Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar olarak her şeyiyle farklılaşan ve alt kategorilere bölündükçe bölünen bir toplumsal-dinî atmosferin çocuklarıyız. Müslümanlar olarak hemen hemen hiçbir konuda ortak kanaate sahip olmamız mümkün olmuyor. Fakat bu durumun bir istisnası var: Kadın konusu. Kadına bakış İslam dünyasının neresine giderseniz gidin aynı mantalite içerisinde şekilleniyor.
Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinden birinin doktora sınıfındaki öğrenciler Arap Baharı ve sonuçları üzerine tartışıyorlar. Mısır'daki gelişmeler ve darbe ortamı, Suriye, IŞİD derken konu Müslüman toplumların demokrasi ile ilişkileri ve bu bağlamda toplumsal örgütlenme biçimlerindeki yapısal sorunlara uzanıyor. Batı'nın sert biçimde eleştirdiği kadın-erkek eşitliği konusuna sıra geldiğinde Ürdünlü bir erkek öğrenci, içinde kadınların da olduğu sınıfa dönerek "Kadınlarla erkeklerin eşit olduğunu mu düşünüyorsunuz?!" diye şaşkınlıkla soruyor.
Yukarıda bahsettiğim olay bizzat benim sınıfımda gerçekleşti. Türkiye'de yahut İslam dünyasının herhangi bir yerinde bu türden bir tepki ile karşılaşmak uzak bir ihtimal değil elbette. Bu bakış açısını üreten ve ondan beslenen toplumsal atmosferi kadın-erkek hep birlikte deneyimliyoruz. Ancak bu olayı aktarılmaya değecek kadar anlamlı kılan bir sebep var.
Kadınların tarihsel itibarsızlığı
Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar olarak her şeyiyle farklılaşan ve alt kategorilere bölündükçe bölünen bir toplumsal-dinî atmosferin çocuklarıyız. Müslümanlar olarak hemen hemen hiçbir konuda ortak kanaate sahip olmamız mümkün olmuyor. Herhangi bir siyasi ve düşünsel konuda kurulan yakınlıklar yahut görüş birlikleri kısa sürede yerini ayrılığa ve kardeş kavgasına bırakıyor. Her cemaatin, toplumsal kesimin hemen hemen her konuda kendine ait bir fikri var ve bu fikirlere bağlılık son derece yüksek seviyede. Ümmetin birliği için yapılan konferanslarda bile her mezhebin mensuplarının ayrı imamların arkasında namaz kıldığı bir vakıa. Herhangi bir konuda bütün Müslümanların ağız birliği etmesi, bu atmosfer ele alındığında neredeyse imkânsız görünüyor.
Bu durumun bir istisnası var: Kadın konusu. Kadına bakış İslam dünyasının neresine giderseniz gidin aynı mantalite içerisinde şekilleniyor. Müslümanların büyük çoğunluğu kadınların erkeklerle aynı yaradılışta bir kul olduğunu kabul etmekte zorlanıyorlar. Bu kabul hem erkeklerin hem de kadınların büyük çoğunluğu için geçerli. Bir biçimde erkeğin kadından daha üstün olduğu ve bu üstünlüğün maddi zeminden ziyade ontolojik bir zemini olduğu algısı, bilinçaltı yahut bilinçüstü düzeyde Müslümanların çoğunun zihnini formatlamış vaziyette. Bu algı, dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde görülen kadınların ezilmesi vakıasının İslami meşruiyet içine sokulmaya çalışıldığı bir kültürel atmosfere kaynaklık ediyor. Batı ile karşılaşma ve içinde yüzülen modernleşme tecrübesi her ne kadar bu bakış açısının üzerini örtmeye çalışsa da gündelik hayat bambaşka bir şey söylüyor. Camilerde hutbe veren imamlardan, üniversitelerin ilahiyat fakültesindeki hocalara, açıklamaları ile tartışmalar yaratan kanaat önderleri ve tasavvuf büyüklerine kadar pek çok otoritenin ağzından çıkanlar kadınların itibarsızlaştırılmalarına bazen saldırgan bazen de düşük yoğunluklu bir biçimde katkı sağlıyor. Bu ve başka türden itibarsızlaştırma pratiklerinin sonucunda ortaya çıkan şiddet, baskı, zorlama, taciz, tecavüz, hak gaspı gibi toplumsal görüngüler ise meselenin ne kadar vahim boyutlarda olduğunu gösteren dramatik ipuçları sadece.
