-Bir parça Ayşe Şasa hikâyesi-
Herkesin bir hikâyesi vardır, yolları birbiri ile kesişen insanların izlerini taşıyan hikâyeler… Ayşe Şasa ile benim hikâyem ise her şey olup bittikten çok sonra başladı. Ayşe Hanım'la tanıştığımda artık çok geride kalmış senaristlik yılları, Kemal Tahir ile dostluğu, dergâh yolculuğu; hepsi, tespih tanelerinin tık tık döküldüğü dingin sohbetlere eşlik eden hatıralara dönüşmüştü. Sene 2004. Üniversitede sosyal bilim okuyorum: Siyaset Bilimi ve Tarih. Aldığım Humanities derslerini tartışmak için Ayşe Abla diye hitap ettiğim Ayşe Şasa var karşımda. Ben Ayşe Abla diyorum ama o bizlerden 'torunlar' diye bahsediyor. O çoğunlukla sakin, ben hep heyecanlıyım. Varılacak yerlerim var, hareketliyim, Ayşe Abla sabit. Lakin ikimiz de mütereddit…
Bana, "Kırk yıl evvel senin gibi gençleri hiç bilmiyorduk" derdi sık sık… "Bizler toplumu bilmeden toplumu aydınlatmaya kalkmıştık… Senin gibi gençleri hem bilmez, hem görmez, hem tanımazdık…" Benim gibi gençler… Yani doğup büyüdüğü ailede abdest alıp namaz kılmayı kendiliğinden öğrenivermiş gençler… Yürümeye başladığında annesinin namaz kılışını taklit ederek başına bir tülbent dolayıp seccadede oyunlar yapmış… Sonra dedesi ile gittiği camide bütün rekâtları babaannesinden öğrendiği bir Fatiha ile kılıp, Ramazan'da orucunu 5 liraya -büyüklerinin ricasını kıramayıp- değişmiş olanlar… Yani Ayşe Şasa'nın hayata baktığı yerden salt bu sebeplerle 'şükrü bol' olması gereken insanlar, bizler…
Ben, birçoğumuz için çok sıradan olan 'ilk oruç, ilk namaz' hikâyelerinin varoluşsal bir şükür sebebi olduğunu Ayşa Şasa'dan öğrendim. Onun hikâyesini öğrenene kadar kendi hikâyemdeki 'ailecek sofraya oturduğumuz her akşamki sıradanlığın' ne büyük nimet olduğunun farkında değildim. Maalesef çocukluğunu Alman dadıların elinde şefkatten uzak, anne-baba ilgisi ve hiçbir dinî terbiye görmeden çok varlıklı bir ailede yapayalnız geçiren Ayşe Hanım'ın hayat hikâyesinde yok hiçbiri… Bu hâli ile sanki Cumhuriyet tarihinin bütün açmazlarını içeriyor. Küsülen ve küstürülen tarih, başkalaşmış bir elit tabaka, köksüzlük, buhranlar zinciri… Ve ardından gelen hastalıklar.
Hayatı, seküler bir yaşantıdan sosyalizme kayış ve sonra tasavvufla buluşma ile hidayete ermek şeklinde özetlenebilir. Ayşe Hanım'a sorsanız bütün hayatını 'bir hidayet hikâyesi' olarak özetlerdi. Bu kısmı, hikâyesinin en gurur verici ve en heyecanlı kısmıydı onun için…
Benimle ve diğer dostlarıyla uzun telefon konuşmaları ile iletişim kurardı Ayşe Abla… Bazen iki akşamda bir, bazen günde birkaç kez telefonla konuştuğu olurdu hepimizle tek tek… Vefatından sonra bu uzun telefon konuşmalarının kendisi için bir nevi terapi olduğunun yazıldığını okudum. Doğru. Benim kuşağımla Ayşe Abla ilişkisinde ise bu konuşmalar daha ziyade bizler için birer terapiydi. Çünkü bizler, onun arayış yıllarına, nevrotik hastalıklarına, sorgulamalarına şahit olmamıştık. Duvarları hatlarla süslü, kitap kokan salonunda çay içip, biriktirdiğimiz soruları sormak ve kendi arayışımızı gerçekleştirmek için Ayşe Abla'yı bulmuştuk.
