"Mucizeler bir kez başladı mı bitmek bilmez"
Bana, "Kırk yıl evvel senin gibi gençleri hiç bilmiyorduk" derdi sık sık… "Bizler toplumu bilmeden toplumu aydınlatmaya kalkmıştık… Senin gibi gençleri hem bilmez, hem görmez, hem tanımazdık…" Benim gibi gençler… Yani doğup büyüdüğü ailede abdest alıp namaz kılmayı kendiliğinden öğrenivermiş gençler… Yürümeye başladığında annesinin namaz kılışını taklit ederek başına bir tülbent dolayıp seccadede oyunlar yapmış… Sonra dedesi ile gittiği camide bütün rekâtları babaannesinden öğrendiği bir Fatiha ile kılıp, Ramazan'da orucunu 5 liraya -büyüklerinin ricasını kıramayıp- değişmiş olanlar… Yani Ayşe Şasa'nın hayata baktığı yerden salt bu sebeplerle 'şükrü bol' olması gereken insanlar, bizler…
Ben, birçoğumuz için çok sıradan olan 'ilk oruç, ilk namaz' hikâyelerinin varoluşsal bir şükür sebebi olduğunu Ayşa Şasa'dan öğrendim. Onun hikâyesini öğrenene kadar kendi hikâyemdeki 'ailecek sofraya oturduğumuz her akşamki sıradanlığın' ne büyük nimet olduğunun farkında değildim. Maalesef çocukluğunu Alman dadıların elinde şefkatten uzak, anne-baba ilgisi ve hiçbir dinî terbiye görmeden çok varlıklı bir ailede yapayalnız geçiren Ayşe Hanım'ın hayat hikâyesinde yok hiçbiri… Bu hâli ile sanki Cumhuriyet tarihinin bütün açmazlarını içeriyor. Küsülen ve küstürülen tarih, başkalaşmış bir elit tabaka, köksüzlük, buhranlar zinciri… Ve ardından gelen hastalıklar.
Hayatı, seküler bir yaşantıdan sosyalizme kayış ve sonra tasavvufla buluşma ile hidayete ermek şeklinde özetlenebilir. Ayşe Hanım'a sorsanız bütün hayatını 'bir hidayet hikâyesi' olarak özetlerdi. Bu kısmı, hikâyesinin en gurur verici ve en heyecanlı kısmıydı onun için…
Benimle ve diğer dostlarıyla uzun telefon konuşmaları ile iletişim kurardı Ayşe Abla… Bazen iki akşamda bir, bazen günde birkaç kez telefonla konuştuğu olurdu hepimizle tek tek… Vefatından sonra bu uzun telefon konuşmalarının kendisi için bir nevi terapi olduğunun yazıldığını okudum. Doğru. Benim kuşağımla Ayşe Abla ilişkisinde ise bu konuşmalar daha ziyade bizler için birer terapiydi. Çünkü bizler, onun arayış yıllarına, nevrotik hastalıklarına, sorgulamalarına şahit olmamıştık. Duvarları hatlarla süslü, kitap kokan salonunda çay içip, biriktirdiğimiz soruları sormak ve kendi arayışımızı gerçekleştirmek için Ayşe Abla'yı bulmuştuk.
Sorularımıza sabırla cevap veren, anlayan ve dinleyen manevi bir büyüğümüzdü Ayşe Hanım. Hepimizle ayrı ayrı ilgilenir, hepimizle ayrı ayrı meşgul olurdu. Bu hâl, hastalığı ilerleyene kadar devam etti. Kendi deyimi ile onun sevenleriyle oluşturduğu bir 'tele-cemaati' vardı.
17 Haziran Salı günü, Ayşe Ablamızı defnettiğimiz Sahrayıcedit mezarlığından dönerken kalplerimizde bir ağırlık, elimizdeki telefona bakıp, artık çalmayacak olmasından muzdarip bir sessizlik vardı… Eh sonuçta insanoğlu kayıplarına bir miktar da kendisi için üzülmez mi?