Apartman gelişmişlik değil gerilik sembolüdür
İnsan ve mekân ilişkisi modern hayatın başlamasından bu yana sıkça ele alınır ve tartışılır oldu. İnsani hayat koşulları için hangi mekânın nasıl olması gerektiği, gelecek nesillerin ileride nasıl bir hayat yaşayacağı konusu herkesi tedirgin etmekte. Dün evinin bahçesinde eli toprağa değerken bugün duvarın betonundan başka bir şeye değemeyen ve toprakla olan ilişkisini bir sosyal aktivite seviyesine düşüren bizler acaba bu durumdan kurtulabilecek ve yeniden ait olduğumuz yere dönebilecek miyiz? Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi öğretim üyesi Halil İbrahim Düzenli ile bu konuyu konuştuk. "Yaşanılabilir bir ev, yaşanabilir bir tabiatla ilişkiden geçer" diyen Düzenli, bugüne dair tespitleri yaptıktan sonra yarına dair önerilerini de okurlarla paylaştı.
Sizin "ufki şehir" diye kavramsallaştırdığınız şey var. Nedir bu ufki şehir?
Aslında yeni bir kavramsallaştırma sayılabilir. Böbir yle bir tanımlama kadim gelenekte de yok fakat Turgut Cansever'in sıklıkla kullandığı "ufki kat mülkiyeti" denen hukuki bir tabir var. Ufki kat mülkiyeti, yapıların dikey kat mülkiyeti yerine yatay kat mülkiyeti esaslı biçimlenmesi demek. Taban alanı 100 metrekare olan ve belli bir kat sınırlamasına sahip yapıyı iki katlı parselasyon düzeni ile oluşturmak demek. Bunu ufki şehir olarak kullanan herhâlde biz olduk.
Ufki şehir de ister istemez ufukla alakalı bir şey. Fussilet Suresi'nde; "Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kuran'ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun" şeklinde bir ayet-i kerime var. Burada geçen kelime 'âfak' yani ufuklar. Biz ufku karşıdaki çizgi olarak biliriz. Ancak ayette geçen ufuk kelimesi, sadece karşıdan görünen bir yataylık ve çizgi anlamının sınırlarını baya aşıyor zira "varlığımızın delillerini göstermek" deniyor. Dolayısıyla varlığın delilleri bir çizgiden, bir ufuktan, bir yataylıktan ibaret olmasa gerek diye düşünüyorum. İçerisinde yaşadığımız şehrin, mahallenin, evin, sokağın da aynı zamanda varlığın delillerinin gösterilmesi, onlara kapı aralanmasına imkân veren sokaklar, mekânlar olması anlamına geliyor. Dolayısıyla şu demek; bir Osmanlı şehrini ele aldığınızda; onların dışarıdan yahut yukarıdan karmakarışık görünen sokaklarına girdiğinizde çoğumuzun aklına; "ne daracık, yamuk yumuk sokaklar" diye gelebilir. Hâlbuki bu yapıya daha derin bir mana yüklemek gerekir. Turgut Cansever'in okuması şu; "İnsanın yaşadığı şehri, mahalleyi kendi bedeniyle tecrübe etmesi..." Yani bedenle keşfetmek… Üç adım attığınızda Osmanlı şehrinde ne görürsünüz? Bir duvar var, bir evin cumbası yola sarkmıştır, uzakta bir ev daha gözükür, bir yerden bir ağaç sarkmıştır, yeşil tabiat… İki üç adım daha atarsınız, bir süreklilik içerisinde gördükleriniz tekrar değişir. Karşıdan dönünce, ağaçlar ve tabiat değişmektedir. Sürekli değişim halinde olan, kendi bedeninizle fark edebileceğiniz bir çevre... Dolayısıyla attığınız her adımda sürekli değişen ve size mesajlar veren, bir şeyler düşünmenize imkân sağlayan sokak düzeninden bahsediyoruz. Sürekli değişim halinde olmak da biraz hareket kavramıyla ilişkili.