Sorularımıza sabırla cevap veren, anlayan ve dinleyen manevi bir büyüğümüzdü Ayşe Hanım. Hepimizle ayrı ayrı ilgilenir, hepimizle ayrı ayrı meşgul olurdu. Bu hâl, hastalığı ilerleyene kadar devam etti. Kendi deyimi ile onun sevenleriyle oluşturduğu bir 'tele-cemaati' vardı.
17 Haziran Salı günü, Ayşe Ablamızı defnettiğimiz Sahrayıcedit mezarlığından dönerken kalplerimizde bir ağırlık, elimizdeki telefona bakıp, artık çalmayacak olmasından muzdarip bir sessizlik vardı… Eh sonuçta insanoğlu kayıplarına bir miktar da kendisi için üzülmez mi?
#Sayfa#
Hikâyelerden hayat
Ayşe Şasa, hayatını modernleşme standartları üzerine kurmuş çok varlıklı bir ailenin çocuğu olarak 1941 yılında dünyaya geldi. Aile, bütün çocuklarını ortaokul çağına kadar, o zamanlar 'diplomalı dadılar' denen ve her şeyi ile çocuğun bakımını üstlenen dadılara emanet etti. Çocuklar dadının elinde iken vaktini çoğunlukla davetlerde geçiren anne-baba ile çocuklar arasında derin bir kopukluk oluştu. Bir yandan ilgisizlik ve sevgisizlikle, diğer yandan dadıların o zamanlar henüz çok taze olan İkinci Dünya Savaşı'nın korkunç hatıralarını dinleyerek buhrandan buhrana sürüklenen Ayşe Şasa, böylece kendi deyimi ile 'yitik bir çocukluk' geçirdi.
Babası Avni Bey, hukuk eğitiminden sonra babasının vasiyeti üzerine ticarete atılmış ve çırak olarak girdiği kereste dükkânını satın alarak ilerleyen zamanda hatırı sayılır bir maddi refaha ulaşmıştı. Sert mizaçlı annesi Melike Şasa ise Ayşe Hanım'a göre "Başkalarına peri kızı, bana ejderha!" diye yakındığı bir annedir. Melike Şasa, o günlerde büyük dayı Rauf Orbay'ın sürgün ve takip dönemlerini, ailenin sıkıntılı zamanlarını da biliyor, büyük sıkıntılar geçirdiği köşk hayatından sonra kavuştuğu refahın tadını çıkarıyordu.
Ayşe Hanım, büyük dayısı Rauf Orbay'ı yeterince tanıyamamış olmaktan şikâyet ederdi hep. 1960'larda tipik bir 'kolejli' olan Ayşe Hanım için büyük dayı Rauf Bey, 'alaturka' bir tipti. Bir anısını paylaşmıştı benimle, hayıflanarak:
"1960 ihtilali sırasında sokaklara çıkıp yürüyoruz. Yürüdüğümüz gün Rauf dayımı tedirgin etmek için onun Aksaray'daki evine üstüm başım toza bulanmış olarak çıkıyorum merdivenlerden, dayımın yanına giriyorum. Dayım bakıyor bana, o gün Aksaray'da bir yürüyüş yapılmış. Dayım anlıyor benim yürüyüşe katıldığımı. Benim kendisine gösteriş yapmaya çalıştığımı anlıyor ve birdenbire kahkahalarla gülmeye başlıyor. "Ayşe Hanım, Ayşe Hanım ihtilal mı yapıyorsunuz" diyor. Ben hayatımda üç kere idama mahkûm olmuş bir adamım diye gülüyor. Müthiş şaşırıyorum. Dayımın üç kere idama mahkûm olmuşluğunu ilk defa duyuyorum. Sonradan öğreneceğim ki dayım bir sefer Hamidiye'de korsanlık yaptığı için Alman Kayzeri tarafından idama mahkûm edilmiş, daha sonra Osmanlı hükümeti tarafından milli mücadeleye katıldığı için belki şeklen mahkûm edilmiş ve üçüncü olarak İzmir Suikastı'na bir dönem için adı karıştığından başına böyle bir durum gelmiş."
