Her ‘yeni’ye bir istikamet gerek. Her heyecan duygusunu dizginleyecek bir akla ihtiyaç olduğu gibi. Siyaset yeni aktörleriyle ‘ikinci yeni’ye doğru yol alırken, bu restorasyon sürecinin de yeni bir dile ihtiyacı var.
New York, Nueva Leon, Nova Lisboa, Nouvelle Orleans, Nieuw Amsterdam... Avrupalıların 16'ncı yüzyıldan itibaren, keşfettikleri yerlere 'yeni' sıfatını vermesi bir alışkanlık haline gelmişti. Öyle ki, yeni keşfedilen yerler bu isimlendirmelerle kadim olanla buluşturuluyor, şehirlere köklü bir geçmişin ve Avrupa kültürünün elbisesi giydiriliyordu. Bir anlamda, 'eski'nin kıymet içeren bilgeliği, 'yeni' olana istikamet belirliyordu.
Bu eskileştirme işlevine rağmen Avrupa, yeni bir dünya keşfetmenin heyecanını birkaç yüzyıl diri tuttu. 'Yeni'nin büyüsü tüccarları, seyyahları, maceracıları kuşatmıştı. Öyle ya, gündelik hayatta bile yeni bir evin, yeni bir arabanın insanoğlunu heyecanlandırdığı bir dünyada 'yeni' bir kıta kimin ilgisini çekmezdi? Dünya tarihinin önemli kavşak noktalarından olan Reform ve Rönesans bu 'yeni dünya' üzerinde yükseldi, Batı kendini bu temel üzerine inşa etti.
Yeninin büyüsü, insanoğlunu her zaman ele geçirdi. Öyle ki her yüzyıl, insana yeni bir 'yeni'nin heyecanını aşıladı. Her karanlık devirden çıkışın adı 'yeni' kondu. 'Yeni dünya düzeni' de, yakın zamanlarda global köyün sakinlerini epey heyecanlandırmıştı. Oysa bir müddet sonra belli aktörlerin emperyal hedeflerinin adı olduğu anlaşıldı.
Her şeyin bunca hız içinde değiştiği bir dünyada 'yeni' güvenebileceğimiz bir kavram mı? Sırtımızı dayayabilir miyiz? Dünyaya gelen her canlının daha doğduğu gün ölümünün yazıldığı bir düzende, her yeni de bir gün eski olmaya mahkûm değil mi?
İşte bu nedenle, 'yeni'nin büyüsünü imkâna çevirmeye, onu eskitmeden, ruhunu koruyacak yaklaşımlara, söylemlere muhtacız. Yeni Türkiye için de böyle. Bilindiği üzere, Yeni Türkiye, 12 yıllık bir maziye dayanıyor. Fitili 12 yıl önce ateşlendi. Ama yanan bu fitilin yeni bir Türkiye olduğu çok daha yakın zamanlarda fark edildi. Yeni Türkiye, masa başında kurgulanmış ve tavandan tabana dikte edilmiş bir projenin adı değildi. On yıllarca süren sancılardan doğmuş, yolu ilmek ilmek örülmüş, sosyolojik olgunlaşmayı gözeterek krizleri aşmış bir siyasal ve toplumsal hedefti. En önemli özelliği, ülkenin tüm yapısal alanlarına döşenmiş vesayet mayınlarını ortadan kaldırmaya yönelik bir hareket oluşuydu. Bir grup askerin, bürokratın, medya ve iş adamının kendini vasi tayin ettiği ülkede, vesayetler bir bir kaldırıldı. Yönetim iradesi gerçek manada milletin eline verildi. Bu sayede millet kendi hayatının öznesi oldu. O direndiğinde, karşı durduğunda vesayet hiçbir şey yapamıyordu. Böylece vesayetler eriyip yok oldu.
Yeni Türkiye'nin en önemli dönüm noktası, Cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Devletin bir numarası halkoylarıyla seçildi. Daha da ötesi, 90 yıllık vesayetçi rejimin tüm sembollerini içinde barındıran Çankaya'dan, 'yeni' bir yönetim mekânına geçiş, kalan çivileri de yerinden oynattı. Devlet adeta elbise değiştirdi.
Tüm bu süreçlerin çok önemli bir sonucu da 'yeni' aktörlerdi. Siyaset ve bürokrasi yeni isimler tarafından temsil edilmeye başlarken, medyada yeni aktörler ortaya çıktı. Davranış tarzları değişti. Yeni üsluplar belirdi.
Yeni Türkiye, sancılı bir mücadelenin eseri olduğu için, yeni Türkiye'nin dili de keskin ve mücadeleciydi. 90 yıllık bir enkazla hesaplaşmak için zaman zaman kavga etmek gerekti. Ve her şey toplumun gözü önünde gerçekleşti. Halk değişim sürecinin pasif bir şahidi olmaktan öte, sürecin aktif katılımcısı oldu. Sadece seçim dönemlerinde değil, hayatın içine yayılmış sivil toplum yapılanmalarıyla sürece destek veren etkili bir paydaş haline geldi.