Yapıların böyle olmasının insan fıtratı ve mekân ilişkisi bakımından karşılığı ne?
Fıtratı, yaratılışın yasalarını görebilmek olarak tanımlıyoruz. Dolayısıyla onu göreceğimiz şehir hangi şehirdir, burası önemli. Turgut Cansever şöyle diyor: "Allah Kuran'da; 'O, her an yaratma halindedir' buyurmuş. Dolayısıyla varlığın yapısı dinamik bir şeydir. Yaratım süreklidir, sürekli oluş halindedir. İnsanın fıtratı diyebileceğimiz şey varsa, bu oluş halinde olmayı idrak etmektir. İnsan buna kurgulu olabilir. Buna imkân veren de şehirlerdir. Bu hareketle olur." Sonrasında organik bir doku ortaya çıkar. Bu organik doku, hareket halindeki bedeninizin, hareket halindeki gözlemleriyle oluşturduğu katmanlarla varlığın bu dinamik yapısını keşfetmenize imkân veren bir şehir kurgusudur. Dolayısıyla başa dönersek âfak, bu hareket kavramından da yola çıkarak sadece karşıdan ufka bakarak gördüğümüz bir şey değil, aynı zamanda içinde olarak da fark ettiğimiz yaratılış kanunlarıyla, varlık meseleleriyle ilişki kurduğumuz bir mahalle düzeni, bir şehir düzeni anlamına geliyor. Tabii bedenle algılanma meselesi modern dünyadaki şehircilik anlayışıyla tam tersi bir anlayış oluşturuyor. Nedir o? Yollar, hız, trafik ve bunun neticesinde dümdüz olma hali. Dolayısıyla bu dümdüz olma halinde sadece yanından geçip gidileni, yukarıda bahsettiğimiz gibi insani olan yapıyı düşünmeye imkân vermeyen idrakin tam tersi olan bir şehir planlamasından bahsetmiş oluyoruz. Cumhuriyet dönemindeki uygulamalarımız da, Osmanlı'nın geç dönemlerindeki uygulamalarımız da böyledir. Mesela Ahmet Vefik Paşa'nın Bursa ile ilgili söylemi çok enteresandır: "Yolları, çıkmaz sokakları ortadan kaldırmalı, yolları damalı hale getirmeli" der. Damalı hale getirmek kare kare parsel sokak düzeni demek. Bugün yapılan, önceden o karmaşık görünen ama aslında belli bir amaca matuf, belli bir idraki görmeye imkân tanıyan sokakları dümdüz yapmaktan ibaret. Buna modern şehir planlamacılığı da diyebiliriz. Bu bağlamda temel meselemiz, idraki, bir şekilde insan bedenine ve zihnine aktaracak şehir düzeninden mahrum oluşumuz.
Osmanlı'da şehir düzeni bu anlayışla mı kuruldu?
Turgut Cansever'in Osmanlı'yı okuma biçimi böyle. Ama o zaman kurulan şehir yapıları, bütün tanımlamaların dışında kendiliğinden gelişen bir bilincin mahsulü olarak oluştu. Çünkü bu böyle bir iki senede olan bir şey değil. 500-600 senede tek tek eklenerek, uç uca konarak oluşan bir geleneğin dokusundan bahsediyoruz. Balkanlar'dan Anadolu coğrafyasına, diğer İslam coğrafyalarından Kafkaslara kadar bakın, bu yapının, bu sokak meselesinin, bu organik dokunun izlerini görmek mümkün.
Peki, bu anlattığınız idrak ne zaman değişti de bugün bu hale geldi?
Osmanlı'nın son dönemine kadar götürebiliriz. Sonuçta o dönem bir zihniyet değişiyordu, modern toplum olma meseleleri gündemdeydi. Daha kolay ve daha merkezî inşa... Mülkiyet yapısı değişmeye başladı. Belediye denen bir şey ortaya çıktı. Bir şekilde nizam, intizam, nizamname gibi şeyler geldi bununla beraber. 19'uncu yüzyıldan itibaren alırsak modern yapılaşma Cumhuriyet devri ile zirveye varmış bir şey ama modern planlama mantığı sadece Cumhuriyet'in meselesi değil. Bu modern planlama mantığıyla kurulan yeni şehirlerde, hiçbir şekilde önceki yapıyı referans almayan, topografyayla ilişkisi düşünülmeyen abuk sabuk şehirler ortaya çıktı.