#Sayfa#
Kolejden dergâha…
Ayşe Şasa'nın 'asrileşmesi' ilk olarak dadıların eliyle, ikinci olarak yatılı olarak gönderildiği Arnavutköy Amerikan Kız Koleji ile oluyor. Okula başladığı dönemde zaten pek çok buhran, kötü hatıra ve pedagojik hatalarla dolu bir çocukluk bırakmıştır geriye. Diplomalı dadıların bilimsel çocuk bakma yöntemine göre hastalandığında yanına gelinip başı okşanmaz, böylece zorluğa direnç kazanması istenir. Bütün bu çocukluk yılları Ayşe Hanım'da hastalık hastalığı bırakır… Hem hastalıklar, hem hastalık şüphesi Ayşe Hanım'ı hayat boyu takip edecektir.
İlkokuldan sonra garip bir şey olur. İlkokulda kötü olan dersleriyle adeta 'geri zekâlı' muamelesi gören, sinik haliyle arkadaş ortamında kabul görmeyen Şasa, kolej yıllarında şaşırtıcı bir performans sergileyerek okul başarısını zirveye taşır. Kendi ifadesi ile 'dadı sultasından' kurtulunca kendisini okumaya verir. Kolej yıllarında üzerindeki çekingenliği atarak herkesle ahbaplık kurmaya başlayan Ayşe Şasa o dönemi için "Çalçeneyim ama espriliyim. Zekâmı gösterebilmek için espri yapma merakına tutuluyorum. Artık bambaşka bir statü kazanıyorum; gıpta edilen biriyim. Korku ve ezikliğin yerini büyük bir yaramazlık, yırtıcılık, entelektüel bir sorgulama, entelektüel tecessüs alıyor." diye anlatır hatıralarında. Lakin genişleyen çevresine rağmen iç yalnızlıkları da devam etmektedir. İlkokuldan sonra bu umulmadık başarısı, aşırı sosyalleşme, Ayşe Şasa'ya güven ve neşe vermiştir bir miktar. Lakin bu beklenmedik gelişme yine Ayşe Hanım dışında kimseyi şaşırtmaz… Çünkü fark eder ki, ailesi, şimdiki başarısının farkında olmadığı gibi, daha evvelki başarısızlığının da farkında değilmiş…
Kolejde öğrencilere yerlilikten tamamen uzak bir eğitim verildiği için o yıllarda Ayşe Şasa yönünü nihilizm, egzistansiyalizm ve ardından sosyalizme doğru çevirir. Bu konuda Cevat Çapan, Ayşe Saşa'nın sinema tarihi ve sanatı üzerine dergiler okumasında etkili olur ve yavaş yavaş Ayşe Şasa senaristliğe ilk adımlarını atar. Kolejdeki son yılında yazdığı Yaşadığımız Odalar isimli oyunu sahneye konur ve çok ilgi çeker. Cevat Çapan Pazar Postası'nda bu oyundan ve senaristinden övgüyle bahsetmektedir. Bu başarısı aynı zamanda Kemal Tahir ile tanışmasına da vesile olur. Daha sonra Kemal Tahir ve eşi Semiha Tahir, Ayşe Şasa'nın hayatında çok önemli bir yer teşkil edecek, bu birliktelik Kemal Bey'in vefatına kadar sürecektir.