Bugün gelinen kavşak, bir dönüm noktası. Her 'yeni'ye bir istikamet gerek. Her heyecan duygusunu dizginleyecek bir akla ihtiyaç olduğu gibi. Siyaset yeni aktörleriyle 'ikinci yeni'ye doğru yol alırken, bu restorasyon sürecinin yeni bir dile ihtiyacı var.
Öyle ki, Yeni Türkiye'yi, sıfatlara ihtiyaç duymayacak şekilde, demokrasi, adalet ve insan haklarını içselleştirmiş bir 'Türkiye' olarak kodlayacak yeni bir söylem estetiğine ihtiyaç var.
Alman sosyolog Ulrich Beck, siyasal mesajların görünüm, imaj ve sunumu, en az içeriği kadar önemlidir diyor ve toplumların içerikten ziyade görüntüye olan düşkünlüğüne işaret ediyor. Siyasal söylemlerin sembolik ve retorik kalmadan, söylem ve eylem bütünlüğüne sahip olması, geleceğinin belki de birinci şartı.
Geri dönüşü olmayan bu yolun niteliği ve üzerine inşa edilebilecek yeni başarılar, Yeni Türkiye mesajının bundan sonra zenginleştirilecek içeriğine, gücüne ve etkisine bağlı. Artık yerel bazda atılan her adım uluslararası kamuoyunu da hesaba katmayı gerekli kıldığına göre, Türkiye bu sessiz devrimi dünyaya en doğru şekilde anlatabilmenin yollarını aramalı artık. Çünkü bu süreçte kendi dilini, söylemini de rafineleştirip, estetize etme imkânı bulacak.
Bu iletişim, her zaman devlete bırakılmadan sivil toplum, akademi ve diğer paydaşlar yoluyla gerçekleştirilmeli. Fakat burada en önemli husus, tüm bu paydaşların kendi hal dili ile bu iletişimi inşa etmeleri. Bir lidere, bir partiye nispetle değil, kendi varlık alanlarının gerektirdiği gibi davranarak. Akademi, akademik ehliyet ve jargon içinde, bürokrasi, kendi özgün alanının imkanlarına dayanarak.
Şu an sivil toplumun, bürokrasinin ve özellikle akademinin içinde bulunduğu en büyük handikap, kendi iradelerini devreden çıkararak, aşırı bir siyasallaşma içinde irade ve özgünlüklerini kaybetme tehlikesidir. Her biri kendi varlığını protokol ağırlıklı katılımların olduğu salon toplantılarında gösterme eğilimindedir. Türkiye'nin tüm hücrelerine sirayet eden bu aşırı siyasallaşma sürecinin, bir niteliğe evrilmesinin yegane yolu, her bir paydaşın yapıcı eleştiri ile siyaset karşısında bir özne olarak var olmasıdır.
Aynı şekilde siyasetin anlamı da değiştiğine, öznesi millet olduğuna göre, siyasetçiye bakış da millet lehine revize edilmelidir. Dikey hiyerarşinin yatay bir iş birliğine dönüşmesi, psikolojik üstünlüğün millet iradesine geçmesi, seçilmişler karşısında el-pençe divan durmayı dikte eden vücut dilinin normalleşmesi gerekir.
Yeni Türkiye'nin ihtiyacı olan iletişim dilinin elbette yeni enstrümanlara da ihtiyacı var. İnsani yardım ve kültür diplomasisi alanında çalışan kurumlar, Türkiye'nin özgün ve özgüvenli duruşunu taşıma yetkinliğine sahip olmalı. Oldukça geç kalınmış yeni İngilizce medya kanalları, etkili bir enstrüman olarak Türkiye'nin 12 yıldır kazandığı birikimi, güçlü bir iletişim dili ile tüm dünyaya taşımalı. Fakat bunu yaparken siyasetten çok sanata, fikre dayanmalı, güncellenmiş bir dil taşımalı.
Toplumda siyasal kurumlar, bürokratik yapılar, iş dünyası, akademi, medya birbirinden bağımsızdır ama iletişim kurarak birbirlerini etkilerler. İletişimin esası da zaten bu değil mi? İletişim kanallarının son derece açık olduğu bir dünyada bugün insanları kandırmak, yanıltmak, ahlaki olmadığı kadar mümkün de değil. Bu nedenle propaganda dilinden uzak bir iletişimin temel dinamiği tanımlamak ve tanıtmaktır.
Batı, çıkarcı amaçları olan ve 'öteki'ne faydadan çok zarar götüren 'yardımseverlik' algısını tek bir figür üzerinden, 'Malala' üzerinden tüm dünyaya anlatmayı başarabiliyorsa, Türkiye de çıkarcı hesaplardan uzak, dünyanın en cömert ülkesi olma vasfını anlatabilmelidir.
Kurulacak yeni iletişim dili, bu ve benzeri alanlarda yeni aktörlerin, yeni bir dil ve üslup inşasını beklemektedir. Yeni Türkiye'yi eskitmemenin yolu budur.