Katar krizi ve uygulanan diplomatik ambargonun aktörleri
Dünyanın ve Türkiye'nin gündemine yoğun bir şekilde giren Katar meselesinin ortaya çıkışını, önümüzdeki süreçte doğuracağı sonuçları, en önemlisi de Türkiye'nin bu süreçten nasıl etkileneceğini Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Muharrem Kılıç ile konuştuk. Kılıç, bu süreçte Türkiye'nin özellikle diplomasi yoluyla sorunun çözülmesi noktasında önemli bir misyon üstlendiğini, uygulanması gereken diplomasinin ise çok yönlü biçimde sürdürülmesi gerektiğini vurguluyor.
Katar krizini ortaya çıkaran dinamikler neler oldu?
Katar her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bir kaymakamlık olsa da, bugün sahip olduğu oldukça zengin doğalgaz ve petrol kaynakları ile küresel emperyal düzenin yüksek ilgisine mazhardır. Kuruluşundan bu yana Suudi Hanedanlığının ulusal sınırları içinde olmasa da hegemonyası altında olmuştur. Ta ki 1995 yılında Şeyh Hamad'ın öz babası olan kral Şeyh Halife'ye karşı yaptığı saray darbesine kadar. Katar'da bu yönetim değişikliği ile birlikte ülkenin dış politik perspektifi de değişmiştir. Bu değişim sonrasında Katar, Suudi Arabistan'ın baş aktörlüğü üzerinden kurgulanan Ortadoğu'nun dış politik misyonuna boyun eğmemiştir. Böylece Suudi yönetimlerinin körfez bölgesi üzerindeki politik hegemonyasına boyun eğmeyen dış politik tutumundan ötürü hedef tahtasına konulmuştur.
Katar'a yönelik diplomatik ambargonun aktörleri benzer şekilde 2014 yılında yine benzer gerekçeler ile tavır almışlardı. Katar, bölge ülkelerin monarşik devlet yapılanmalarını tehdit eden bir aktör olarak algılanmıştır. Aynı biçimde Mısır'ın darbeci yönetimi tarafından da bir tehdit unsuru olarak görülmüştür. Otoriter devlet yapıları ve pratiklerinden ötürü kendi ülkelerinde barınamayan düşünürlere, bilim insanlarına ve aktivistlere kucak açan Katar, bu ülkeler tarafından sürekli biçimde tarassut altında tutulmuştur.
Bu krizin üretilmiş gerekçelerinden birisi de Katar'ın İran ile olan ekonomik işbirliği ve yakınlaşmasıdır. Bu noktada özellikle Suudi Arabistan yönetimi, Sünni-Şii karşıtlığı üzerinden üretmiş olduğu ideolojik argümanlarını devreye sokmaktadır. Bu, Suudi hanedanlığının özellikle İran-Irak savaşı ile güçlü biçimde bayraklaştırdığı bir kutuplaşma retoriğidir. Suudi yönetim kendisini İran Şiiliği karşısında teo-politik düzlemde "Sünni İslam'ın" bayraktarı olarak konumlandırmıştır. Sekteryen teo-politik bir söylem düzeneği ile Vehhâbilik üzerinden bir Sünnilik ideolojisi üretmiştir. Her iki ülkenin sekteryen yayılmacı teo-politiğinin Balkanlar, Orta Asya ve Körfez ülkeleri gibi kendi ulusal sınırları ötesinde yürüttükleri 'misyonerlik faaliyetleri', ilgili bölgelerdeki kültürel ve mezhepsel haritaları dönüştürmüştür. İran ile Suudi Arabistan arasındaki bu mezhepsel kutuplaşma teo-politik bir gerilim üretmiştir. Bu da beraberinde radikalleşmeleri ve radikal örgütlenmeleri doğurmuştur. Nitekim soğuk savaş yıllarından bu yana söz konusu teo-politik söylem "küresel terörizm endüstrisi" tarafından üretilen "terör" örgütlerine düşünsel kaynaklık ve referans çerçevesi yaratmıştır.