Apartmanlar Türkiye'de nasıl ortaya çıktı peki?
Aynı mantığın eseri. Apartman dediğimiz şey yeni teknoloji ve betonarmenin şehre ve ülkeye gelişini de işaret ediyor aslında. Üst üste koyma mantığı. Eskiden ev dediğimizde bahçesiz bir şekilde düşünülemezdi fakat apartmanla birlikte evler ilk önce bahçesinden koparıldı. İlk önce tabiat yani bizzat dokunduğun, ayak bastığın şey ortadan kalktı. Ondan sonra değişik modern planlamalarla beraber doğrudan mülkiyet yapısı değişti. Yeni gelen şeyin adı kat mülkiyeti oldu. Hatta Cumhuriyet'in ilk devirlerinde kat mülkiyeti denen şey helal midir, haram mıdır diye tartışmalar vardı. Şuan 30 katlı bir yerin bir katını almak, havadan bir yer almak bize o kadar doğal geliyor ki… Size düşen 10 metrekare toprak aslında. Dolayısıyla o toprak artık sizin mi, değil mi? Hadi toprağımı bana verin dediğinizde sonuç yok. Madem mülkiyet sahibi benim, ne işe yarar 10 metrekare? Hiçbir işe yaramaz. Bu durum dolayısıyla evin, yaşama çevresinin artık toprağa bağlı gayrimenkul bir değer olmadığını, apartmanla birlikte menkul bir değere, hareketli bir değere dönüştüğünü gösteriyor. Bugün evlerin geldiği nokta bugünkü borsa kâğıtlarından farksız. Artık evimiz toprağa bağlı gayrimenkul bir değer değildir, evimiz bir menkul değerdir. Alınıp satılabilir, para kazanılabilir, yatırım aracı olabilir bir şey…
Yaşanılır bir ev nasıl olmalıdır?
Bir evin yaşanabilir olması, yaşanılabilir bir tabiatla olan ilişkiden geçer. Yani 10 metrekare de olsa bir bahçenizin olmasından geçer. Bir şekilde bir açık alanınızın olmasından geçer. Bahsettiğim şey size ait olan çok basit bir açık alan. Bu alanın varlığı bütün hayatı değiştirici bir şey haline gelir aslında. Geçenlerde konuşuyorduk bir arkadaşımla. "Ne yapıyorsun pazar günü" dedim, çocuğumu Üsküdar'da bir koruya götüreceğim dedi. Çocuğu o koruya götürmek ciddi bir modern ritüel artık. Onun üstü giydirilecek, anne baba da üstünü giyecek. Belki bir sırt çantası olacak, suluk bölümü olacak, oraya suluk konacak, aynı Rambo filmlerindeki gibi. Ve bunu hafta içi yapamayız. Hayatın artık çok tabii bir parçası olan çocukla zaman geçirmek, sadece pazar gününe sıkıştırıldı. O pazar günü de ciddi bir ayin formatına dönüştürülmüş bir şey. Ben müstakil bir evde oturuyorum. Evimin açık bir avlusu var, apartman boşluğu yok. Her akşam beş-altı gibi eve geldiğimde çocuğum dışarıda olduğunu görüyorum onunla hemen yarım saat zaman geçirebiliyorum. Ondan sonra eve giriyorum. Sadece pazar günü değil her sabah işe gidene kadar 7.30'dan 8.00'a kadar ev kıyafetlerimle hava almaya çıkıyorum, çocuğumla vakit geçirebiliyorum. Benim çocuğum altı yaşında ve tanımadığı çiçek yok. İşte bunlardan koparıldık. Evin menkul değere dönmesi aslında böyle bir alışkanlığımızı da feda etmemiz anlamına geliyor. Kışın biz kardan adam yapıyoruz ve onu üç gün boyunca kendi penceremizden seyredebiliyoruz, her an ona müdahale edebiliyoruz. Şapkasını değiştiriyoruz, gözlerini değiştiriyoruz. Şimdiki apartman çocukları ise o kardan adamla, tabiatla bir saat ilişki kurabiliyor. Dolayısıyla ertesi gün aşağıya indiğinde biri kardan adamı dümdüz etmiş oluyor. Bir de bugünün çocukları artık kiremit görmeden yetişiyor. Kiremite çıkmış kedi de görmüyor. Kedi ancak kapının önüne gelen, mama vereceğin bir nesne olarak görülüyor. Kedilerin damdan atlayabileceği bir varlık olduğunu, kiremidin evin bir parçası, bir yapı meselesi olduğunu göremeyecek bir nesil yetişmekte yazık ki.
