karşı bağımsız Türkiye" sloganı, Batı ile yakın ilişki içinde fakat Batı'ya karşı güvenli ve bağımsız Türkiye idealini dile getirmektedir.
Çözülemeyen üç sorun
Bu anlamda, liberal ve sol düşünce için neler söyleyebiliriz? Üç sorunlu noktanın altını çizebiliriz: Öncelikle Türkiye modernleşmesinde Batı modernitesinden farklı olarak liberal ve sol düşüncelerin, bireysel haklar ve özgürlüklerle güvenliğin daha öne çıktığı ilişki içinde, ikircikli bir konumda olma sıkıntısını yaşadıklarını söyleyebiliriz. Liberal ve sol düşünce, özgürlük-güvenlik ilişkisini çözememiştir. Liberal düşüncenin öncüleri olan Prens Sabahattin, Cavit Bey, Ahmet Ağaoğlu, Fethi Okyar'ın çalışmalarında bu ikilemi görmek mümkün. Sol düşünce içinde, Mustafa Suphi'den Nazım Hikmet'e, 68-78 kuşağından bugünkü ulusalcı solun, sol içindeki güçlü yapısına kadar solun güvenlik ile sıkıntılı ilişkisi görülebilir. Liberal ve sol düşünce, ya güvenliği ön plana çıkartıp ulusalcılık ekseninde hareket ederek özgünlüğünü kaybetmiş yahut bugün olduğu gibi, Türkiye bölgesel ve küresel güvenlik riskleriyle, darbe girişimleri ve terör saldırılarıyla karşılaşıp beka sorunu yaşarken güvenlik alanını göz ardı eden bir tutum içine girme sorunu yaşadı. Bu sebeple de hiçbir zaman seçim kazanarak toplumu yönetmek konumuna gelemedi.
Türkiye'de geç Osmanlı'dan 3 Kasım 2002 genel seçimlerine kadar modernleşme sürecinin ikinci özelliği; merkez-çevre, devlet-toplum, vatandaş-halk, modern-geleneksel vb. karşıtlıklar üzerine kurulmasıdır. Bu karşıtlıkta, liberal ve sol düşünce, savundukları birey/sınıf yahut haklar ve özgürlükler eksenlerine ters olarak; merkez, devlet, vatandaş, modern yanında yer almasıyla, çevre, toplum, halk ve gelenek ile ilişki kurmada zorlandı. 2002'den bugüne Türkiye'yi yöneten AK Parti deneyimi de liberal ve sol düşünceyi daha da zayıflattı. Bu deneyim içinde, 3 Kasım 2002 ve 7 Haziran 2015 seçimleri dönemi, 7 Haziran 2015 seçimi-15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve sonrası dönemde, AK Parti ve lideri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın muhafazakâr düşüncenin ana kurucu konumu içinde liberal ve sol düşünceyi sıklıkla kullanması, liberal ve sol düşüncenin zayıflamasının ana nedeni oldu. Çevre, toplum, halk ve gelenek içinde yer alan AK Parti ve Erdoğan, muhafazakârlık ile haklar, özgürlük, eşitlik, güvenlik, milliyetçilik alanlarını birleştirmekte başarılı olduğu sürece, gerek seçim kazanma gerekse toplumun farklı kesimleriyle ilişki kurma konularında sol ve liberal siyasete karşı başarılı oldu.
Liberal ve sol düşünceye üçüncü meydan okuma da, modernleşme süreci içinde 1980'lerden başlayıp bugüne kadar, giderek güçlenen ve siyasi etkisini arttıran "kimlik talepleri ve kimlik siyaseti"nden geldi. 1923'ten bugüne modernleşmenin "ötekileri" konumunda olan, 1960'tan 2010'lara kadar, askerî ve yargı vesayet sistemi içinde "milli güvenlik tehdidi" olarak görülen dinî ve etnik alan ilişkilerinde liberal ve sol düşünce büyük sıkıntılar yaşadı, kendi söylemsel ve kuramsal dünyasını bu kimliklerin talepleri temelinde genişletemedi. Bu kimliklerden biri olan İslami kimlikten gelen AK Parti 2002'den bugüne egemen parti ve çoğunluk hükümeti olarak Türkiye'yi yönetirken, Kürt kimliği 1980'den, özellikle 1990'lardan bugüne siyasi alandaki etkisini giderek arttırdı. Bu kimlikten türeyen siyasi söylem ve Türkiye modernleşmesine bakış, liberal ve sol düşünceyi kullanıp etki alanını genişletirken, liberal ve sol düşünce ikincil plana düştü. Diğer bir değişle modernleşme-kimlik ilişkisi de liberal ve sol düşünceye yanıt vermekte zorlandıkları sorular sordu ve bu düşünce akımının toplum ile ilişkisini zayıflattı. Gerek 2013 yılında yaşanan çözüm süreci, gerekse 15 Temmuz darbe girişimi, liberal ve sol düşünceyi zorladı ve bu düşünce akımlarının bu süreçlere net bir tavır ile yaklaşmada sorun yaşamasına neden oldu. Bu bağlamda Türkiye modernleşmesi, Batı modernitesi ile ilişkisinde siyasi alanda farklılık gösterdi. Liberal ve sol düşüncenin bu süreçteki konumu ilginç ve önemlidir, sadece ülkemiz değil, Batı-dışı modernite içinde ve küresel ölçekte de.