Kemal Tahir ile kurduğu hoca-öğrenci ilişkisi, ahbaplık, dostluk Ayşe Hanım için ömrünün sonuna kadar sık sık hatırladığı bir birliktelikti. Sık sık, "Kemal Abi şöyle derdi…" diye anekdotlar anlatırdı.
#Sayfa#
17 Haziran günü Fatih Camii'nde namaz için beklerken, aklıma hatıratında da bahsettiği Kemal Tahir'in cenaze hikâyesi geldi. Kemal Tahir'in Erenköy'deki cenazesine gelmiştir Ayşe Hanım… "Bizim takım" dediği kimselerle cami avlusuna gelir ve bir sigara yakıp kenara çekilir. Camide namaz kılan, tabutunu omuzlayan bir grup insan görür. Hâlbuki bu kimseleri üstadın yanında hiç görmemiştir. Ölüm karşısında buz kesilmektir Ayşe Hanım'ın bildiği çevre, bu son göreve koşup gelmiş insanları anlayamaz. Biraz merak, biraz hayranlıkla bakar arkalarından. Daha sonra İsmail Kara Hoca ile paylaşacaktır bu anıyı, İsmail Kara da aynı yerdedir, hatta kızmıştır içinden kenarda sigara içenlere… Ayşe Şasa'nın hayatının sonraki yıllarında izlediği yol, "Biz cami nedir bilmezdik" dediği çevresinden çıkıp, tabutu omuzlayan insanların arasına karışması olacaktır.
Ayşe Şasa üç evlilik yapmıştı. İlk evliliğini ailesine inat yaptığını söylerdi hep. İkinci evliliğini yönetmen Atıf Yılmaz ile yapar. Lakin bu evliliğin süresinde çocukluğundan beri kendisini takip eden buhranlar baş gösterir. Krizler, halüsinasyonlar… Aslında sinyallerini çok evvelden vermiş olan ruh buhranları ortaya çıkar. Aile, durum ancak bu derece ciddileştikten sonra farkına varır meselenin. Nitekim babası Avni Bey ancak son yıllarında Ayşe Şasa'nın yetişmesi ile ilgili muhasebeyi yapacaktır.
Atıf Yılmaz ile ayrılık, babasının vefatı ile Londra'da bir tür şizofreni teşhisi konan Ayşe Hanım ise artık hayatının sıfır noktasındadır. Onu bu sıfır noktasından irtifa ettirecek ancak bir 'mucize' olmalıdır. Beklenen mucizeler çok sevdiği mürşidi aracılığıyla ve seyri süluk ile girdiği tasavvuf yolunda gerçekleşecektir. Bu esnada inançlı birisi olarak tarif ettiği Bülent Oran'la evlenir ve onunla beraberken dervişliğe adım atar.
Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretleri'nin Füsus'ul Hikem'ini ev ödevi vermişti bana ve eklemişti, "Bu kitap hemen okunup bitirilmesi zor bir kitaptır. Uzun süre rafımda durmuştu, defalarca alıp okumaya çalıştım, muvaffak olamadım. Anladım ki, Füsus okumak bir nasipmiş. Günü gelince parça parça açıldı kitap önümde, hızla okundu, bitti, daha sonra defalarca…" "Böyledir evladım" demişti, "Sen kitaba değil, kitap sana gelir bazen!"
Senaristlik geçmişinden, Yeşilçam'dan konuşmaktan hiç hoşlanmazdı. Bütün bu fırtınaların ardından karşısına beyaz bir sayfa gibi çıkan gençlere tasavvuftan bahsederdi. Gördüğümüz rüyalar ile 'ilahi medya' dediği rüya âlemine taşımıştı senaristliğini sanki. Bizlerin katı fıkhi dindarlığını aşmak isterdi. Lakin yine de bu yazıda değinmeden geçmiş olmayalım; Ayşe Şasa, Murat'ın Türküsü, Ah Güzel İstanbul, Utanç ve Gramofon Avrat gibi filmlerin de senaristiydi.