Benim tanıdığım müstakil ev sahipleri gelir seviyesi çok yüksek olan insanlar. Durum öyle bir hale evirildi. Maddi durumun orta halliyse insani yaşamanın imkânı yok. İstanbul'da insanların tek bir hedefi var gibi; 70-80 metrekare evim olsun ki yaşayayım, gideyim düşüncesindeyiz genelde...
Bu mekân politikası eksikliğinden. Maalesef Türkiye'de son 30 yıldır mekân politikamız sıfır. Yani mekânı nasıl planlayacağınıza nasıl şekillendireceğinize dair meseleyi eksik bıraktığınızda ana mesele de işte böyle yumağa dönüşüyor. Karmakarışık bir şey oluyor. Kat kat bir yapı içerisinde 70 metrekarelik bir kümese oturacak insanı eleştirmek çok hakkaniyetli değil. O zaman dönüp dolaşıp biz neden mekân politikası üretemiyoruz meselesine geliyoruz. Bakın enteresan bir şey söyleyeyim; bugünkü Türkiye haritasını elinize alın ve haritaya İzmir'den Van'a kadar yatay bir çizgi çekin. İşte o çizgiyi çektiğiniz yere Türkiye'deki bütün insanlar bahçeli bir ev sahibi olarak sığıyor. Şu an bu halde olmamız hakikaten bir politika noksanlığıdır. Rahmetli Turgut Cansever gibi bu duruma çözüm sunmuş olanlar vardı fakat ne yazık ki yapılmadı bu.
Neler sundu Turgut Cansever?
Turgut Cansever'in özellikle 1999 depreminden sonra kendine vazife edindiği bir iş vardı; bilâbedel ve tamamen kendi inisiyatifiyle ve oluşturduğu yaklaşık 100 kişilik davetli ekiple beraber organize ettiği, yıkıcı depremden etkilenecek İstanbul halkını yeni yerleşimlere yerleştirme projesi... Bu çalışma 2001 ve 2003 yıllarında iki tane kalın ciltli rapor halinde yayınlandı ve Tayyip Erdoğan'a da ulaştırıldı. İçerisinde zaten bakan olan üç dört kişi, şu an entelektüel olarak bildiğimiz köşe yazarlarının birçoğu, eski başbakan Ahmet Davutoğlu, Kültür Bakanı Nabi Avcı, İsmet Özel, Hayrettin Karaman hatta Recep Tayyip Erdoğan, hepsi bir şekilde Turgut Cansever'in yöneticiliğindeki projenin içinde bulunmuş insanlardı. Aslında yabancı olunmaması gereken bir durumdu bu. Şunu öneriyordu proje: Bütün İstanbul halkını desantralize etme, yani nüfusu bir planlama dâhilinde dağıtma. Şöyle ki İstanbul'dan Trakya'ya kadar belirlenmiş 25 bin kişilik şehirler halinde, her birine müstakil bahçeli evler sunarak pilot şehirler oluşturma. Aynı zamanda boşaltılan yeri de yıkıp tekrar yapma gibi önemli bir projeydi, sürdürebilirliği ve kaynağı için birçok çalışma da vardı projenin içinde. Raporların yüzde 80'i bunun maliyetinin nasıl karşılanacağı üzerine bir hesap modelinden geçiyordu. Dünya Bankası'yla da ön kredi görüşmeleri yapılmış, kurumsal yapılar ve zaman çizelgesi gösterilmiş. Alanın tahsisinden pencere pervazlarının üretimine kadar maliyeti düşürücü ve sağlam