Bu kutuplaşma, tek yönlü küresel emperyal düzene açık biçimde hizmet etmektedir. Bu polarizasyonun tarafları açısından bakıldığında aralarında asimetrik bir siyasal bedenlenme ve söylemsel bütünlük ilişkisi bulunmaktadır. Bunlardan İran, özellikle mezhep temelinde konsolide ettiği ulus ve ulus ötesi demografik potansiyeliyle daha yeknesak bir siyasal bütünlük üretmiştir. Bunun karşısında Suudi yönetiminin dışlayıcı mezhepsel ideolojisi, Sünni Müslüman dünya ile arasında otantik bir temsiliyet ilişkisinin kurulmasını imkansız kılmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri'nde yönetim (başkan) değişikliği sonrasında planlanan ilk yurtdışı seyahatleri, tek kutuplu küresel düzenin dönemsel dış politik perspektifine dair birtakım anlamlar taşır. ABD Başkanı Donald Trump'ın ilk yurtdışı seyahat programının Suudi Arabistan, İsrail ve Vatikan'dan oluşan üç durağı, önümüzdeki süreçte Beyaz Saray'ın dış politik eksenine ve perspektifine dair fikir verici niteliktedir. Bu ziyaretlerin ilk ayağında Suudi yönetimi, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile birlikte Katar'a yönelik diplomatik ambargo uygulanması konusunda Trump'ı ikna etmiştir. Bu karar aslında bir ambargo olmanın ötesinde gayri meşru ve gayri insani bir tecrit kararıdır. Bu kararın alınması noktasında Katar'a isnat edilen suç, "terör örgütlerine vermiş olduğu destek" şeklinde uluslararası kamuoyuna açıklanmıştır. Bu oldukça absürt gerekçe ironik bir duruma da işaret etmektedir. Öyle ki özellikle 11 Eylül sonrasında küresel terör endüstrisi "İslamcı terör örgütleri" üretmişlerdir. Finansal, örgütsel ve ideolojik açıdan yapılandırılmış olan örgütler üzerinden vekalet savaşları yürütülmekte, belirlenen küresel stratejik eksenler ve coğrafyalar üzerinde operasyonlar sürdürülmektedir. Bu üretimin kurucu aklı, tek kutuplu küresel düzenin idamesine hizmet etmektedir.
Katar'a yönelik bu tecrit kararının dillendirilmeyen gizli gündemi, provokatif dış politik performansı ile güçlü Türkiye'nin mahkûm edilmesi girişimidir. Nitekim bu süreçte, Mısır'ın darbeci generali Sisi'nin Bahreyn kralına bu ambargonun Türkiye'ye de uygulanması yönündeki telkini bu gizli gündemi ifşa etmiştir. Türkiye, kendi ulusal güvenliğini ve ülkesel bütünlüğünü muhafaza adına PKK, FETÖ ve DAİŞ gibi üç büyük terör örgütüyle ciddi bir mücadele vermektedir. Uluslararası toplum nezdinde Türkiye'yi yalnızlaştırma politikası güden sözde müttefik ülkelerin kuşatması terörle mücadele noktasında ciddi zorluklar yaratmaktadır. Bütün bu kuşatılmışlığa rağmen Türkiye, çok eksenli dış politik perspektifini yüksek profilden sürdürmektedir. Bu doğrultuda farklı stratejik ortaklıklar ve ekonomik işbirlikleri geliştirmektedir. Bu tecrit girişimi, bir yönüyle Katar ile Türkiye arasında bir süredir devam etmekte olan stratejik ve ekonomik işbirliğinin kesilmesini de hedeflemektedir. Bu yönüyle söz konusu tecrit harekâtı aynı zamanda, milli irademize kast eden 15 Temmuz Kalkışması ve ardı sıra devam eden küresel kuşatma harekâtının bir başka evresidir.
Küresel ekonomik krize rağmen son 15 yılda Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal kalkınmasına ve demokratikleşme noktasındaki kazanımlarına eş zamanlı olarak ortaya koymuş olduğu çok yönlü bölgesel ve küresel dış politik vizyon, Türkiye'yi çekim merkezine dönüştürmüştür. Yükselen ekonomik ve sosyal göstergeleriyle Türkiye, dünya siyasetinde iddia sahibi bir ülke imajı ortaya koymuştur. Türkiye, dış politikasında paradigmatik bir değişimle tam bağımlılık, tek biçimlilik ve tek yönlülük kavramsallaştırmaları ile ifade edebileceğimiz monolitik doktrini terk etmiştir.
Soğuk savaş sonrasında ortaya çıkan tek kutuplu küresel dünya düzeni, farklı kırılmaların (11 Eylül; 2008 küresel finansal kriz vd.) tetiklediği yeni küresel ve bölgesel yapılanmalara, doktriner dönüşümlere, işbirliklerine vs. yol açmıştır. Bu yeni düzende uluslararası hukuku, Birleşmiş Milletler Sistemini ve uluslararası toplumun yerleşik teamüllerini yok sayan birçok denizaşırı müdahaleler, işgaller ortaya çıkmıştır. Sözde terörle mücadele adına gerçekleştirilen bu küresel müdahaleler ne yazık ki coğrafi ve kültürel parçalanmalara eşlik eden ağır insani krizlere yol açmıştır. Üzücüdür ki, bu müdahalenin merkezi coğrafyası Ortadoğu ve civar Müslüman ülkelerdir. Zengin enerji kaynakları ile küresel emperyalist düzenin iştahını kabartan coğrafya üzerinde sürdürülen asırlık operasyon en ağır trajedileri bugün modern dünyanın gözleri önünde gerçekleşmektedir fakat bu trajedinin küresel müsebbipleri ile birlikte Müslüman ülkelerin çoğu ne yazık ki insani duyarlılık sergileyememiştir. Yalnızca Türkiye, cebelleştiği onca ulusal, bölgesel ve küresel kuşatmaya rağmen, kürenin vicdanı olma asaletini sergilemiştir.