Söz konusu toplumsal pratiklere can suyu veren zihniyet biçimi kendisini Müslümanların tamamını kuşatan ayrılık ve ihtilaf halinden o kadar özenli bir biçimde uzak tutmuş ki, vakıanın bu yönü bile başlı başına incelenmesi gereken bir toplumsal gösterge olarak not edilmeyi hak ediyor. Bu öyle bir benzerlik ki ne entelektüel seviye tanıyor ne sosyal statü. Müslüman erkeklerin çoğu ve Müslüman kadınların da kahir ekseriyeti tartışmadan bu zihniyeti onaylıyor ve onun taşıyıcılığını yapıyorlar.
Kadın konusu düşünsel pakete emanet
Buradan tekrar Ürdünlü arkadaşımın tepkisine dönmek istiyorum. Daha önce benzer tezlerle sayısız kez karşılaşmış biri olarak Ürdünlü arkadaşımın sorduğu sorunun ve şaşkınlığının sürpriz bir tarafı yok elbette. Burada anlatılmaya değer olan şey Ürdünlü bir Müslüman'ın ağzından çıkan sözlerin ve tezini ispat etmek üzere kullandığı argümanların Türkiyeli Müslümanların kullandıkları argümanlarla birebir aynı olması. Türkiyeli Müslümanlarla aynı kaptan yemek yemiş, aynı kaptan su içmiş gibi bütünüyle aynı tezlerle karşımıza çıkan arkadaşım konuşurken, acaba başka hangi konuda Ürdünlü bir Müslüman ile Türkiyeli bir Müslüman aynı dili bu düzeyde konuşabilir diye düşünmeden edemedim.
'Kör gözüne parmak' düzeyindeki bu benzerlik, İslam dünyasının tamamına yayılmış bir düşünsel paketle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyması açısından temsil kabiliyeti yüksek bir örnek. Hemen hemen her toplumsal statü yahut eğitim düzeyinden Müslümanların çoğu, kadın bahsi açıldığında bu düşünsel pakete başvurmanın zihinsel konforu içinde görünüyor. Bağlamından bütünüyle koparılmış bazı ayetlerin ve hadislerin belli bir düzen içinde arka arkaya sıralanması ile kurgulanmış bir formattan söz ediyoruz. Kocaya itaatin secde sembolizmi ile anlatıldığı hadis, erkeklerin eşleri üzerinde kavvam olduklarını belirten, şahitliği ve miras hakkını düzenleyen ve gerekli hallerde kadınlara vurulabileceğini belirten ayetler, Hz. Havva'nın Hz. Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmış olması ile Hz. Adem'in cennetten kovulmasını Hz. Havva'nın 'fitne!'sine bağlayan türden anlatılar bu paketin başat unsurları.
Bu düşünsel paketi oluşturan unsurların hiçbir şekilde tartışılamaması, tartışılmasına dönük çabaların ise en iyi ihtimalle cehalet, kötü senaryoda ise ihanetle itham edilmesi meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Faiz kadar kesin bir kuralı bile yüzyıllardır çok rahat tartışmış ve bankacılık gibi faiz üzerinden yürüyen kurumlara 'İslami bankacılık' adı altında yol vermiş bir tarihi ve toplumsal yapıdan söz ediyoruz. Hakim kültürel paradigmaya dönük tek bir ortak hareket biçimi geliştirememiş, tüketim çılgınlığı içinde oradan oraya yuvarlanan böylesi bir topluluğun konu kadın olduğunda ortak hareket edebilme kabiliyeti bize karşı karşıya olduğumuz toplumsal görüngünün mahiyetini daha iyi irdelememiz gerektiğini söylüyor. Ne var ki bu başka bir yazının konusu.
Batı karşısında son kale: Kadın
Yukarıda bahsi geçen düşünsel paket belli tarihsel şartların ürünü olarak ortaya çıktı hiç kuşkusuz. Batı karşısında yenilen İslam dünyasının koruma altına almak istediği son kalelerden biriydi kadın. Bunu yapabilmek için kadınlara dönük o güne dek cari olan bakış açısı paketlenerek koruma altına alındı. Oysa İslam dünyasının kadınlara bakışı, İslam'ın ilk ortaya çıkışından bu yana ihtilaflarla mücadele etmesi gibi hep bir imtihan konusu olageldi. Hz. Peygamber'in uygulamalarında alabildiğine özgüven içinde ve güçlü olan kadınların yerine, zaman içinde zayıflatılan, hor ve hakir görülen bir kadın tipolojisi yerleşti.