bir plan yapan tablosuna kadar yapılmış şeylerdir bunlar. Fakat 2003, 2004 ve 2005 yıllarında o devrin hükümetinin sıcak paraya ihtiyacı vardı. Bunun için de, inşaat sektörünü geliştirmek gibi ekonomik rasyonalite açısından yerinde olan fakat yaşam çevresinin dönüşümü açısından hiç de yerinde olmayan bir politika belirlendi. Dolayısıyla böyle bir şeyin peşinden gidilmedi ve orda belki Türkiye'nin yerleşik müteahhit sektöründen zihniyet yapılarına kadar birçok faktör de bunun içerisine dahil olunca mesele bugünkü noktaya geldi.
İnsanlar kendi memleketlerindeki rahat hayatı terk edip neden burada kısılıp kalıyor?
Hizmetlere yakın olmak, büyük hastanelerin yakınında olmak, çocuğun iyi bir eğitim alması gibi etkenler var. Bunlar çok girift konular, mekân politikası deyip oradan kaçmamak lazım. Daha ötesine nasıl gidilir buna bakmalıyız. Mesela apartman meselesinde garip bir yanılgımız var; başlangıçta biz apartmanı bir modernleşme sembolü olarak gördük hâlbuki apartman dediğimiz şey, savaş sonrası Batı şehirlerinin hızlıca yeniden üretilmesi için geliştirilmiş bir çözüm.
Bırakın İstanbul'u artık kasabalarımızın bakılacak yüzü yok. İnsanlar kendi evini yıkıp yerine beş katlı apartman yapıp ikisini kendisine, birini çocuğuna alıyor, birini de kiraya veriyor. Durum buna döndü, zihniyet sıkıntısı bu. İnsanların kabahati değildir bu, benim kanaatime göre tamamen politik bir meseledir. İnsanlara sürekli bir düşünceyi pompaladığınız zaman onlar da bunlara meyledebilir fakat birkaç tane güzel örnek yaptığınızda insanlara seçim hakkı vermiş olursunuz. Mesela TOKİ bunları yaptı. Şimdi nedamet aşamasındayız, inşallah hayırlı olacak sonu. Tayyip Bey'in her konuşmasında neredeyse bu var; "Kötü binalar yapıyoruz, kötü yaşam çevreleri üretiyoruz insancıl değil bunlar" diyor. TOKİ bir yatay şehir koyuyor ortaya yavaş yavaş. Yatay şehir konusunda birçok güzel uygulaması var TOKİ'nin. İznik Konutları tamamen iki üç katlı müstakil konutlardan oluşan 200-250 konutluk bir yerdi. Şu anda Gaziantep'te 50 bin kişilik bir şehir planlama çalışması devam ediyor. Bunları çoğaltıp insanların önüne sunmak lazım. İnsanlara diyeceksiniz ki; bakın bunlar müstakil evler bunların koşulları şunlar, bunlar da apartmanlar tercihinizi yapın. İşte bunu yaptığınız zaman insanlar bakalım neye meyil edecek? Kaldı ki 1992 yılında Aile Araştırma Kurumu'nun çok önemli bir anketi var; insanlara soruyorlar: "Nasıl evlerde yaşamak istersiniz?" Yüzde 94'ü bahçeli müstakil ev istiyor. Yani bu yaman bir rakam. Bu anketi şimdi yapmak lazım, acaba bütün o pompalamalarla bu oran nereye geriledi ama eminin yüzde 60'tan daha aşağıya düşmemiştir.