#Sayfa#
Ruh macerası derken
Ayşe Hanım ile sohbetlerimiz arttıkça hayatına dair ufak tefek ayrıntılar daha çok ilgimi çekiyordu. Sene 2006 idi, yeni tanıştığım bir alan olan sözlü tarihe merak salmıştım. Bir yandan da biyografi okuyordum. Ayşe Abla'nın hayatından parça parça çok şey biliyor ve bunları yazmak, kayıt altına almak istiyordum. Bu düşüncemi Ayşe Hanım'a açtım, "Bir biyografi yazalım, ben bu işe talibim", dedim. Bu talebim, Tuğrul İnançer Beyefendi tarafından kendisine çoktandır verilen 'bir ev ödevi' ile çakışmıştı: Hayatını yazmak... Lakin iş gözünde büyüyordu; hastalığı, zihin dağınıklığı, yaşadığı hayatın neresinden tutacağını bilememek… Yazmak, yüzleşmek demekti, bir yandan bütün sıkıntıları masaya dizmek külfeti, bir yandan hatıralarla helalleşmek ve hepsini anlatmanın sorumluluğu, zor mesele…
2006 yılı yazında düzenli olarak evine gidip gelmeye başladım. Kronolojik olarak anlatıyordu, ben kaydediyordum ve anlattıklarını kâğıda döküyordum. Daha evvel de hastalığı döneminde yaşadıklarını Delilik Ülkesinden Notlar kitabında anlatmıştı. O zamanlar hastalık günlerini, "Geçirdiğim hastalığın tam anlamıyla kahırdaki lütuf olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bu hastalığın çöküntüsü ve acıları, içimde batıla dair her şeyi yıkmasaydı ben hâlâ gençliğimdeki o yanlış ve zelil noktada olacaktım. Evet, işte kahırdaki lütuf…" sözleri ile hatırlayıp şükretmekle meşguldü. Hayatının en sevdiği kısmı, hatıratı içinde anlatması en zor kısmı oldu, hidayet meselesi. Nereden anlatmaya başlasaydı, nasıl anlatsaydı?
Mesele şöyle başlar aslında: Ayşe Hanım, İsmet Özel'in Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabından çok etkilenerek İsmet Özel'e ulaşır. Kurdukları ahbaplıkla İsmet Özel sık sık Ayşe Şasa'yı ziyaret etmektedir. Bu ziyaretlerde İsmet Özel'in kıldığı namaz Ayşe Hanım'ın dikkatini çeker ve kendine "Ben neden namaz kılmıyorum?" diye sorar. Zamanla çevresi genişler, Mustafa Kutlu, Beşir Ayvazoğlu, İsmail Kara gibi isimlerle sohbetlerinin yanı sıra tasavvufa yönelir. Kıldığı namaz, hastalıklarına şifa gibi gelmektedir. Mürşidini bulmak, tasavvuf yoluna girmek zamanla sıkıntılarını bir bir çözecek ve geriye dönüp baktığında, "Pamuk gibi bir insanmışım, beni ne hâle getirmişler" diyecektir. Ayşe Şasa, o dönemde hayatta olan annesinden ve çevresinden aldığı tepkilere rağmen başını örter. Sonra ardından kitaplar gelir bir bir: Şebek Romanı, Yeşilçam Günlüğü, Delilik Ülkesinden Notlar ve hatıratı Bir Ruh Macerası…
Ayşe Şasa'nınki tam da kitabında söylediği gibi, bir ruh macerası idi. Bizimki, onun ruh macerasına arkadaşlık… Bu ruh macerası hakkında söyleyebileceğim son şey, zannederim, Şasa'nın hayatının son devresinde bulmak istediği esas kimliğinin 'ümmileşmek' olduğudur.
Ayşe Şasa, Amerikan Hastanesi'nde doğdu, Bağcılar'da bir özel hastanede vefat etti. Doğumu ile ölümü arasındaki semt farkı bile belki bu macerayı özetliyor.
-O'ndan geldik ve O'na döneceğiz-