"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir."(Tevbe-71) yahut "Allah katında en üstün olanınız takvaca en üstün olanınızdır." (Hucurât-13) şeklindeki çerçeve koyucu ayetler ışığında hareket eden bir toplumsal formasyon yerine, ayetleri ve hadisleri kadınların aleyhine yorumlayarak kadınları erkeklerin velileri olarak değil, aşağı, fitne çıkarıcı varlıklar olarak görmeye ayarlı bir toplumsal formasyon ortaya çıktı. Bu gidişat öyle üzücü boyutlara ulaştı ki bizzat Hz. Peygamber tarafından bir örnek olmak üzere yetiştirilen, İslam tarihinin tartışmasız en büyük hadis ve fıkıh alimi olan Hz. Ayşe'yi örnek alan bir kadın yetiştirme ameliyesi İslam tarihi içinde neredeyse hiç gerçekleşmedi.
Kadın konusunda Hz. Peygamber döneminden ciddi bir geri dönüş içerisinde olan İslam toplumunun, bu eksikliğini fark etmediği bir vasatta Batı tasallutu ile karşı karşıya kalması, kadın konusunun bir savunma refleksi içine hapsedilmesine ve bir daha açılmamak üzere paketlenmesine neden oldu. Bu da kadın konusundaki tarihsel hataların donmasına ve Batı karşısında neredeyse bir inatlaşma malzemesi haline dönüşmesine sebep oldu. Bu inatlaşmadan en fazla zarar gören ise yine Müslümanlar oldu.
Türkiye'nin değişimi ve kadın-erkek ilişkileri
Meseleye Türkiye özelinde baktığımızda da farklı bir manzara ile karşılaşmıyoruz. Kur'an ve Hz. Peygamber'in hayatı ile doğrudan muhatap olan hiçbir Müslüman'ın asla savunamayacağı düzeyde bir ontolojik farklılık algısı yaratan söz konusu düşünsel paketin Türkiye'de de kadın-erkek ilişkilerinin dinamiğini belirleyen ana unsurlardan biri olduğunu görüyoruz. Eğitimde fırsat eşitsizliğinden, çalışma hayatında karşılaşılan zorluklara, siyasal temsil anlamındaki eksikliklerden gündelik hayattaki türlü haksızlıklara ve zulümlere kadar kadın-erkek ilişkilerinde çok ciddi sıkıntılar var.
Türkiye'nin önemli bir değişimden geçtiğini ve ilerleyen yıllarda pek çok meselenin ele alınıp çözülmesi gerektiğini her birimiz teslim ediyoruz. Ne var ki kadın-erkek ilişkilerindeki gerilimlerin ve bu gerilimlere kaynaklık eden felsefi arka planın konuşulması gerektiğini çoğumuz fark etmiyoruz. Önümüzdeki on yılların en önemli gündem maddelerinden biri de bu olacak. Zira baskı süreçlerinin iyiden iyiye siyasallaştırdığı, iyi yetişmiş, düşünen, eli kalem tutan yeni bir Müslüman kadın kuşağı ortaya çıkıyor. Bunu öngörebilen, yeni Türkiye'nin kurumsallaşmasında kadınların da katkısını alacak bir toplumsal formasyon önerebilen aktörler toplumsal değişimin nabzını ellerinde tutmayı ve toplumun faydasına kanalize etmeyi başarabilecekler.
Geçmişte daha fazla siyasal temsil için kamuoyu oluşturmak isteyen kadınların 'ajan' olarak yaftalandıklarına şahitlik ettik. Bu türden pratiklerin giderek daha fazla mukavemetle karşılaşacağını kestirmek güç değil. Hal böyleyken eski konforlu pozisyonlarda ısrar edenler yeni bir toplumsal gerilim hattının oluşmasına izin vermiş olmakla kalmayacak, toplumun önünde yürüme ve onu temsil etme kabiliyetlerine de zarar vermiş olacaklar.