Apartmanı biz modernleşme ve zenginleşme sembolü olarak görmüşüz ama dünyanın en zengin ülkelerine baktığımızda durum çok farklı. Amerika'da insanların yüzde 89'u müstakil bahçeli evlerde oturuyor. Düşünün Amerika'nın nüfusu bizim yaklaşık dört katımız. İngiltere keza öyle. Avrupa'nın değişik şehirlerine gidin, oradaki yükselme ve apartmanlaşma bizimki kadar olmaz. Bizde bir anomali hali var, apartman bizde hâlâ bir zenginlik göstergesi. Fransa'da savaş sonrası bir anket yapılıyor, insanların yüzde 60'ı müstakil bahçeli ev istiyor ve Fransa'nın bütün konut planlaması müstakil bahçeli ev yapmak üzere değişiyor. Bizde oran yüzde 94 iken biz buna kulak asmamışız. İşte Cansever buna kulak asmış ve bir şekilde biraz önce bahsettiğimiz önerileri götürmüş. Apartman bu açılardan baktığımızda bir gerilik sembolü aslında.
İstanbul için tren kaçtı mı?
İstanbul için tren kaçmadı, umutsuzluk bize has değil. Bir söyleşimde, Cansever'in ümitvarlığına muhtaç olduğumuzu söylemiştim. Bu gerçekten hâlâ bir politika meselesi. Mesela halen daha Trakya'ya doğru birçok boş arazi var, 2B arazisi bunlar. Tabii insanların bütün sanayisiyle oralara taşınması gerekiyor. Cansever'in projesini yaptığı yıllarda Başakşehir diye bir şey yoktu ortada, o yıllarda Başakşehir dediğiniz yer Cansever'in bahsettiği şekilde oluşturulsaydı böyle bir şehir olmayacaktı. Siz bana şimdi Başakşehir'in bütün arazisini verin, kaç tane konut var sayın, ben size bütün bu konutları aynı arazide yatay şehir olarak müstakil bahçeli evler olarak tasarlayayım. Mesele politika ve zihniyet meselesidir ve hiçbir şey kaçırılmış değil. Yeter ki şu kentsel dönüşüm meselesini de yeniden ele alabilelim.
Bu durumu düzeltmek için hükümet üzerinde nasıl bir baskı oluşturulması gerekiyor, STK'lar neler yapmalı?
Bizde meslek örgütleri ya anti iktidar yahut iktidar aygıtı olmak durumunda kalıyor. Bir kere sakatlık bizim düzenimizden kaynaklı. Mimarlar Odası bu önerileri 10-20-30 sene önce yapıyordu. Politik olarak eleştirebilirsiniz tavırlarını ama bu öneriler yok değildi. Mesela Türkiye'deki o yatay şehir meselesini 1980'lerde Ankara Batıkent'te uygulayan Murat Karayalçın'dı. O da Batılı anlamda bir 'bahçeşehir' uyguladı. Bence, onun da problemleri vardı ama en azından insanların küçücük de olsa bahçeleri olan müstakil evleri olmuştu. Ben de oturdum Batıkent'te. Şimdi oraları tekrar apartmanlaştırıyoruz. Dolayısıyla meselenin ideolojik olmanın ötesinde boyutları var. Gerçekten bir karar vericiye ihtiyaç var. İnşallah Tayyip Bey bir karar verme arifesindedir. Bırakın İstanbul'u, bütün Anadolu elden gidiyor bunu görüyoruz değil mi? Bütün şehirler gittikçe küçük İstanbulcuklar olma yolunda ilerliyor. Mesela buna karşı bir tedbir alıyor yahut bunun doğrusunun ne olduğuna yönelik bir şey ortaya koyuyor muyuz? Dolayısıyla bütün parametreleriyle tekrar düşünmemiz gerekiyor. Türkiye için konutun üstündeki para baskısı, menkul değer baskısı, evin bir yatırım aracı olması durumu ne olacak? Yükte hafif pahada ağır ihraç malzemeleri üreteceksiniz, ekonomiyi ona yönlendireceksiniz. AK Parti'nin programındaki iki şey çok önemliydi. Bir tanesi yükte hafif pahada ağır şeyler üretmekti. Yani AR-GE dönemi başlıyor demişlerdi ve insan kaynağına yatırım olacaktı. Bu ikisine hız vermek ve konut üzerindeki baskıyı azaltmak, ondan sonra da insanlara seçenekler sunmak işin çözümü gibi geliyor. Karar verildikten sonra bunu başarmak zor değil. Bir de; "Bu iş zor, artık İstanbul elden gitti, bunlar hayal" gibi sözlerle kandırılıyoruz. Hiçbir şey için geç değil.
Apartmanın hiç mi bir faydası yok sosyalleşme açısından?
Şöyle bir araştırma var; apartmanlar dört katın üzerine çıktıktan sonra o sosyalleşme denilen şey aksi bir duruma eviriliyor. Üçüncü kat yedinci katı tanımıyor mesela. Artık en fazla maksimum dört kat üzerinde sağlıklı ilişki kurulabiliyor. Bu Batı'da yapılmış bir araştırmanın sonucuydu. 3'üncü kattasınız, 17'nci katla ne işiniz olur? Bir ihtiyacınız olsa en fazla 4'üncü kattaki komşuya gidersiniz. Dolayısıyla apartman bu anlamda hakikaten insani bir yapı değil. Apartman dediğiniz bir kutu. İçerisine çocuklarınızı tıkın, ondan sonra sosyalleşme projeleri geliştirin. Çocukları bilgisayardan uzak tutmak, tabiatla buluşturmak gibi şeyler sürekli masraf. Alternatif bir alan açmadıktan sonra; "Bilgisayarı çok kullanıyor, telefonla çok oynuyor bunları yasaklayalım" demenin hiçbir anlamı yok. Bakalım bu nesiller nasıl nesiller olacak bunu merakla bekliyoruz.
Ümit var diyorsunuz ama nasıl olacak?
Birinci önerim, az önce bahsettiğim 2001-2003 raporlarını tez elden tekrar ele almak, gerekirse bugünkü duruma göre güncellemek ve genel bir politika haline dönüştürmek. Bu kadar basit bir önerim var. İşi böyle tekrar yokuşa sürmeye gerek yok. Ben bunun etütlerini, analizlerini yapıyorum. Bunu yaygınlaşır bir şeye dönüştürmek için mimarlar yetiştiriyoruz, o mimarlara bu işin mantığını, ufkî şehir dediğimiz kavramı anlatıyoruz ve projeler çiziyoruz. Akademide ama defalarca söylediğim gibi ilk önce bir karar mekanizması lazım. Sonrası ekip işi. Bugün hükümetin meşruiyet zemini, Tayyip Erdoğan'ın algısı gibi bileşenler bunlar çok müsait. Turgut Cansever bürokratik oligarşiden çok çekti. Onu bertaraf ettiğimizi söylüyoruz. Bertaraf ettiysek bu konuyu gündeme getirip tam fırsatı diye düşünebiliriz. Buna bugün başlarsak, sonuca kısa vadede varamasak da yeni nesillere olan borcumuzu ve sorumluluğumuzun ilk adımını atmış oluruz. Buna mecburuz.
Teşekkür ederiz.
Halil İbrahim Düzenli KİMDİR?
2000 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nü bitiren Halil İbrahim Düzenli, 2001-2009 tarihleri arasında aynı üniversitenin Mimarlık Bölümü'nde araştırma görevlisi, Eylül 2009-Mayıs 2015 tarihleri arasında ise Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nde yardımcı doçent olarak çalıştı. Mayıs 2015'ten bu yana Fatih Sultan Vakıf Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Düzenli'nin, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi adlı bir kitabı bulunmakta. Düzenli aynı zamanda Ufki Şehir: Turgut Cansever'in İzinde adlı çalışmanın editörlüğünü üstlenmiştir.