Üretilen bu yapay krizle Katar halkının temel insani gereksinimlerinin karşılanmasına dönük kısıtlayıcı, daha doğru bir deyişle tecrit edici tutum karşısında Türkiye, bu gayri insani ambargo karşısında Kürenin vicdanı olarak ilk günden itibaren temel ihtiyaçların karşılanması için gereken adımları atmıştır. Yanı sıra, etkin diplomasi stratejisi ile krizin çözümlenmesinde arabuluculuk misyonunu da üstlenmiştir. Bölge üzerinde orta vadede icra edilmek istenen ülkesel haritalama girişimleri ve yürütülmekte olan çok aktörlü operasyonlar karşısında Türkiye, sözünü etmiş olduğum çoğulcu dış politik perspektifini sürdürmek durumundadır.
Ancak ambargo kararına imza atan aktörlerden ABD ile Katar arasında 12 milyar dolarlık silah alımı anlaşmasının gerçekleşmesinin bu yapay krizin ardında yatan gerçek niyeti ortaya koyduğu görülüyor. Bu ambargonun bir anlamda, ekonomik çıkar adına yapılan bir politik şantaj olduğu da söylenebilir.
Türkiye bu süreçte nasıl bir politika izlemelidir?
Türkiye, jeo-stratejik ve jeo-politik açıdan içinde bulunduğu coğrafyanın her anlamıyla merkez ve lider ülkesidir. Türkiye, sahip olduğu asırlara sari derin tarihi devlet aklı ve müktesebatı ile merkezi role sahiptir. Tevarüs ettiği gelenek açısından Türkiye, kuşatıcılığı ve itidali temsil eden bir teo-politik dinamiğe sahiptir. Aynı zamanda Türkiye, modern çoğulcu demokratik devlet tecrübesi ile Müslüman dünya açısından güçlü bir temsiliyet merkezidir. Sahip olduğu bu birikim Türkiye'ye doğal bir misyon yüklemekte; aynı zamanda bölgesel ve küresel beklentilerin odağı kılmaktadır.
Bu yüzden Türkiye, gönül coğrafyası ile ekonomik ilişkiler kadar, toplumsal, kültürel ve eğitimsel düzeyde sosyal ağını ve kurumsal etkileşim alanını güçlü tutmalıdır. Yalnızca günübirlik sorunları çözümlemeye odaklanan kısa vadeli girişimlerin ötesinde gönül coğrafyamızın enginliğini kendisine hedef alan uzun erimli projeksiyonlara ve projelere ihtiyaç vardır. Ne yazık ki üniversitelerimiz ve akademi dünyamız, bu coğrafyaya dönük olarak dış politik perspektifimize rehberlik edecek nitelikte ve nicelikte çalışmalar üretmiyor. Batı dünyasında özellikle İngiltere'de oldukça yüksek bütçeli Ortadoğu araştırmaları merkezleri ve çok sayıda akademik ve bilimsel yayın bulunurken, bizim akademimizin durumu pek iç açıcı değildir. Oluşturulması gereken bu akademik altyapıyı ben, özellikle Türkiye'nin daha uzun vadede bütün boyutları ile coğrafyaya kültürel, entelektüel ve zihinsel hâkimiyetini temin edeceğinden ötürü önemsiyorum. Aynı zamanda bu kurumsal fikri altyapı ve donanım süreç içinde Türkiye'nin sahip olduğu tarihsel teo-politik aklını yeniden üretme ve aktarma imkânını doğuracaktır.
Mesele güncel pratik boyutu açısından değerlendirildiğinde Türkiye'nin özellikle diplomasi yoluyla sorunun çözülmesi noktasında misyon üstlendiğini ifade edebiliriz. Krizin çözülmesi adına bu diplomasinin çok yönlü biçimde sürdürülmesi elzemdir.
Sonuç olarak bu krizin derinleşmesi, özellikle Suudi Arabistan açısından kaçınılmaz bir siyasal parçalanmayı doğurabilir. Ayrıca bu krizin derinleşmesinin, modern çağın tanıklık ettiği en ağır trajedinin yaşandığı Müslüman coğrafyada daha fazla kan, savaş, gözyaşı ve yıkım anlamına geleceği aşikârdır. Umarım çağın bütün ağır insani kriz yükü üzerine yıkılan Müslüman coğrafya üzerinde yürütülmekte olan bu kirli küresel operasyon son bulur. Ağır insani ve vicdani yükü idrak etmekten yoksun bırakan "küresel duyarsızlaşma hastalığından" behemehâl kurtulmayı temenni ediyorum.
Muharrem KILIÇ
Prof. Dr./Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi